Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam alimlerine göre bir yerin harp diyarı olması

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
İslam alimlerine göre bir yerin harp diyarı olması için hangi şartların olması gerektiğini ve Türkiyen harp diyarı mı?

Ö. Nasuhî Bil*men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda Darü'l-İslâm ve Da*rü'l-Harb'i şöyle tarif eder : «Darü'l-İslâm, Müslümanların hâkimiyeti al*tında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha ve muvadecı bulunmayan gayr-i müslimlerin hâki*miyeti altında bulunan yerler de Darü'l-Harb'-tir» (Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, c. m, s. 394.).

Sadece bu tarifler dahi dikkatle mü*talâa edilirse Türkiye'nin diyar-ı islâm olduğu ve bu vatana darü'l-harb diyenle*rin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.

Zaten bu mevzuda ortaya atılan gö*rüşler mücerret iddia olmaktan ileri gi*dememiştir. Bir delile dayanmayan, hakikat payı olmayan mücerret iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gi*bi şer'î ilimlerde de mes'elelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehas*sıs âlimlerine aittir. Şer'î ilimlerin mü*tehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu sebeble kim olur*sa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i izamın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal et*tirmek mecburiyetindedir. O zevat-ı ki*ramın fikirleri bütün zamanlara kâfi ve vâfidir. Tarihçe sabittir ki, bugüne ka*dar müçtehidin-i izam hazretlerini hiç*bir kimse aşamamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, onlara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddi müte*cavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.

Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve ve Hanefî mezheblerinin «Darü'l-Harb» ve «Darü'l-İslâm» hakkındaki hükümle rini izah edelim:

Şafiî mezhebine göre, bir diyar ya*hut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmis ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü'I-İslâm»dır. Böyle bir memle*ket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslüman*larla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü'l-Harb» değildir (Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.).

İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «Darü'l-Harb» değil, «Darü'l-İslâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «Darü'l-Harb» olması için, Müslümanla*rın idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.

Hanefî mezhebinde, bir «Darü'l-Harb», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «Darül-İslâm»a inkılâp eder (Kuhistanî, c. II, s. 311.).

Bu hususta ittifak vardır. Bir «Dar-ı İs*lamın, «Dar-ı Harb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A'zam Hazretleri'ne, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) ait*tir.

İmam-ı A'zam'a göre «Darü'l-İslâm»-ın «Darü'I-Harb»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «Dar-ı îslâm»dır, «Darü'l-Harb» değildir.

İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edil*mediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «darü'l-harb» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur

«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olma*sına itibar eder'» (Serahsî, Mebsût, c. X, s. 114.).

Yani, bu şartın ta*hakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şe*kilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimi*yetinde bir noksanlık olursa orası «darü'l-harb» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bay*ram namazlarının ifa edilmesiyle orası «Darü'l-İslâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar*da islâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa o diyar «Darü'l-İs*lâm »dır.»

İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse orası yine «Darü'l-İslâm»dır (İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, c. IV, s. 175.).

Bezzaziye'de, «Pey*gamber Efendimiz (S.A.V.) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimizin (S.A.V.) islâm icraatına başlamasıyla o beldenin «Darü'l-İslâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir (Bezzaziye, c. VI, s. 312.).

O diyar «Darü'l-Harb»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hu*dutlarından herhangi bir tarafı «Darü'l-İslâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «Da-rü'1-Harb» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağ*lûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam et*tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanma*sında fayda vardır. Gayr-i müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayr-i müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini mü*dafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya ve Bulgaris*tan'daki Müslüman köyler gibi.) Nite*kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifa*deleri kullanılmıştır. Yoksa kendini mü*dafaaya muktedir ve müstakil bir îslâm devleti, her taraftan gayr-i muslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «Darü'l-Harb» olmaz.

içinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal gü*venlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslini azınlık*ların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıy-la ortadan kalkmış olacak.

Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm bel*desinin kâfirlerin istilâsına uğraması ha*linde geçerlidir.

Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:

«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması müşriklerin hâ*kimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız olana değil de, asıl olana itibar ederler. Bu*rada asıl olan ise, oranın «Darü'l-İslâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin ora*da kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «Darü'l-îslâm» hükmünde devam eder (Serahsî, a.g.e., c. X, s. 114.).


Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdü*ğü bu üç şartı bir misal ile izah edilirse.

Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafın*dan işgal edilmiştir. Müslümanların hiç*bir cihetle mal ve can güvenliği kalma*mış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil*miştir. Bu ülkenin hiçbir îslâm ülkesi ile de sınırı yoktur, îmam-ı A'zam'ın ile*ri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte ta*hakkuk ettiği için orası «Darü'l-Harb»dir.

İmameyn ise, «Darü'l-lslâm»m «Da-rü'l-Harb»e inkılâp etmesini «Orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayr-i müslimlerin Müslümanlar üze*rinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayr-i müslimlerce tamamen istilâ edilmesine bağ*lıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâ*kimiyeti altında bulunduğu ve içerisin*de küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edil*diği için, îmameyn'e göre «Darü'1-Harb»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve Cuma namazlarının kılınması gibi) ora*sı yine îmameyn'e göre, «Darü'l-Harb» olmaktan çıkar.

Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdü*ğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim :

Memleketimiz - lillâhilhamd -, asır*lardan beri «Diyar-ı îslâm»dır. Bu key*fiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edil*mektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanu*nî bir engel yoktur. Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, islâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kaza*larda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak var*lığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müs*lümanlar hac ve umre ibadetini yapa*bilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İslâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapıl*maktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir. Müslümanlar evlâtlarına istediği ismi koyabil*mekte, hatim duası, mevlit, sünnet dü*ğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulma*sı mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetiş*mektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyon*larında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır

Bu hale göre, îmam-ı A'zam'm zik*rettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmı*nın yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hale göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli de*ğildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikle*ri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayr-i müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milleti*miz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gi*bi gayr-i müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin idarecileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.

İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikin*ci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sı*nırlarının büyük bir kısmı İslâm devlet*leriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şart*la ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşı*lacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, fa*raza, gayr-i müslim devletlerle de kuşa-tılsa Türkiye yine «Darü'l-Harb» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, ken*dini müdafaa edecek güçtedir ve istiklâliyetini devam ettirmektedir.


Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayr-i müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, el*li milyon Müslümamn emin olarak ya*şadığı bu memlekete «Dar-ı Harb» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.

Yukardaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretle*rinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Tür*kiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslü*manların hükmettiği bir belde, (Rusya'*nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Sernerkant, Endülüs, Bulgaris*tan) kıyamete kadar «Darü'l-İslâm»dır.

Dara'l-Harb mes'elesini ileri süren*lerin iddia ettikleri bir husus da, İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir.

Bu fikir ve iddianın, hiçbir ser'î de*lili, dinî mesnedi yoktur.

Müslüman, ister dar-ı İslâm'da ol*sun, ister dar-ı harbte, her hal ü kârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasakların*dan da kaçmakla mükelleftir. İbadet, in*sanın yaratılış gayesi, varoluş hikmeti*dir. Hiçbir hal, onu, bu ulvî vazifeyi ifa*dan alıkoyamaz.

İslâmiyetin günümüzde tüm dünya*da çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bili*nen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayr-i îslâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetle*rinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayret*leri boş bir çaba olmaktan öteye gide*mezdi. Bu ise, gayr-i müslim memleket*lerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olu*namaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse (Mukarrer bir kaidedir ki, dar-ı harbte kü*für; dar-ı islâm'da da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dar-ı harbte herhangi bir mahal*de, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz kü*für ehlinden kabul edilir. Götürüp gayr-i müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman oldu*ğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dar-ı İslâm'da sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muame*lesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, islâm me*zarlığına gömülür.)

Şu halde, dar-ı İslâm'da ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayr-i müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koy*mak, onları gayr-i müslim muamelesine maruz kal*ma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.

Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkki-sidir. Halbuki günahın hükmü, dar-ı İs*lâm'da da, dar-ı harbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve me*suliyeti sabittir. Ancak günahların dün*yevî cezalarını, merci olmadığı için, dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.

