Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İlhadın bu kadar ön almasının sebebi nedir?

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net
İlhadın bu kadar ön almasının sebebi nedir?

İlhâd, netice îtibâriyle inkâr olduğundan, yayılıp gelişmesi. daha çok gönül dünyasının yıkılmasıyla alâkalıdır. Tabiî, başka sebeplerin mevcûdayetinden de bahsedilebilir.

İlhâd: Düşüncede. inkâr, Allah kabul etmeme ve bir ateizm: tasavvurda. sınırsız hürriyet ve alabildiğine serâzâd olma hâleti: amel ve davranışlarda ise, bir ibâhiye (yasak tanımama ve aklına esdiği gibi yaşama) keyfiyetidir.

Düşüncede ilhâd. nesillerin ihmâli, ilim ve ilim yuvalarının su-i istimâli neticesinde serpilip gelişdiği gibi, daha sonra arzedeceğim bir kısım hususlardan destek alarak da, hız kazanmakda ve yaygınlaşmaktadır.

Bir toplum iç'ınde ilhâdın ilk yeşerdiği vasat, serpilip gelişdiği atmosfer, cehâlet ve kalbsizliğin hâkim olduğu atmosferdir. Kalbi ve ruhu beslenemeyen kitleler ergeç ilhâdın pençesine düşerler ve Hak yardımı olmazsa bir daha da kurtulmaları imkânsız gibidir... Bir millet, kendini meydana getiren fertlere, öğretilmesi ve inandırılması gerekli olan şeylerin, öğretilmesi ve inandırılması uğrunda, lüzumu derecesinde hassasiyet göstermezse. bilgisizlikden askıya alınan o fertler, kendilerine telkin edilecek herşeyi kabule hazır hâle gelmiş ve dolayısıyla da ilhâdâ itilmiş olurlar.

İlhâd; evvelâ, inanç esaslarına karşı alâkasızlık, umursamazlık şeklinde belirir. İçinde biraz da fikir ve düşünce serbestiyeti gamzeden bu tavır, ilhâd ve inkâra destek olabilecek küçük bir emâre bulunca, hemen büyüyüp dal-budak salmaya başlar. İnkârın; ciddî, kayda değer ve ilmî hiçbir sebebi yokdur. Bazen. bir ihmâl, bazen bir gaflet. bazen de bir yanlış değerlendirme onu doğurabilir.

Günümüzde, bu hususların hemen hepsiyle helâk olmuş pek çok kimse vardır. Ancak, bunlar arasında, ehemmiyet derecesine göre baş sırayı alacakların te'siri, tahrîbi daha büyük olduğundan, biz de sadece onların üzerinde durmak istiyoruz.

Şunu da hemen arzedeyim ki, burada ilhâd ve inkârın izâlesi ve bu hususda gerekli olan delillerin ortaya konması mevkünde bulunmadığımızdan okuyucu bizden. mücelletlerle ifâde edilebilecek şeyleri istememelidir. Aslında. soru - cevap sütunlarında, çok yüklü sayılan böyle derin bir mevzuun, tahlil edilemeyeceği de herhâlde takdir buyurulur. Kaldı ki, o hususda meydana getirilen şaheserler varken. yazılacak şeyler olsa olsa onların tekrarı olacakdır.

Sadede dönelim. Günümüzde, herbiri, ilahî birer mektup olan eşyâ ve herbiri kudret kalemindan çıkmış hâdiseler: tabiri diğerle. tabiat ve onun kanunları, ilhâda "meşcerelik" gibi gösterilmekde ve nesiller iğfal edilmektedir. Oysa ki, şarkda ve garbda ellibin defa yazılıp çizildiği gibi tabiat kanunları, âhenkle işleyen bir mekanizma, istihsâli fevkalâde bol bir fabrika ise, bu âhenk ve ıttıradı: bu düzen ve istihsal gücünü nereden almışdır? Bir şür gibi akıcı, bir mûsiki gibi ruhları okşayan tabiat'ın, bu ses ve soluğunu kendine ve rastlantılara vermek mümkün müdür?.

Tabiat, zannedildiği gibi, inşâ edici bir güce sahipse, kendinin nasıl varolduğunu, bu gücü nereden elde ettiğini îzâh edebilir miyiz? Yoksa "kendi kendini yaratdı" mı diyeceğiz!. Bu ne korkunç muğâlata, ne inanılmaz yalandır!..

Bu hilâf-ı vâkinin içyüzü şudur: "Ağaç ağacı yaratdı; dağ. dağı: sema. semayı"... Böyle bir mantıksızlığa "evet" diyecek bir fert çıkacağını zannetmiyorum. Ve şayet "tabiat" denilince, doğrudan doğruya "şeriat-ı fıtriye" deki kanunlar kasdediliyorsa. bu da ayrı bir aldatmacadır. Zîra kanun -eskilerin ifadesiyle- bir arazdır. Araz, cevherin varlığıyla var ve onunla kâimdir. Yânî, bir mürekkebin, bir organizmanın heyet-i umumiyesini onu tamamlayan bütün parçaları, bir arada düşünmeden, onlarla alâkalı kanun mefhûmunu tasavvur etmek mümkün değildir. Başka bir ifâde ile. kanunlar varlıklarla kaimdirler. Neşvü nemâ kanunu bir tohum ve çekirdekle; câzibe kanunu, kütleler arasındaki değişik münâsebetler veya hayyizle kâimdir. Bunları çoğaltmak mümkündür. O halde, varlıkları düşünmeden. kanunları düşünmek ve hele, o kanunları varlığa menşe ve esas saymak. tamamen bir hokkabazlık ve diyalektikdir. Sebeplerin varlığa esas ve kâide olması da, bundan daha az garib değildir. Doğrusu, binbir hikmet ve incelikleri ihtiva eden şu âlemi, hiçbir ilmî kıymeti olmayan sebepler ve rastlantılarla îzâha kalkışmak, oldukça gülünç ve gülünç olduğu kadar da ilimlerin butlânını iddia gibi bir tenâkuz ve hezeyandır.

