بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ (1) وَوَضَعْنَا عَنْكَ وِزْرَكَ (2)
الَّذِي أَنقَضَ ظَهْرَكَ (3) وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ (4)
فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا (5) إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا (6)
فَإِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ (7) وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ (8)
Meâl
Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla
1. Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
2-3. Senin belini çatırdatan o ağır yükünü indirmedik mi?
4. Hem senin şanını yüceltmedik mi?
5. Demek ki güçlükle beraber kolaylık vardır.
6. Evet, güçlükle beraber kolaylık vardır.
7. O halde bir işi bitirince, hemen başka işe giriş, onunla uğraş.
8. Hep Rabbine yönel, O’na yaklaş!
Mekke’de ve ve’d-Duhâ’dan sonra inmiştir. Sekiz âyettir. Bu sûre adını ilk ayetinde geçen bir kelimeden almıştır. Allah Teala’nın Resûlünün kalbini ferahlandırmasını ifade eden bu neşrah kelimesi sûrenin esas konusunu teşkil etmektedir. Çok ağır olup, onun belini çatırdatan risalet ve tebliğ meşakkati, Allahın ihsanı ile hafiflemiştir. Hz. Peygamber’e tâbi olarak tebliğ ve hakka hizmet vazifesini devam ettiren bütün müslümanlara da bu sûre mühim bir kuvvet kaynağıdır.
Konusu Duhâ Sûresine o kadar benzemektedir ki, bu iki Sûrenin hemen hemen aynı dönem ve şartlarda nazil olduğu anlaşılmaktadır. Resûlullah’a teselli vermek için önce Duha Sûresi, sonra da bu Sûre indirilmiştir. Burada Allah önce şöyle buyurmaktadır: Biz sana üç nimet verdik. Bunlar varken üzülmen gerekmez... Birisi “Şerh-i Sadr” nimetidir. İkincisi, “belini büken yükten kurtulman”dır. Üçüncüsü, “isminin yücelmesi”dir.
Tefsir
أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ
1. Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
Senin için, senin mutluluğun için göğsünü açıp genişletmedik mi? Böylece nefesine genişlik, kalbine ferahlık, nefsine kuvvet ve ferahlık vermedik mi?
Sadr, her şeyin ön ve baş tarafı olduğu gibi, insanın gövdesinin de belinden başına doğru ön ve içinden kalp ve ciğerleri kapsayan üst kısmı yani sîne, göğüs veya bağır dediğimiz yerdir.
“Şerh-i sadr”, esasen göğsünü, bağrını açıp genişletmek demek olduğu halde bununla kalbe ferahlık vermek ve nefsini herhangi bir fiil veya söze açıp neşe ve sevinç ile o fiil ve sözü almak üzere genişletmek mânâsından kinâye edilmek de yaygın olmuştur. Öyle ki şerh ve gönlün açılması denildiği zaman maddi olarak göğsü veya kalbi açmak veya yarmaktan ziyade manevi olan bu neşe ve ferahlık mânâsı anlaşılır.
Âyetteki istifhâm (soru) istifhâm-ı takrîrîdir. Yani, Ey Peygamber! Hidayet, iman ve Kur’an nuruyla, biz senin kalbini rahatlattık. Nitekim Yüce Allah meâlen “Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini İslâm’a açar”(En’am, 6/125) buyurmuştur.
İbn Kesîr şöyle der: Yani, kalbini nurlandırdık ve onu geniş ve rahat kıldık. Allah, Peygamberin kalbini açıp rahatlattığı gibi, aynı şekilde, dinini de geniş, hoşgörülü ve kolay kıldı. Onda ne bir zorluk, ne bir ağırlık, ne de bir darlık vardır[1][8].
Ebû Hayyan ise şöyle der: Göğsü açmak demek, kendisine vahyedileni alabilmesi için onu hikmetle aydınlatmak ve rahatlatmak demektir. Bu çoğunluğun görüşüdür[2][9].
Bazı müfessirlere göre ise, bu ayetteki “Resûlullah’ın göğsünü açmakta” iki anlam olduğu anlaşılmaktadır. Birinci anlam şöyledir: Resûlullah nübüvvetten önce de, Arap müşriklerin, Hıristiyanların, Yahudilerin ve Mecusilerin dinlerinin yanlış olduğuna inanıyordu. Aynı zamanda, Araplar arasındaki haniflikten de mutmain değildi. Çünkü bunların akidesi de müphemdi. Resûlullah, doğru yolun hangisi olduğunu bilmiyordu. Bu nedenle o, zihnî bakımdan tereddüt içindeydi. Allah peygamberlik vererek Resûlullah’ın tereddütlerini gidermiş ve apaçık doğru yolu göstererek, ona tam bir itminan-ı kalp vermiştir.