Dar-ı harbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, ha*ramların serbestiyetine delil olamaz. Zi*ra bu muameleler, dar-ı harbte, ancak gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasın*da cereyan eder ve Müslümanların fay*dasına olduğu takdirde caiz olur. Bu ba*kımdan, bir Müslüman bir gayr-i müs-limden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.(Ahmed Şahin, Dinî Bilgiler, s. 187, 2. bas*kı, Cihan Yayınları, ist.).

Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz :

Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, on*lara iman hakikatlanm öğretmek, gönül*lerine Allah'ın marifet, muhabbet ve me-hafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağ*larına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve be*raberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve mer*hameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmet*leri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «Darü'1-Harb» mes'elesini, İslâm'ın en büyük bir mes'elesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzur*suz ve kalbleri müşevveş etmekten baş*ka bir şey değildir.
 

muhammet

New member
Katılım
22 Şub 2007
Mesajlar
830
Tepkime puanı
14
Puanları
0
Yaş
49
din elden gidiyor cihad yapalım diyen zihniyetin okuması gereken bir yazı olmuş bu bahsetmiş olduğum zihniyet kuranı kerim ve islam ilmihalini bilmeyen kafadan dolma müslümanlık yapan zihniyettir.ALLAH razı olsun seyfullah kardeş rabbim bizleri böyle zihniyetin elinde koymasın inşallah.
 

mhmt

New member
Katılım
7 Kas 2006
Mesajlar
2,965
Tepkime puanı
715
Puanları
0
Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkki-sidir. Halbuki günahın hükmü, dar-ı İs*lâm'da da, dar-ı harbte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve me*suliyeti sabittir. Ancak günahların dün*yevî cezalarını, merci olmadığı için, dar-ı harbte tatbik etme imkânı yoktur.

Dar-ı harbte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, ha*ramların serbestiyetine delil olamaz. Zi*ra bu muameleler, dar-ı harbte, ancak gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasın*da cereyan eder ve Müslümanların fay*dasına olduğu takdirde caiz olur. Bu ba*kımdan, bir Müslüman bir gayr-i müs-limden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.(Ahmed Şahin, Dinî Bilgiler, s. 187, 2. bas*kı, Cihan Yayınları, ist.).


bunu tekrar tekrar yazmak gerekiyor kardeşim..

Allah razı olsun.. güzel bi yazı... uzun diye okumazlık yapmamak lazım.. okumak lazım.. bence bu zamanda bu konu yanlış anlaşılıyor ve yanlş değerlendiriliyor.. sonuçlar ise vahim oluyor.. hemde bu vahim sonucu İSLAM adına bişiler yaptığını söleyenler yapıyor.. acı..yazık..!!!

selmetle...
 

muhammedordusu

New member
Katılım
24 Ağu 2006
Mesajlar
177
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
37
Web sitesi
www.mucadeleci.com
din elden gidiyor cihad yapalım diyen zihniyetin okuması gereken bir yazı olmuş bu bahsetmiş olduğum zihniyet kuranı kerim ve islam ilmihalini bilmeyen kafadan dolma müslümanlık yapan zihniyettir.ALLAH razı olsun seyfullah kardeş rabbim bizleri böyle zihniyetin elinde koymasın inşallah.

muhammet kardeş sen tağutla iyi geçinmeye devam et o zaman.sizin dediğinize göre biz islamı yaşayalım ibadetlerimizi yapalım böyle internet uzerinde islamı yaygınlaştıralım gerekirse chatta yapalım.devlet zaten bunlara bi,r şey demez.çünkü siz in bunları yapmanız küfrü hiç bir zaman korkutmaz.aksine onlar bunlara izin de verirler gül gibi geçinir gidersiniz.ama şunu bilki ne zaman ki kufre korku saldınız devlet sizinle uğraşmaya başladı mı siz asıl o zaman inşallah doğru yoldasınız.hele bir şeriat diye bağırın sokkata nasıl da adam öldurmuş gibi tutuklanıyorsunuz.dediğim gibi biz ibadetlerimizi yapalım devlet bize izin versin de şeriat gelse gelmese de farketmez demek ne kadar saçma/zalimce bir duşuncedir.

din zaten elden gitmiş.yanlış anlama din dedim mi ben islami yapı bazında konuşuyorum yoksa tabiki nufusun bilmem yuzde kaçı namazı nı da kılar orucunu da tutar.ama islami hukumlerle yönetilmedik mi bunlar beni tatmin etmez/etmemlide...
 

mhmt

New member
Katılım
7 Kas 2006
Mesajlar
2,965
Tepkime puanı
715
Puanları
0
anladığıma göre;
muhammed abinin yazısında kastedilen senin eleştirdiğin nokta değil muhammedordusu..yukardaki yazıyı tam okudun mu_? eğer okuduysan görmüşündür ki, darul harp meselesi var.. bunun için türkiyeyde buna katarak çok yanlış islam adına yapılıyor.. dikkat et.. islam adına diyorum.. buna diyor muhammed abi.

senin eleştirdiğin n0kta ise işin farklı bi boyutu..ve o boyutta haklısın.. yönetime geçmeden olmaz..

selametle..
 

muhammet

New member
Katılım
22 Şub 2007
Mesajlar
830
Tepkime puanı
14
Puanları
0
Yaş
49
muhammedordusu kardeşim özellikle duyarlılığın için teşekkür ederim ALLAH razı olsun ama benim vereceğim cevabı mhmt kardeşim vermiş rabbim ondan da razı olsun ve üstüne basa basa söylüyorum muhakkak okunması gereken bir konuyu ele almış seyfullah kardeşim kimse üşenmesin lütfen ALLAH rızası için okuyun.
 

muhammed_azadi

New member
Katılım
25 Nis 2007
Mesajlar
23
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
ES-SELAMU ALEYKUM
İSLAMa göre bir tane İSLAM devleti vardır.Onun başında da İSLAM emiri (emir-ul Mü'minin) bulunur.Müslümanlarla ilgili her meseleye bu devlet bakar.
Seyfullah ağabeyimizin söylediğine göre bu gün dünyada yığınla İSLAM devleti (dar-ul İSLAM) var Yugoslavya Arnavutluk İspanya Avusturya Türkiye Tunus.... daha onlarcası....
Ve yine İSLAM hükümlerine göre İSLAM devleti bir yere savaş açtığında veya başka bir grup (devlet) Dar-ul İSLAM olan bir yere savaş açtığı zaman her MÜSLÜMANın İSLAM Devletinin yanında savaşa katılması (cihad) farzdır...
Bu şartlar altında günümüzde bu kuralların uygulanması pratiği mümkün değildir.Bu gün en basitinden IRAK a yapılan müdahalenenin şer safında bulunan İspanya da bu yorumlara göre Dar-ul İSLAMdır..yani biz müslümanlar olarak bu devletin yanında savaşmak zorunda mıyız???
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Şimdi bu konular çok derindir.Seyfullah beyin açıklamalarını biz daha öncede çeşitli neşriyatlardan okuduk,kütübi sittede aynısı mevzunun ele alındığı yerde vardır.Birde cihad bahsi vardır ki bunun sahasıda geniştir.Darulharb tabiri aslen sünnette pek geçmemektedir.Bunun yerine işari manada cümleler vardır.Kur'an dada biz bu terimi bu şekli ile gördüğümüzü hatırlamıyoruz.Ama kelimeler ve terimler nasıl olursa olsun olayın zaviyesi İslamdan uzaklaşma veya yakınlaşmaya dönüyor.Olayı bu veçheden görür isek cihad kavramınıda eğer Kur'an ve sünnet ile uygun olan anlatımına oturtturursak meselenin bir tepki yahut basit bir şiddet,güç kullanma görüntüsü zayıflar.
Ayrıca bu güç kullanım zemini kadar nasıl,kime ve ne zaman hangi durumlarda ne sınırda kullanılmalı,bizim buna dirayetimiz var mı veya tamamen haklı gerekçelerimiz varmı?sorularıyla karşı karşı geliriz.
Şimdi bunca sorun ortada var iken burası İslam diyarımı kafir diyarımı yani zemin tartışması hem sorunlu hem sonraki bir mevzudur.
Üzülerek söylemeliyiz ki İslam değil müslümanlar bu yeni asra yanaşır yeni bir İslam medeniyeti oluşturamadılar,siz eğer bu sahalar da örneğin teknolojide yahut sanatta tesirsiz iseniz zaten bunlara muktedir de olamazsınız.İşte tüm şu tartışmalar şu an havada kalır.
Yine söyleyelim biz cihadı nasıl tanımlıyoruz,yahut darul islam olmak için müslümanın güçlü olması önemsiz mi?bu sorulara cevap bulmalıyız,kanaatimizce önce...
 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
ES-SELAMU ALEYKUM
İSLAMa göre bir tane İSLAM devleti vardır.Onun başında da İSLAM emiri (emir-ul Mü'minin) bulunur.Müslümanlarla ilgili her meseleye bu devlet bakar.
Seyfullah ağabeyimizin söylediğine göre bu gün dünyada yığınla İSLAM devleti (dar-ul İSLAM) var Yugoslavya Arnavutluk İspanya Avusturya Türkiye Tunus.... daha onlarcası....
Ve yine İSLAM hükümlerine göre İSLAM devleti bir yere savaş açtığında veya başka bir grup (devlet) Dar-ul İSLAM olan bir yere savaş açtığı zaman her MÜSLÜMANın İSLAM Devletinin yanında savaşa katılması (cihad) farzdır...
Bu şartlar altında günümüzde bu kuralların uygulanması pratiği mümkün değildir.Bu gün en basitinden IRAK a yapılan müdahalenenin şer safında bulunan İspanya da bu yorumlara göre Dar-ul İSLAMdır..yani biz müslümanlar olarak bu devletin yanında savaşmak zorunda mıyız???
bu sözü söyliyen ben değil imamlarımızdır ilminiizi benimle değil onlarla yarıştırmak zorunda kalırsınız, ki imamlarımızın ilmine itibar edersinizki buda sizin ilminizi kontrol etmeniz gerektiğini gösterir tekrar yazıyorum tevilsiz şekilde;

Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmis ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü'I-İslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü'l-Harb» değildir (Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.).

sonuçta şeriatle yönetilmiyen içinde müslüman barındıran iki ülke karşısında hakkı gözetmek en güzeli olur.
 
E

ensar

Guest
bu sözü söyliyen ben değil imamlarımızdır ilminiizi benimle değil onlarla yarıştırmak zorunda kalırsınız, ki imamlarımızın ilmine itibar edersinizki buda sizin ilminizi kontrol etmeniz gerektiğini gösterir tekrar yazıyorum tevilsiz şekilde;

Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmis ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «Darü'I-İslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayr-i müslimlerin ülkeleri de «Darü'l-Harb» değildir (Bilmen, Ö. N. a.g.e., c. III, s. 335.).

sonuçta şeriatle yönetilmiyen içinde müslüman barındıran iki ülke karşısında hakkı gözetmek en güzeli olur.

kaynak olarak verdiğin kitabın yazarı, şafii mezhebinin imamlarının bu şekile bahsettiği konunun kaynağını nerden almış onuda nakledermisin.

Darul islam meselesinde imam şafi(r.a) kadar katı tutum içerisinde olan bir alim hakkında iftira var ben onu size ıspatlamak için böyle bir soru yönelttim.
Ö.N kitabındaki yazıyı hangi kaynaktan almıştır.
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
Yusuf Kerimoğlu-Kelimeler ve Kavramlar...

DÂR ANLAYIŞI

İçinde yaşadığımız toplumda vatan ve vatandaşlık tâbirlerini herkes bilir. Namaz kılan kimseler vatan-ı aslî, vatan-ı ikâmet ve vatan-ı sefer gibi kavramlara yabancı değildirler. Son yüzyılda vatan kavramı, fıkhî mahiyetinin dışında, yepyeni bir mânâ kazanmıştır. Bu yeni mahiyet, dâr mefhûmuna büyük bir darbe indirmiştir. Dâr, lûgatlarda; "Yerleşme mekânı, belde ve bir kavmin konakladığı, ikamet ettiği yer"I anlamında kullanılır. Nitekim Medine için Dâru's-Sünne terkibi meşhurdur.2 Bütün mûteber kaynaklarda; dâru'l-İslâm, dâru'ş-şirk, dâru'l-küfr, dâru'l-mütegallibe ve dâru'l-harp gibi terkiplere rastlamak mümkündür. Dikkat edilirse terkiplerde hep keyfiyet ön plândadır. Zira mü'min için, yeryüzünün doğusu da, batısı da Allahû Teâla (cc)'ya aittir. Bütün âlemlerin yaratıcısı ve onlar arasındaki nizamın sağlayıcısı kimdir? sualine her mü'min aynı cevabı verir: Elbette Allahû Teâla (cc)'dır.



Kur'ân-ı Kerîm'de: "Bir mü'minin diğer bir mü'mini yanlışlık eseri olmayarak (kasten) öldürmesi yakışmaz. Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse mü'min bir köle azad etmesi ve (ölenin) ailesine teslim edilecek bir diyeti vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar (o diyeti) sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer (öldürülen) mü'min olmakla beraber, size düşman olan bir kavimden ise, o zaman öldürenin mü'min bir köleyi azad etmesi lâzımdır. Şayed kendileriyle aranızda anlaşma (muahede, musalaha) olan bir kavimden ise, o vakit mirasçılarına bir diyet vermek ve bir mü'min köle azad etmek gerekir. Kim (bunları) bulamazsa, Allahû Teâla (cc) tarafından tevbesinin (kabulü) için, birbiri ardınca iki ay oruç tutması icab eder. Allah her şeyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir"3 hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şafıi (rh.a) bu ayeti zikrettikten sonra şunları ifade eder: "Görüldüğü gibi Allahû Teâla (cc), hataen öldürülen bir mü'min için diyet ve bir kölenin azadını emretmiştir. Aramızda muahede bulunan (dârul-musâlaha) kanı, yurdu ve ahdi korunması gerekenlerin durumlarmı da beyan buyurmuştur. Kanı ve dâr ı masum olmayan, (dâru'l-harpte) yaşayan mümin için ise, diyet yoktur, keffaret vardır. Zira mü'minin kanı iman etmesi sebebiyle korunmuştur."



Resûl-i Ekrem (sav)'ın sünnetinde de dâru'l-İslâm ve dâru'l-harp mefhumlarına rastlıyoruz. "Dârul -İslâm; içinde yaşayanı her türlü tecavüzden korur, dâru'l-harp ise içinde bulunanı mübah kılar"(5) hadisi, insanların zaruri emniyetlerini beyan eder. Dâru'l İslâm; her türlü tecavüzü yasakladığı için, orada bulunan insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetleri mevcuttur. Dâru'l-harp'te ise, bu emniyetlerden söz etmek mümkün değildir. Resûl-i Ekrem (sav)'in dâru'l-harp'te haddler tatbik edilmez (6) hadisi, bunun bâriz bir örneğidir. Yine Hz. Mekhûl (rh.a) gibi bir fakihten rivayet edilen: "Dâru'l-harp'te mü'minle harbî arasında faiz yoktur"(7) hadisi, mal emniyeti ve muamele açısından farklılaşmaya işaret etmektedir. Kur'an ve sünnetteki dâru'l-İslâm ve dârul-harp mefhûmlarının mahiyeti, fûkaha tarafından izah edilmiştir. Bilhassa "Siyer" ve "Cihad" bahislerinde mefhumların mahiyeti üzerinde hassasiyetle durulmuştur. İmam-ı Serahsi; "Dâr mefhumu, idare ve hakimiyete göre mahiyet kazanır. Müslümanların hakimiyeti altında olan ve İslâm ahkâmının tatbik edildiği beldeler dâru'1-İslâm; mü'minlerin imamının sultası (hâkimiyeti) altında ve İslâm ahkâmının yürürlükte olduğu beldedir. Dâru'1-harp ise; kâfirlerin reisinin emir ve idaresi altında olan, küfür ahkâmının yürürlükte olduğu ülkedir."(9) Hanefi fûkahası; bu tariflerde kesinlikle ittifak etmiştir. Tek bir ihtilâf dahi gösterilemez. Fakat "dâru'l-İslâm olan bir ülke, hangi şartlarla dâru'l-harbe dönüşür?" sualine cevap ararken; İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a) ile İmameyn (İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Yusuf) arasında farklı ictihadların bulunduğu bilinmektedir. Şimdi kısaca bunu izah edelim. Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerle hükmedilen bir İslâm beldesi (dârû'1-İslâm) için üç tehlikeden söz edilebilir: Birincisi: Kâfirler işgal ve istilâ edebilirler. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı topluca irtidat ederek, dârû'l-İslâm ın içerisindeki bir beldeyi ele geçirebilir. Üçüncüsü: Mü'minlerin emîrine (ulû'lemr'e) zimmet akdi ile bağlı olan gayrımüslimler, bu anlaşmayı bozarak bulundukları beldeyi ele geçirebilir(10). Bu üç halde de bütün mü'minlerin üzerine cihad farz-ı ayn olur. İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.a)'ye göre; dârû'1-harbe dönüşebilmesi için şu üç şartın tahakkuku gerekir: Birincisi: İçerisinde şirk ahkâmı icrâ edilmelidir. İstilâ altındaki müslümanlar; kendi aralarında şeriat ahkâmından hiçbiri ile hükmedemez duruma gelmelidir. İkincisi: İçerisinde evvelki eman ile nefsi üzere (yani mü'minlerin bey'at, zımmilerin anlaşma sebebiyle) emin bir müslüman veya zımmî kalmamış olmalıdır(11). İmameyn'in kavline göre, küfür ahkâmının icrası ile birlikte; dârû'l-İslâm olan bir belde, dârû'1-harp haline gelir. Kıyas budur.
(12) Ömer Nasûhi Bilmen, İmameyn'in kavlini zikrettikten sonra: "Binaenaleyh hükümdarı (yöneticisi) harbî olan herhangi bir ülke, bir darû'l-harb bulunmuş olur. Velev ki dârû'1-İslâm'a muttasıl olsun. Müftabih (kendisiyle fetva verilen) olanda budur" (13) diyerek, ûlemanın tercihine işaret eder. İmam-ı Malik ve İmam-ı Ahmed b. Hanbel (Allah kendilerinden razı olsun) "Dârû'l-İslâm olan bir belde de, küfür ahkâmının açıktan tatbik edilmesiyle birlikte dârû'l-harb olur" hükmünde müttefiktir!.. İmam-ı Şafii (rh.a)'nin müftâbih kavline göre; dârû'1-İslâm olan bir belde, istilâ ile birlikte dârû'l- harbe dönüşmez. Zira müstevlilerle (ister kâfir, ister mürted olsun) son müslüman şehid düşünceye kadar cihad etmek farz-ı ayn'dır. Cihad devam ettiğine göre, eski hüküm bâki kalır. Çünkü sünnetle sabittir ki "İslâm üstündür, ona üstünlük olamaz!.."