“Göğüs açmak”ın diğer anlamı da şöyledir: Allah, Resûlullah’a nübüvvet ile birlikte, cesaret, himmet, yüksek irade ve kalp ferahlığı vermişti. Resûlullah peygamberliğin sorumluluğunu yerine getirebilmesi için gerekli olan ilme de o kadar geniş sahip olmuştu ki, başkasının zihni bunu alamazdı. Resûlullah’a, en büyük fesatları gidermek, onu düzeltmek ehliyeti bir hikmet olarak verilmişti. Bu hikmet ona, cahiliyyeye batmış ve her yönüyle aşırı kaba bir toplumda zâhirde elinde hiç bir imkan, arkasında da hiç bir kuvvet olmadan İslam’ın bayrağını yüceltmesi için verilmişti.
Bazı müfessirler ise “Şerh-i sadr” kelimesini “Şakku’s-sadr” (göğsün yarılması) manasına almışlardır. Bunlara göre şerh-i sadr, haberlerde geldiği üzere[3][10] çocukluğunda veya peygamberliği sırasında veya İsrâ gecesinde cismanî bir ameliyat Sûretinde göğsü yarılarak kalbi çıkarılıp yıkanmış, yine yerine konduktan sonra iman ve hikmetle doldurulmuş olmasıdır.
Maddî kalp yıkanmasının iman, ilim, hikmet, şefkat gibi manevî şeylerle ilgi ve münâsebeti bulunduğuna inanmayanlar bu husustaki rivayetleri mantıkî görmeyerek reddetmişlerdir. Bu ameliyatın esas itibariyle mümkün olduğunu ve maddî temizliğin manevî temizlik ile de ilgi ve münasebetini düşünenler ise bunu kabul etmiş, bununla beraber burada muradın o olduğunda ise ısrar etmemişlerdir.
Fakat bu hâdise, Buharî ve Müslim gibi çok önemli hadis kitaplarında anlatıldığı için -her ne kadar olayın mahiyeti tam olarak bilinemese de- doğrudur ve inanılması gerekir kanaatindeyiz.
قَلْبَك “Senin kalbini” denilmeyip de صَدْرَكَ “senin göğsünü” denilmesi, bu yarmanın genişliğine, yani yalnız içte kalmayıp eserleri dışta da göründüğüne dikkat çekmek olmalıdır. Yani Resûlullah (sav)’ın sinesi “Mü’minler için kanadını indir.”(Hicr, 15/88) emri gereğince bütün müminlere şefkat ve merhametle açıktır.
“Nûn” ile نَشْرَحْ أََلَمْ “açmadık mı?” buyurulup da, أَلَمْ أَشْرَحْ “açmadım mı?” buyurulmamasının izahı ise şöyledir: “Nûn” tazim ve ululuk gösteren nûn olması itibariyle, nimeti verenin büyüklüğü nimetin de büyüklüğünü gösterir.
وَوَضَعْنَا عَنكَ وِزْرَكَ (2) الَّذِي أَنقَضَ ظَهْرَكَ (3)
2-3. Senin belini çatırdatan o ağır yükünü indirmedik mi?
Vad’, burada yükü indirmek mânâsınadır. Vizir ise, ağır yük demektir. Günah ve vebal mânâsı da vardır.
Bazı tefsircilere göre وِزْرَكَ ‘yükün’den maksat, Resûlullah (sav)’ın işlemiş olduğu hatalardır. Onların, Resûlullah (sav)’tan kaldırılmasından maksat ise, bağışlanmalarıdır. Nitekim Yüce Allah meâlen “Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar”(Fetih, 48/2) buyurmuştur. Buradaki günahlardan maksat, isyanlar ve büyük günahlar değildir. Çünkü peygamberler suç işlemekten korunmuşlardır. Fakat bunlar, Hz. Peygamber (sav)’in kendi içtihadı ile yapıp ta kınandığı şeylerdir, demişlerdir.
Fakat vizr kelimesinin mânâsı, mutlaka “günah” anlamına gelmez. Bu kelime -biraz önce de söylediğimiz gibi- ağır yük anlamında da kullanılır. Bu nedenle, hiç bir sebep yokken bu kelimeyi kötü mânâda, yani günah mânâsında alamayız. Vizir, günah mânâsına değil, ağır yük mânâsıyla, peygamberliğin ağırlığı veya Hz. Peygamber (sav)’i peygamberlikten önce veya başlangıcında son derece üzen ve dayanılması ağır gelen bir takım zorluklar demek olması daha doğrudur ve çoklarının tercihi de budur. Çünkü, Resûlullah’ın hayatı nübüvvetten önce de o kadar temizdi ki, Kur’an onun hayatını örnek vererek muhaliflerine meydan okumaktadır.