İmam-ı Kasani, İmam-ı Azam Ebû Hanife'nin koyduğu şartları izah ederken şunları zikreder: "Dâr ın İslâma veya küfre izafesinden maksad, bizzat İslâm'ın, küfrün kendisi değildir. Maksad; emniyet ve korkudur. Eğer bir beldede emniyet mutlak surette müslümanlara, korku da aynı şekilde kâfirlere ait ise orası dârû'l-İslâm'dır. Ancak emniyet (hakimiyetleri sebebiyle) mutlak surette küffâra, korku da müslümanlara ait ise o yer dârû'1-küfürdür, Ahkâmı tatbik etme; emniyet ve korkuya dayanan bir hâdisedir. Bu sebeble emniyet ve korkunun itibara alınması evlâdır." (14)



Şimdi dârû'l-harb olan bir belde, hangi şartlarla dârû'1 İslâm'a dönüşür? sualine cevap arayalım. Hanefi fûkahası: "Dârû'l-harb tek bir şartla dârû'l-İslâm olur. Bu şart da o beldede, İslâm ahkâmının uygulanmasıdır" (IS) hükmünde müttefiktir, bu noktada hiçbir ihtilâf yoktur. Molla Hüsrev: "İçinde İslâm ahkâmının tatbik edildiği dâru'1-harp (olan belde) dâru'l-İslâm'a dönüşür. Cum'a ve bayram namazlarının kılınması gibi!.. Her ne kadar o beldenin (dârû'1-harbin) mûkim olan kâfirleri orada kalsalar da, o belde dâru'1-İslâm'a bitişik olmasa da, durum aynıdır" (I6) hükmü zikreder. Bilindiği gibi Hanefi fûkahasına göre', "`Cum'a ve bayram namazlarının edâsı, İslâm ahkâmının tatbik edildiği şehirlerde, mü'minlerin ûlû'lemirlerinin izniyle edâ edilir. Bu hususta sünnet varid olmuştur" İslâm ahkâmı uygulanınca, o belde de, idare ve hakimiyetin mü'minlere geçtiği sabit olur!.. Bir beldede mü'minler, kendi seçtikleri cum'a imamının değil de, o beldedeki siyasî yönetimin tayin ettiği imamın arkasında cum'a namazı kılıyorlarsa, o siyasî yönetime karşı cihaddan söz edemezler. Zira her ibadet, edâsının şartlarına riayet edilerek kılınır. Cum'a ve bayram namazlarının edâsının şartları, mükellefin dışında aranan şartlardır. O şartların bulunması; idâre ve hakimiyete sahip olduklarının kat'i delilidir. Amelde Hanefi mezhebini taklid eden mü'minler bu hususta dikkatli olmalıdırlar! ..



Türkiye'nin fıkhî duıumuna gelince!.. Osmanlı Devleti nin (saltanatının) yıkılışı ve cumhuriyet'in kuruluşu yıllarında, bu konu tartışılmıştır. Son Osmanlı Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi Kitabû'l-İlm ve'l-Akl ve'l-Mâkûl isimli eserinin girişinde: "Kanun bakımından dünya ikiye ayrılır: Dâru'l-İslâm ve dârû'l-harb!.. Dârû'l-İslâm da İslâm fıkhı hayata hâkimdir, bütün işler Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlere göre tanzim edilir. Orada mü'minler emniyet içerisindedirler ve hâkim durumdadırlar. Dârû'l-harp'te ise İslâm ahkâmı açıktan red olunur ve müslümanlar güvenliklerini yitirirler. Türkiye'de kurulan demokratik-laik cumhuriyet; medenî kanunu kabul etmek suretiyle, İslâm fıkhını yürürlükten kaldırmış ve diğer hususlarda da, Avrupâ dan getirilen kanunlarla hükmetmeye başlamıştır. Bu sebeple ikinci kısma (dârû'1-harbe) dahil olmuştur" diyerek bunun fetva olduğunu ilân etmiştir. Prof. Dr. Erol Güngör; Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'nin, Türkiye Cumhuriyeti kurucularını beğenmediği için, "Türkiye dârû'1-harptir" dediği kanaatindedir.I Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşüncenin Tarihi isimli eserinde Mustafa Sabri Efendiyi, "sert kaideci bir tutumla" suçlamaktadır.15 Üniversite çevrelerinin bu tutumu, son yıllarda, demokrasi ve cumhuriyeti savunan dindar çevrelere de yansımıştır. Zaman zaman: "Efendim, Türkiye dârû'l-harptir diyorlar. Bunlar bozguncu taifedir. Cahillikleri yüzünden İslâm a zarar veriyorlar" gibi ilmî olmaktan ziyade hissî çıkışlara rastlanmaktadır. Bilhassa teksir ve küçük broşürler yoluyla yapılan (genellikle de imzasız olan) bu tür açıklamaların ilmî bir değeri yok. Fakat kitap ve sünnette yer alan "dâr" mefhumunun gündeme girmesinde önemi rol oynadıkları inkâr olunamaz.











KAYNAKLAR



(1) İbn-i Manzur, Lisaııû,l Aı-ab, Beyrut: 1955 c. IV, sh. 298.

(2) Dr. ,Subhi es-Salih, Hudis Ilinıleı-i ve Hadis Istılâhları, Ank.1971, sh. 6 (Müt: M. Yaşar Kandemir)

(3) Nisâ sıîresi: 98.

(4) İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire: 1972 (2. bsm) sh: 301-302 Madde: 837.

(5) İmam Ebu'I-Hasan el-Maverdi, el-Alıkâmu's Sultaniye, Kahire:1966, sh. 60.

(6) İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut: ty, c. IX, sh. 100. Ayrıca İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhu Bidayetü'( Mühtedi, Kahire:1965 c. II, sh.103; Molla Hüsrev, Dürerû'l Hükkâm fı Şerhû Gureri'I Ahkâm, İst:1307 c. II, sh. 66; İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut:1316, c. V sh. 300.