“İnkâd-ı zahr”: yükün sırta ağır basarak kemiklerini çatırdatması veya üzüp zayıf düşürmesi, bitkin ve güçsüz etmesi demektir. Burada maksat, Hz.Peygambere, peygamberliğinin ilk döneminde dayanılması ağır gelmiş olan zorlukların böyle ağır bir yüke benzetilerek anlatılmasıdır. Sırtında gıcırdamakta, bu şekilde sana eza vermekte olan o ağırlığı, o ağır yükü senden attık, indirdik, demektir.
وَرَفَعْنَا لَكَ ذِكْرَكَ
4. Hem senin şanını yüceltmedik mi?
Zikir, burada şeref ve şan mânâsınadır. Resûlullah (sav)’ın nam ve şanının yüksekliği, bütün Nebî ve Resûller içinde derecelerle yüksekliğidir ki, bunun özeti nam ve şanının Allah’ın namını takip etmesi, Allah anıldıkça onun da anılmasıdır.
Bir hadiste Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Cebrail (as) bana geldi ve dedi ki: Rabb’im ve Rabb’in şöyle buyuruyor: Bilir misin, senin zikrini nasıl yükselttim?”. “Yüce Allah en iyisini bilir” dedim. Dedi ki: إِذَا ذُكِرْتُ ذُكِرْتَ مَعِى “Ben anıldıkça sen de benimle beraber anılacaksın.”[4][11]. Bu ise nam ve şan yüksekliğinin en büyük mertebesini açıklamaktadır. “Allah” denilince Resûlü beraber anılır. لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ denilince beraberinde مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ denilir.
Ebu Hayyan şöyle der: Yüce Allah, Peygamber (sav)’in adını kelime-i şahâdette, ezanda, kamette, teşehhütte, hutbelerde ve Kur’an’da birçok yerde kendi adıyla birlikte zikretti.
Dünyada hiç bir yer yoktur ki orada müslümanların yerleşim yeri olmasın ve orada ezan okuyarak Resûlullah’ın risâleti ilan edilmesin. Namazda ve cuma hutbelerinde de Resûlullah’a salavat getirilir. Senenin on iki ayının hiçbir günü ve günün 24 saatinin hiç bir anı yoktur ki yeryüzünde bir yerde Resûlullah zikredilmesin. Bu Kur’an-ı Kerim’in doğruluğunun açık ispatıdır.
فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
5. Demek ki güçlükle beraber kolaylık vardır.
إنّ İnne edatı, bu vaadin gerçek olduğunu bildirir.
O göğsü açma ve yarma, yükü kaldırma, adını yüceltme madem ki oldu, demek ki o senin çektiğin zorlukla beraber büyük bir kolaylık vardır. Çünkü her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Ondan dolayı seni kolaylığa erdirdik, yine de erdiririz.
Tefsircilerin bazılarına göre; Hz.Peygamber (sav) ve ashabı, müşriklerin eziyetleri sebebiyle Mekke’de sıkıntı ve darlık içinde idiler. Yüce Allah onu tesellî etmek ve rahatlatmak için, sûrenin başındaki nimetleri ona saydığı gibi, burada kolaylık da vaadetti ki, gönlü hoş olsun ve ümidi artsın. Dolayısıyla bu vaadi vurgulamak için tekrarladı.
إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
6. Evet, güçlükle beraber kolaylık vardır.
Bu da evvelkini vurgulamakla beraber yeni bir başlangıç ile vaatten vaade genelleme halinde bir vurgudur. Bundan sonra da bir zorluğa tesadüf edersen onu da başka bir kolaylığın izleyeceğini veya beraberinde bir kolaylık bulunduğunu bil, bu vaadi tasdik et de o zorluktan yılma. Onu da gönül hoşnutluğuyla karşıla.
Burada مَعَ “baraber” lafzı بَعْدَ “sonra” mânâsındadır. Zira zorluk ve kolaylık zıt şeylerden olduğu için bir arada bulunmaları câiz olmaz. Bir yere peş peşe ve art arda gelirler.
Âyet, müminler için her zorlukta iki kolaylık var demektir ki, bunun birine dünya kolaylığı, diğerine âhiret kolaylığı demek uygun olur.
Rivâyet olunmuştur ki, Resûlullah (sav) bu âyet inince ferahlık ve neşe içinde gülerek çıkmış, لَنْ يَغْلِبَ عُسْرٌ يُسْرَيْنِ “bir zorluk iki kolaylığı yenemez”, إِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا (6) فَإِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا (5) * “Zorlukla beraber bir kolaylık vardır, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.” diyordu[5][12]. Bu mânâ çoğunlukla zorluk mânâsına gelen “usr” kelimesinin ma’rife (belirli), kolaylık mânâsına gelen “yüsr” kelimesinin ise nekre (belirsiz) olmasıyla izah edilmiştir.