(7) İmam-ı Serahsi, a.g.e., c. XIV, sh. 56;

(8) İmam-ı Merginani, a.ge., c. III, sh. 66; Molla Hüsrev, a.g.e, c. II, sh.l89; İbn-i Hümam, a.g.e., c. V sh. 300.

(9) Kuhistâni, Câmiû'r-Rumuz, İst:1300, c. II, sh. 311.

(10) el-Feteva-ı Nindiyye, 1400, c. II, sh. 232; İmam-ı Kasani, el-Bedaiû's Senai, Beyrut: 1974, c. VII, sh.131; İbn-i Abidin, Reddü'I Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar, İst:1983, c. VIII, sh. 452.

(11) İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. VII, sh.114; İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VII, sh. 130; Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. II, sh. 232; İbn-i Abidin, a.g.e., c. VIII, sh. 448.

(12) Şeyh Nizamüddin, a.g.e., c. II, sh. 232. (Türkçe nüsha: c. IV, sh. 249). İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VIII sh. 452.

(13) Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuk-u /slâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kanıusu, İst:1976, c. III, sh. 370, Madde: 281.

(14) İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VII, sh.131.

(15) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. II, sh. 232; Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., c. III, sh. 369 Madde: 278; İmam-ı Kasani, a.g.e., c. VII, sh. 130; İbn-i Abidin, a.S.e., c. VIII, sh. 448.

(16) Molla Hüsrev, Dürerû? Hükkâm fi Şerhû Gureri'l Ahkâm, İst.1307, c. I, sh. 295.

(17) Prof.Dr. Erol Güngör, /.ılânı'ııı Bn,yürıkü Me.seleler İst:1981, sh. 235.

(18) Ord.Prof. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağda,c Düşünce Tarihi, İst:1979, sh. 198.
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
CUMA NAMAZI

Tarih boyunca mü'minlerin üzerinde hassasiyetle durdukları konulardan birisi de, cum'a namazıdır. İran da şahlık rejiminin yıkılıp, yerine İslâm cumhuriyetinin kurulmasından sonra, "Dünya Cum'a İmamları Kongresi" adı altında toplantılar düzenlemeye başlanmıştır. Bu arada; Tahran da milyonluk cum'a cemaatinin toplanması herkesin ilgisini çekmiştir. Bu ilgi; cum'a namazının edâsının şartlarını gündeme getirmiş ve ilmi seviyede tartışmalar başlamıştır. Şimdi bu konu üzerinde duralım.



Cahiliye döneminde, haftanın günleri arasında "cum' a" diye bir gün yoktur. Araplarının arûbe adını verdikleri günün ismi (cum' a ile ilgili ayet-i kerime nazil olduktan sonra) "cum' a" ismiyle anılmaya başlanmıştır(1) Cum'a kelimesi; ictimadan alınma bir isimdir. İctima, bir araya toplanmak mânâsınadır. Gerçi cemaatle kılınan her namazda toplanma vardır. Fakat cum'a namazı; içlerinde cum'a kılınmayan mescidlerin (Maalesef bugün böyle bir durum yok) cemaatlerini de bir araya topladığı içiıı, adetâ cemaatlerin cemaatidir(2) Nitekim İbn-i Abidin:



"Cuma günü büyük camiden başka şehirdeki bütün küçük mescidler kapanır. Tâ ki onlara cemaat toplanmasın. Bunu Sirâc'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Büyük caminin (cum'a camü) açılması ise zaruridir. Zâhire bakılırsa cemaat toplanmasın diye cum'adan sonra büyük cami bile kapanır. Meğer ki şöyle denile; `âdet, cemaatın vaktinden evvelinde toplanmasıdır. Binaenaleyh cum'a kılınmayan sair mescidlerin kapanması, cemaat bu camiye gelmeye mecbur olsun diyedir bu izaha göre mescidler cum'a namazı kılınıncaya kadar kapanırlar. Lâkin cum'adan sonra açmaya bir sebeb kalmadığı için ikindiye kadar kapalı kalırlar. Sonra bütün bu söylenenler cum'â dan başka bir namaza gitmekten mübalağalı bir şekilde menetmek ve onun kuvvetli bir namaz olduğunu göstermek içindir"(3) diyerek, önemli bir noktaya işaret eder. Esasen cum'a namazı, bir şehirde, tek bir camide kılındığı zaman, asr-ı saadetteki tatbikat gerçekleşmiş olur.



Cum'a namazı, kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fûkaha ile sübût bulmuş muhkem bir farizadır. Aynı zamanda mü'minlerin itaat şuurunu ayakta tutan ve onları kâfirlerle uzlaşmaz bir noktaya getiren bir ibadettir. Ehl-i Sünnet'in akaid kitaplarında, imametin niçin zarûri olduğu izah edilirken, bu konu üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Cum'a namazının edâsının şartları, mükellefin dışında arandığı için, bütün mü'minler bu konuda hassas olmak durumundadırlar. O şartlardan herhangi birisi ortadan kalkarsa, bütün mü'minler o şartın tahakkuku için gayret sarf ederler. Kâfirlerin ve mürtedlerin istilâsı altında iken: "Efendim, ûlû'lemr'in izni ihtilâflı bir konudur..." diye söze girip mü'minleri küfür ahkâmına razı etmeye çalışmak, büyük bir cinnettir. Hiçbir ilim ehli, bu yola tevessül edemez. Günümüzde bu yola tevessül eden ve müslümanların "İslâm cemaatini kurmaları" hakkını savunmayan kimselere rastlanmaktadır. Cum'a (cemaat) namazı, cihad şuurunu ayakta tutan bir ibadettir. Hepimizin hatırladığı gibi; Fransızlar'ın Maraş'ı istilâsı sırasında "Cum'a şuuru" gündeme girmiş ve küfre karşı büyük bir kıyam gerçekleşmiştir. Cum'a günü; Maraş'ın ulu camisinde (ki ulu camiler, cum'a camidir) toplanan müslümanlara Rıdvan Hoca (rha) şöyle haykırmıştır: "Müslümanlar!... Bu akşam Maraş kalesinden bayrağımız indirilmiş yerine Fransız bayrağı çekilmiştir. Cum'a namazının bir insana farz olması için onun hür olması gerekir. Fransız bayrağı o kaleden indirilmediği müddetçe, bu beldede gayrı Cum'a kılınmaz." (4) Rıdvan Hoca (rha)'nın bu açık ve yiğit tavrı; Maraşlı müslümanları, kanları ve canları pahasına da olsa, İslâm topraklarının müşriklerden temizlenmesi gerektiği şuuruna erdirmiştir. Sütçü İmam'ın (rha) tavrı da, hepimizce malumdur. Cum'a namazının dârû'l-İslâm ve cihad şuurunu ayakta tuttuğunun en yakın misâllerinden birisi de; Cezayir müftüsünün, müstevli kâfirlerin izniyle cum'a kılınamayacağına dair fetvasıdır. Nitekim Cezayirli müslümanlar, binlerce şehid vererek, müstevli kâfirleri hezimete uğratmışlardır. Tabii bunlar hep güzel misaller!.. Afganistan'da; müstevli kâfirlerin maşası Babrak Karmal gibi bir komünisti, ulû'l-emr ilân eden Şeyh Bahaüddin Ağa gibi tiplerin varlığını da biliyoruz. Allahû Teâla (cc)'nın muhkem ayetlerini bir kenara itip, hevâ ve heveslerini esas alarak, kâfirlerin velâyetini kabul eden bu tiplerin sayısı hızla çoğalmıştır. İdeolojik eğitimlerin sonucunda, ibadet ile âdeti birbirine karıştıran, geniş bir kitlenin varlığı da malûmdur. Müşrik düzenlere midelerinden bağlı olan ve rızk endişesiyle kıvranan kimselerden, İslâm'ın temel hedeflerine hizmet etmelerini beklemek gülünç olur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Cihad kıyamet gününe kadar devam edecektir"(5) buyurduğu malûmdur. Mü'minler; başta kötülüğü emreden nefisleri olmak üzere, yeryüzünde fitneden eser kalmayıncaya kadar cihad etmekle memurdurlar. Şimdi cum'a namazının mahiyeti üzerinde duralım.



Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Cum'a günü namaz için çağrıldığınız vakit, hemen Allah'ı zikretmeye gidin alış-verişi bırakın. Bu bilirseniz sizin için çok hayırlıdır."s hükmü beyan buyurulmuştur. Bu âyet-i kerime mücmeldir. Şöyle ki: (a) Âyette cum'a namazı zikredilmemiş, mutlak olarak namaz zikredilmiştir. (b) Cum'a günü; şer'i bir gün olduğuna göre, fecir vaktinden güneşin kavuşma zamanına kadar olan süre söz konusudur. Hangi vakitte çağrılacağımız da zikredilmemiştir. (c) Ayetin başında yer alan "ey iman edenler" hükmü, Arapça gramer kaidelerine göre umumi bir beyandır. Halbuki cum'a namazının kadınlara ve kölelere farz olmadığı hususunda icma vardır. Nitekim İmam-ı Münzir: "Kadınlara cum'a namazı farz değildir"(70) hükmünde müctehid imamların ittifak ettiğini, hiçbir ihtilafın olmadığını zikretmektedir. Dolayısıyle her mücmel emirde olduğu gibi, bu âyeti kerimeyi de Resûl-i Ekrem (sav) tefsir etmiştir. Müctehid imamlar; Resûl-i Ekrem (sav)'den gelen emirleri esas olanlara, cum'a namazının vücûbunun ve edâsının şartlarını açıklamışlardır. Hz. Câbir (ra)'den rivayet edilen bir hadiste Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: "Allahû Teâla (cc)'ya ve âhiret gününe iman eden bir kimseye cum'a namazı farzdır. Ancak seferi halde bulunan kimseye, kadına, çocuğa, köleye ve hasta olana farz değildir. Kim bir takım eğlence veya ticarî işlerinden dolayı cum'a namazına gitmeyip, ondan kendini müstağni sayarsa, Allah (cc) da rahmetini ve mağfiretini ondan uzak tutar. Zira Allah (cc) kimseye muhtaç değildir. Resûl-i Ekrem (sav) her şeyden müstağnîdir, hep övülmeye lâyıktır." (8) Resûl-i Ekrem (sav)'in bu emirlerini esas alan hanefi fûkahası, bir kimseye cum'a namazının farz olması için, şu şartların bulunması gerektiğinde ittifak etmiştir: 1. Hür olmak 2. Erkek olmak, 3. Mûkim olmak, 4. Sıhhatli bulunmak. Bu dört şart Kâfi'de zikredilmiştir. 5. Yürümeye gücü yetmek. Bu şart Bahru'r Raik'te zikredilmiştir (9) Bir kimse: "Efendim, cum'a namazını emreden âyette `Ey iman edenler' diye başlanılmıştır. Dolayısıyle ben bu şartları kabul etmem" derse, kendisine "Cum'a namazının kaç rek'at olduğunu ve nasıl kılınacağını ayetle isbat et... Ayrıca ayette vakit tasrih olunmadığına göre hangi vakitte kılacaksın?" sualini sorarız!.. Bu bizim en tabii hakkımızdır. Maalesef son yıllarda, müctehid imamların hukukuna tecavüz hareketi büyük bir hız kazandı. Bunun değişik sebepleri vardır.



Cum'a namazının vücûbunun şartları, namaz kılanda aranır. Ancak edâ edilmesiyle ilgili şartlar (yani edâsının şartları) mükellefte değil, onun dışında aranan şartlardır. Nitekim İbn-i Abidin: "Cum'a namazının sahih olması için yedi şart vardır. Bu hususta Nehir'de şöyle denilmiştir. "Cum'anın vücup ve edâsı için birtakım şartlar vardır. Bunların bazısı namaz kılanda, bazısı başkasında aranır. Şartları (edâsının) bulunmazsa edâ sahih olmaz. Fakat vücûbunun şartları bulunmazsa edâ sahih olur"(10) diyerek bu inceliği işaret etmiştir. Şimdi cum'a namazının edâsı için geçerli şartlar üzerinde duralım:



Birinci Şart: Cum'a namazını kıldıracak kimse; mü'minlerin ulû'l-emri (sultanı, imamı, vs.) veya onun izin verdiği kimse olmalıdır. Hz. Câbir (ra)'den rivayet edilen hutbede Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim benim hayatımda veya benden sonra, âdil veya câir bir imamı (ulû'l-emri) olduğu halde cum'a namazını, hafife alarak veya vücûbunu inkar ederek terk ederse, Allah (cc) onun dağınık işlerini toplamasın, iki yakasmı bir araya getirmesin"(11) buyurduğu malûmdur(12). Akaid kitaplarında, halife ile cuma namazı arasındaki münasebet izah edilmiştir. Bütün akaid kitapları hanefi fûkahası tarafından kaleme alınmadığına göre, bunun mezhebi bir tavır olarak nitelendirilmesi yanlıştır. Kaldı ki "Dört şey imâmın (ulû'l-emr'in) hakkıdır: Hadd cezalarını tatbik etmek, ganimetleri mücahidler arasında tatbik etmek, cum'a namazını kıldırmak ve zekâtı toplamak"(13) hadisinde de aynı muhteva mevcuttur. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafımdan yayınlanan Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi isimli eserde: "İmamı Azam Ebû Hanife (rha)'nin kavline göre devletin (Ulû'lmr'in) izni olmadıkça cum'a namazı sahih olmaz. İmam-ı Mâlik ve Şafi ve Ahmed'e göre, izinsiz kılmamak müstehap ise de kılmakta sıhhate mâni bir şey yoktur..." (14) denilerek, konunun bütün müctehidlerce gündeme getirildiğini kaydetmektedir.



Bahsin devamında da ûlû'lemr'in izni konusunun sünnete dayandığı izah edilmiştir. Şimdi âdil ve câir imam kavramlarını izah edelim: Âdil imam; hem kendi nefsinde, hem de insanlar arasında, İslâmî hükümleri tatbik eden, bey'at sonucu müslümanlar üzerinde tasarrufu ammeye hak kazanan kimsedir. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (Allah kendilerinden razı olsun) âdil imama misâldir. Cair imam ise; gerek kendi nefsinde İslâmî yaşamaması, gerekse bey'at sonucu olmadan (kuvvet kullanarak) iktidara gelmesiyle tanınır. Zulmû ile meşhur olan sultanların hepsi câir imam durumundadır. Âdil ve câir bir imam yoksa durum ne olur? Mezahib-i Erbaa'da bu sualin cevabı şöyle verilmiş: "Eğer ulü l-emrin izni olmazsa, cum'a münâkid olmaz. İnsanlara öğle namazı farz olur."(15) Tabi bu hüküm, hanefi fukahasına tahsis edilen bölümde yer almıştır. Şimdi Türkiye'de cum'a namazının edâsı için ulû'lemrin izni mevcut mudur? sualine cevap arıyalım. Birinci Büyük Millet Meclisinde cum'a namazının edâsı konusu; hilâfetin ilgası sırasında gündeme gelmiştir. Seyyid Bey; bu konu ile ilgili bir kitap kaleme almış ve Hz. Ali (ra)'nin hilâfetinden sonra, krallığın gündeme girdiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla krallıklar döneminde, cum'a namazının kılındığını hilafetle cum'anın ilgisi olmadığını, kendi uslûbuna göre izah etmiştir. Bu tartışmalar; 16 Şubat 1933 tarihli; Mustafa' Kemal'in emri ile; izin talebinde bulunan bütün cemaatlere (köy veya şehir) cum'a için müsaade edileceğinin tamim edilmesi üzerine kesilmiştir. O tarihten sonra 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980 askerî müdahaleleri (ki hepsi de cum'a gününe rastlamış ve sokağa çıkma yasağı yüzünden cum'a namazı kılınamamıştır) sonucunda; Mustafa Kemal'in vermiş olduğu izin kaldırılmamıştır. Şu anda milyonlarca cum'a cemaati, Mustafa Kemal'in izni ve onu takip eden yönetimlerin tasvibiyle toplanmaktadır. (16)Bazı çevreler ısrarla Mustafa Kemal'in:



"Hilâfeti ilga ettiği ve şer'i kanunları kaldırıp, modem kanunları getirdiği için" İslâm'a inanmadığını (tabiî gizli olarak) savunmaktâdırlar. Ancak aynı çevreler;16 Şubat 1933 tarihinde Mûstafa Kemal Atatürk'ün emri ile verilen izinle cum'a namazını edâ etmektedirler. Firaset sahibi her insan kabul eder ki; bu çevrelerin iddiaları ile amelleri arasında korkunç bir tezat vardır. Eğer iddialarında samimi iseler, kendileri gibi düşünenler arasından "Cum'a imamı" seçerek, namazlarını edâ etmek zorundadırlar!.. Ancak tezatlarını iftira, dedikodu, yaygara ve imzasız (teksir edilmiş) ilmî (!) mütalaalarla gizleme yolunu seçmektedirler.