Ayrıca, zorlukla beraber kolaylığın var olması, onun herkes için meydana gelmesini de gerektirmez. Ebu Ubeyde Hz. Ömer b. Hattab (ra)’a mektup yazmış, Rumlar’ın çokluğunu ve onlardan korktuğunu, endişe duyduğunu anlatmıştı. Hz. Ömer (ra) de ona: “Şu muhakkak ki mümin bir kalbe herhangi bir sıkıntı inerse yüce Allah ona bunun arkasından bir rahatlık verir ve bir zorluk iki kolaylığı yenemez.” diye yazmıştır[6][13]. “Mümin bir kalbe” denilmekle imanın gereği olan gönül huzuru ve sabra da işaret vardır.
فَإِذَا فَرَغْتَ فَانصَبْ
7.O halde bir işi bitirince, hemen başka işe giriş, onunla uğraş.
Boşaldığın vakit, yani her zorluğa bir kolaylık vurgulanarak vaat edilmiş olduğu için bir görevi, bir ibadeti bitirip bir zorluktan bir kolaylığa geçtiğin, biraz dinlendiğin, meselâ aldığın vahyi yerine ulaştırdığın, farzlarını yerine getirdiğin vakit yine yorul, iş bitti diye rahata düşüp kalma da yine zahmeti tercih edip diğer bir ibadet için kalk, çalış, yorul; farz bittiyse nafileye geç, namaz bittiyse duaya geç ki, kolaylık da artsın, şükürde devam etmiş olasın. Bu emir de, sadece Hz. Peygamber için değil, her bir müslüman içindir.
Bu âyet-i kerime, İslâm’da çalışmanın önemine işâret eden en önemli âyettir. Çünkü Müslümana önemli bir hareket felsefesi ve bir hayat düsturu sunuyor. Evet mü’min her zaman hareket halinde olmalıdır. Çalışırken hareket, dinlenirken de hareket.. bir diğer ifadeyle o, mesaisini öyle tanzim etmelidir ki, hayatında hiç boşluğa yer kalmamalıdır. Gerçi insan olmanın gereği, dinlenmeye ihtiyaç duyduğunda dinlenecektir ama, böyle bir dinlenme de yine aktif dinlenme şeklinde gerçekleşmelidir. Meselâ, dimağı okuma ve yazma ile meşgul olan ve yorulan biri, yatarak dinlenebileceği gibi, pekâlâ meşguliyet değiştirerek dinlenebilir; Kur’an okuyabilir, namaz kılabilir, kültür-fizik yapabilir, sohbet, hatta yerinde şakalar yapabilir ve hâkeza. Bunlarla yorulduğunda da döner, tekrar kitabı mütalâaya koyulur. Kısaca, sürekli hareket; mesâisini, sürekli bir meşgaleyi bırakıp diğerine geçme şeklinde sürdürme.. böylece, “çalışarak dinlenme, dinlenirken çalışma” metoduyla hareket etme, mü’mince bir davranış olsa gerek.
وَإِلَى رَبِّكَ فَارْغَبْ
8. Hep Rabbine yönel, O’na yaklaş!
Mef’ul (tümlec) olan وَإِلَى رَبِّكَ “Rabb’ine” kelimesinin fiilden önce getirilmesi “ancak” ve “sadece” mânâsını ifade etmek içindir. Yani ancak Rabb’ini iste ve arzula, her ne umarsan ondan um. Onun dışındaki sebep ve illetlerde veya gayelerde duraklayıp kalma, başka maksada bağlanma da bütün çalışmalarında ancak ona yönel, durmadan ona doğru yürü.
mk:@MSITStore:E:\yedek\Alınan Dosya...TEFSiRi.CHM::/094 insirah suresi.htm#_ftnref1[1][8].Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/125.
mk:@MSITStore:E:\yedek\Alınan Dosya...TEFSiRi.CHM::/094 insirah suresi.htm#_ftnref2[2][9].İbn Hayyan, Bahru’l-Muhit, 8/487.
[3][10].Buhârî, Menâkıb 42; Müslim, İmân, bâbu’l-isrâ; Nevevî Şerhi, 2/215-217; Kurtubî, 20/104.
[4][11].et-Taberî, Câmiu’l-Beyan, 30/151; İbn Hibban, Sahih, 5/162.
[5][12].Muvatta, Cihad 6.
[6][13].a.y.