İkinci Şart: Cum'a namazının edâsı için; mısr (şehir) veya civarinda mûkim olmak!.. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir mükellefe ne cuma namazı, ne teşrik tekbiri, ne ramazan bayramı namazı, ne kurban bayramı namazı yoktur. Bunlar ancak toplayan şehirde (mûkim olanlara) vardır." (17) hadisini esas alan Hanefi fûkahası: "Cum'a namazı ancak şehirde (mısr) edâ edilir. Köylerde sahih olmaz" hükmünde müttefiktir. İmam-ı Merginanî: "Şehir öyle bir mevzidir ki, içinde haddleri ikâme eden ve hükümleri infaz eden bir emîri ve kadısı bulunur." (18) hükmünü zikreder. Bahsin devamında da; Kerhî'den ve Selcî'den gelen rivayetleri kaydeder. Feteva-ı Hindiyye'de "Zahirü'r rivayede şehir; kendisinde kadı ve müfti bulunup haddlerin ikâme edildiği ve binalarının da Mina binaları kadar olduğu yerdir. Feteva-ı Kadıhan'da da böyledir. Hülasa'da ise; "İtimad bu kavil üzeredir" denilmiştir. Tatarhaniye'de de böyledir. Haddleri ikame etmenin mânâsı, bunu yapmaya gücün yetmesi, yetki ve selâhiyetin bulunmasıdır. Giyasiye'de de böyledir"ı9 hükmü kayıtlıdır. Zayıf bir rivayet olarak, Selci'den gelen; nüfusla ilgili tarif (mukallid) bazıları tarafından "İslâmî hükümleri tatbikte gevşeklik zuhur etmiştir" gerekçesiyle tercih edilmiştir. Bazı fûkaha ise nüfus üzerinde durulmasını, haddlerin ikamesi için, belirli bir insan cemaatinin bir arada olmasına bağlamıştır. Usûl ûleması: "Zayıf kaville amel edilemiyeceği gibi, fetva da verilemez" hükmünde müttefiktir. Selâhiyetli bir ûlema heyeti tarafından hazırlanan Feteva-ı Hindiyye'deki hükümler, zayıf kavil sebebiyle terkedilmez. (Not: Bunu zikretmemizin sebebi; imzasız [iftira teksirinde] ilmî mütalaa(!) sahibinin vehimlerini ortadan kaldırmaktır.)



Üçüncü Şart: Cum'a namazının edâsı için, cemaat şarttır. Ferdî olarak edâ edilemez. Hz. Abdullah b. Amr (ra)'dan rivayet edilen hadisi şerif'te: "Cum'a namazı her müslüman üzerine, cemaat halinde kılınmak üzere vacip olan bir haktır." hükmü beyan buyurulmuştur. Bu hadisi şerif; Beyhaki, Ebû Davud ve Hâkim'de yer almıştır. İmam-ı Merginani: "Cum'anın şartlarından birisi de cemaattir. Zira, cum'a kelimesi, ictima'dan (toplanmaktan) türemiştir. Cemaatin en azı İmam-ı Âzam Ebû Hanife (rha) katında; imamette bulunan kimsenin dışında üç kişidir. İmameyn'e göre imamdan başka iki kişidir"(20) hükmünü zikreder. İmam-ı Şafii (rha), cum'a cemaatinin en az kırk kişi olması gerektiğini beyan etmiştir. Otuz dokuz kişi olsa cum'a sahih olmaz. Buradaki ihtilâf, cemaat kavramına dayanır. İmam-ı Şafü (rha) ilk cum'a namazının kırk kişiyle kılındığını esas almıştır. Hanefi fûkahası ise, sayının değil, cemaati önemli olduğu üzerinde durur. Fakat bütün müctehid imamlar (sayıda ihtilâf etmiş olsa da) cum'a namazının cemaatle edâ edileceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Yani ferdî olarak kılınamaz. (Not: İmzasız iftira teksirinde; ilmî mütalaa (!) sahibi, Hanefilerin bu konuda da yanıldıkları iddiasındadır. Diyor ki: "Hem bunca şart ileri sürülür, hem üç kişiyle olur mu?" Halbuki fetih sonucu bir belde ele geçirildiği zaman; o beldedeki zimmîler (gayrımüslimler) kılıçtan geçirilmez. Orada İslâmî hükümler tatbik edilince darû' l-İslâm vasfı ortaya çıkar. Velev ki mü'minlerin imamının görevlendirdiği üç kişiden başka, bütün ahali gayrımüslim olsun!.. İşte o üç kişi; fethedilen bu yeni beldede cum'a namazını edâ eder. Demek ki, yanılan Hanefi fûkahası değil, iftira sahibidir.)



Dördüncü Şart: Cum'a namazının edâsının şartlarından birisi de, öğle vaktinde kılınmasıdır. Cum'a namazının olan âyet-i kerime'de, "Cum'a günü" tâbiri umumi bir beyandır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Güneş meylettiği zaman insanlara cum'a namazını kıldırınız"(21) hadisi mücmel olan zamanın tefsiri hükmündedir.



Be,sinci Şart: Cum'a namazının edâsının şartlarından birisi de izn-i âm'dır. İzn-i âm; mü'minlerin emirinin (ulû'l-emrin) insanlar için umumi müsaade vermesidir.(22) Cum'a namazının edâ edildiği caminin kapısının herkese açık olması esastır. Feteva-ı Hindiyye'de: "Cemaat camiye toplanmış olsa ve caminin kapılarını üzerlerine kapatarak cum'a namazı kılmış olsalar, bu cum'a caiz olmaz"(23) hükmü kayıtlıdır.



Altıncı Şart: Cum'a namazının şartlarından birisi de mü'minlerin emirinin veya görevlendirdiği kimsenin hutbe okumasıdır. Bir kimse mü'minlerin emirinin izni olmadan hutbe okursa ve cum'a namazını kıldırsa "âsi ve bağy" hükmünde olur (24) Çünkü bu fiilde, ümmetin velâyetine tecavüz vardır. Cum'a namazı için ulû'l-emr'in vermiş olduğu izin, aynı zamanda hutbe okuması için de izin sayılır. İbn-i Abidin: "İzin ancak mescid yapılırken şarttır: Bu sözün neticesi şudur: Sultanın izni ancak ışin başında bır defa şarttır. O cum'ayı kıldırmak için bır şahsa izin verdi mi, o şahıs da başkasına, o da başkasına izin verebilir maksad sultan (ulu'l emr) bir camide cum'a kılınmasına izin verdi mi, artık orada her şahıs ve her hâtib cum'a kıldırmaya mezûndur., (Sultanın yahut sultan tarafından mezûn olan kimsenin iznine hacet yoktur) demek değildir Buna İbn-ı Çürubaş'ın Bahır'da nakledilen şu ibaresi de delâlet etmektedir: `Bunu öğrendikten sonra anlarsınız ki, zamanımızdâ yapılanlar, bir cami de cuma kıldırmak için sultanın izni aranır. Ve sultanın cami sahibine orada cum'a kıldırmak için izin vermesi, cami sahibinin de tayin edeceği hatibe izin vermesini sahih kılar. Artık bu hatib de icabında yerine başkasını geçirmeye mezûndur. Bunun hülâsası şudur Cum'a kıldırmak ancak vasıtalı veya vasıtasız olarak sultan (ulû'l-emr) tarafından me'zûn kimseye caizdir izin yoksa caiz değildir."25 Bu metinde geçen hatıb ıstılâhı unutulmaya terkedilmiştir. "Hatıb", ıştılâhı; "Cum'a imamı" mânâsındadır Hutbeden kinayedir meselenin kavranması için Şafi` fûkahasından `İmam Ebû'l Hasan el Maverdî'nin Ahkâmû's Sultaniye isimli eserindeki şu hükümleri zikredelim. "Cum'a namazına imam tayin edilen kimse, beş vakit namazı kıldıramaz. Beş vakit namaza imam tayın edilen kimsenin cum'a namazını kıldırıp kıldıramıyacağı hakkında görüş ayrılığı vardır. Yalnız cum'a namazını başlıbaşına bır ibadet kabul edenlere göre, beş vakit namaza imam tayin `edilen, cum'a namazına imam olamaz Cum'a namazını, o günün öğle namazına sayanlar, beş vakit namâz için tayin edilen imamın, cum'a imamlıği caizdir, derler "26 Hanefi fûkahasına göre: cum'a namazı başlı başına bır ibadettir, öğle namazının bedeli değildir. bu sebeple Osmanlı döneminde, "mescid imamları" ile "hatipler" (cum'a imamları) ayrı ayrı tayin edilmişlerdir. Günümüzdeki "Hâtibogulları" tâbiride, bu maziyi hatırlatır!.. Cumhuriyet döneminde ise, bu iki görev birleştirilerek "imam-hatip" denilmiştir: Şimdi "filân caminin imam-hatibi" denilir.



Cum'a namazının;edasının Şartları; meselenin ehemmiyeti sebebiyle, tarih boyunca titizlikle tartışılmıştır. Bir şehirde "tek bir yerde mi, yoksa müteaddid yerlerde mi kılınacağı" konusunda ihtilâf sebebiyle âhir-i zuhur (son öğle namazı) gündeme girmiştir(27). Bazı fûkaha;'bir şehirde `tek bîr camide kılınacağını esas almış' ve: "Müteaddid yerlerde cum'a namazını kılmanın caiz olduğunu sahabeden ve tabiatıdan hiç kimse söylememiştir" diyerek konunun ehemmiyetini ..işaret etmiştir: Hanefi fûkahası; istilâ altında dahi mü'minlerin kendi içlerinden bir emir seçerek cemaat haline gelmelerini, seçtikleri emîrin kadı ve cum'a imamı tayın suretiyle İslâm'ın hükümlerini yaşamalarını tavsiye etmiştir.27 Fakat hiçbir fakih; "müstevli kâfirlerin reislerine itaat ederek, küfür ahkâmına râzı olun ve rahatınıza bakın" dememiştir!.. Esasen böyle demesi de düşünülemez. Afganistan'ın istilâsından sonra, firaset sahibi mü'minlerin: "Babrak Karmal'ın ve onun gibî olanların izniyle cum'a namazı kılınmaz" demeleri, bazı çevreleri rahatsız etmiştir. Bu hiçbir zaman, o beldelerde ikamet eden müslümanların, cum'a namazını terketmelerini, teklif değildir. Aksine kendi içlerinden emir seçerek, müstevlilere karşı cihad etmelerinin gerektiğini hatırlatmaktır. "Azimet"'ve "ruhsat"`'hududlarını dikkate almayarak, aklî sebeplerle keyfî gerekçeler bulmak (dinde bid'at çıkarmak) büyük bir tehlikedir Müctehid seviyesinde ilme sahip olmayan bir mü'min; sırf ilmî kudreti olmadığı için, bir müctehide ittiba eder: Bu onun üzerine vaciptir. Mükellefi, ittiba ettiği müctehid hususunda (ilmî bir delile dayanmadan) şüpheye düşürmek, İslâm'a hizmet değildir Hele hele: "Efendim, ulû'l- emr'in izni meselesi sadece Hanefilerde var, diğerlerinde yok!.. Dolayısıyle cumhurun görüşü geçerlidir" gibi; usûl-i fıkıh açısından kabul edilemeyecek iddialar gülünçtür. Kaldı ki bu uslûp, ilmî kudrete haiz olmayan mukallid mü'minler tarafından benimsenirse, Kur'ân-ı Kerîm'in dışındaki bütün eserler (hadis mecmuaları da dahil) reddedilir. Bunun ortaya çıkaracağı vahim sonuçlar, biraz ilmi olan ihlâslı mü'minler tarafından kolayca tahmin edilebilir.



KAYNAKLAR



(1) Mehmed Zihni Efendi, Nimet-i İslâm, Diyarbakır: 1339 M. İslâmî Yay. c. I, sh. 529 ("Cum'a namazı" bahsinin girişi). Ayrıca Islâm Ansiklopedisi, İst. 1977, c. III, sh. 227 ("Cum'a" Mad.)

(2) Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi, İst.1977, c. IV, sh. 2347 (459), Cum'a bahsinin girişi.

(3) İbn-i Abidin, Reddü'l Mııhtar Ale'd Dürri'I Muhtar, İst:1983. c. III, sh. 325.

(4) Kurtuln,s Dergisi, Şubat 1977 Yıl: 3, sh. 24 (Maraş Yüksek Tahsil Gençliği tarafından, Maraş'ın kurtuluş gününde çıkanlan dergi).

(5) İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'l Mübıedi, Kahire:1965, c. II, sh.135.

(6) Cumâ Sûresi: 9.

(7) İbn-i Münzir, Kitabû'l-Icma, Ankara,1983, sh. 29.

(8) İmam-ı Kasani, el-Bedaiîı's Senai, Beyrut: 1974, c.I, sh. 258-259.

(9) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, el-Feteva-ı Hindiyye, Beyrut:1400, c. I, sh.144.

(10) İbn-i Abidin, a.g.e., c. III, sh. 283.

(11) Sünen-i Ibn-i Mace, İst: 1401, Çağrı Yay. c. I, sh. 343, Had. No:1801.

(12) Geniş bilgi için bkz. Sadrüddin Taftazani, Şerhû'l Akaid. İst: 1980 sh. 326-327. Ayrıca Muslihuddin Mustafa Kesteli, Şerhû Akaidi'I Kesteli, İst: 1973, Salâh Bilici Yay., sh. 181-182; Metn-i Akaid'il Ömer Nesefi, sh.12 (Kesteli'nin sonunda).

(13) Siracüddin Ebû Hafs Ömer el-Gaznevi, el-Gurreti'l Münife, Kahire:l950, sh. 68. Ayrıca İbn-i Hümam, Fethû'I Kadir, Beyrut:1316, c. IV, sh.129.

(14) Abdüllâtif Zebidî, Sahih-i Bnhari Muhtasarı, Teerid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank: ty. Diyanet Yay. c. III, sh. 47 vd.

(15) Abdurrahman el-Ceziri, Kitabü'I-Fıkh ale'I-Mezahibi'I-Erbaa, Beyrut: 1969, 3. bsm., c. I, sh. 388 (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, çev. Hasan Ege, Bahar Yayınlan, Ankara 1971 baskısında bu hüküm yer almamaktadır. Zuhül eseri atlanmış olsa gerek...)

(16) Bu iznin metni için bkı: A. Hamdi Akseki, İslâm Dini, Ank:1973 (27. bsk), sh.173.

(17) İmam-ı Serahsi, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. II, sh.121. Aynca İmam-ı Merginani, el-Hidaye Şerhû Bidayetü'I Mühıedi, Kahire: 1965, c. I, sh. 82; İbn-i Hümam, Feıhû'I Kadir, Beyrut:1315, c. I, sh. 409.

(18) İmam-ı Merginani, a.g.e., c. I, sh. 83.

(19) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, sh.145. (20) İmam-ı Merginani, a.g.e., c. I, sh. 83.

(2l) İbn-i Hümam, a.g.e., c. I, sh. 413. Ayrıca İmam-ı Merginani, a.g.e., c. I, sh. 83.

(22) Molla Hüsrev, Dürerîı'I Nükkam fi Şerhû Gureri'l Ahkâm, İst.1307, c. I, sh.138.

(23) Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, sh.148.

(24) Şeyhülislânı Ali b. Muhammed (Zenbilli Ali Efendi) el-Feteva, İst: 1324, sh.ll, Fetva no: 32. Ayrıca Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, sh.145.

(25) İbn-i Abidin, a.g.e., c. III, sh. 290. "

(26) İmam Ebû'1-Hasen el-Maverdi, el-Ahkâmn's Sultaniye, İst:1976 Bedir Yay. sh.113 (Müt.: Ali Şafak).

(27) Geniş bilgi için bkz. İbıi-i Abidin, a.g.e., c. III, sh. 300.

(28) Geniş bilgi içirr bkz. İbn-i Nüceym, el-Bahrü'r-Raik Kahire: 1311 c. IV, sh. 298. İbn-i Hümam, a:g.e., c. VI, sh. 365 Şeyh Nizamüddin ve Heyet, a.g.e., c. I, sh.146, İbn-i Abidin, a.g.e., c. XII, .145.
 
Üst Alt