Müller'in denemeleri, sebeplerin yetersizliği ve tesadüflerin aczini îlân ederken, ilimler konuşmuş ve ilim hükmünü vermişdi. "Sovyetler Birliği Kimya Enstitüsü", Oparin başkanlığındaki 22 senelik çalışmasıyla, kimyevî kanunların ve kimyevî reaksiyonların varlığa ışık tutmakdan çok uzak bulunduğunu da yine ilimler ve ilim adamları söylüyordu.

Bugün yıllarca ilim mahfillerinde tecrübevî (pozitif) bir hakikat gibi tedris edilen "evolüsyon ve transformizm ", yeni ilmî buluşlar ve genetikle alâkalı gelişmeler karşısında, artık fantazi birer nazariye hâline gelerek tarihe malzeme olmadan başka hiçbir kıymet-i ilmiyeleri kalmamışdır. Ne acıdır ki, bu yetersiz ve mevsimlik vâhî meseleler hâlâtamamen muâllâkda olan, kültürsüz, mesnetsiz ve kaidesiz zavallı neslimizin ilhâdını netice vermektedir.

Bereket versin ki, diğer yanda buna muhâzî olarak, duygu ve düşüncelerimizdeki zedelenmeleri giderecek, kalbî ve rûhî yaralarımızı tedavi edecek bir kısım eserler de, piyasaya sürülmeye başlamışdır. Ve artık bugün, tabiat ve sebepleri. hakiki yüzleriyle aydınlığa kavuşduran kitapların, doğu ve batı dilleriyle yazılmış yüzlercesine hemen her yerde rastlamak mümkündür. Kendi dünyamızda yazılanları bir mizaç inhirâfı olarak yadırgasak bile, "Niçin Allah â İnanıyoruz" gibi kitabları. dünya efkârına arzeden yüze yakın batılı kalem, hiç olmazsa bu türlü müstağribleri düşündürmelidir!..

İlmî muhit ve atmosferin bu kadar aydınlığa kavuşmasından sonra. ilhâdın bir mizaç inhirâfı, bir inad ve peşin kararlılık ve biraz da çocuk ruhluluk olduğunu söylersek, mübâlâğa etmiş olmayız. Ne var ki gençliğimiz, henüz kendini idrâk edemediği, ruh dünyasıyla bütünleşemediği için; yukarıda işaret ettiğimiz, bir kısım müzelik ve tamâmen fantazi düşünceleri, ilmî gerçekler zannederek aldanmadan da bütün bütün kurtulmuş sayılmaz.

Bunun içindir ki, günümüzde artık doğruyu öğrenme ve öğretme seferberliği her türlü mükellefiyet ve vecibelerin üstünde bir ağırlık kazanmışdır. Bu yüce vazifenin görülmeyişi ise, toplumda telâfisi imkânsız uçurumlar meydana getirecekdir ve getirmiştir de. Belki de, yıllar yılı gerçek ızdırabımızın asıl sebebi de budur. Bizler kalb ve kafa izdivacına yükselmiş, kendi içinde derinleşmiş; öğretme aşkıyla yanıp tutuşan. muzdarib mürşidlerden mahrum bir kısım talihsizleriz. Ümid ederiz ki, gerçeğin öğreticileri, bu köklü ve beşerî vazifeyi yüklensinler ve bizi asırlık ızdırablarımızdan kurtarsınlar!

İşte o zaman nesiller. düşünce ve tasavvurda istikrâra kavuşacak, yanlış düşüncelere kapılmakdan, sarkaç gibi, sağa-sola gidip gelmeler ve sık sık yer değiştirmelerden kurtulacak. kısmen dahi olsa. ilhâddan korunmuş olacaklardır. Netice olarak diyebiliriz ki. düşüncede neslin ilhâdı. tamamen bilgisizlikden, terkib kabiliyetine sahib olamamadan, kalb ve ruh gıdasızlığından kaynaklanmaktadır. Zîrâ insan. çok iyi bildiğini -ve hele meziyetleri de varsa- sever: bilmediğine karşı ise. düşman kesilir: en azından alâkasız kalır.

Şimdi, başımızı kaldırıp, raflarda ve vitrinlerde sergilenen kitaplara ve o kitaplarla bize anlatılan fikirlere ve tanıtılan şahıslara bakalım. O zaman, sokakdaki çocuğun neden "apaçi" kıyafetine girdiğini; neden kendini "Zoro"ya benzettiğini ve nasıl "Don Juan" kesildiğini anlama imkânını bulacağız. Bahsettiğim şeyler, gerçeğe ışık tutan bir iki misâldir. Siz tahrib edici bu unsurların içtimâî ve iktisadî hüviyetde olanlarını da eklediğiniz zaman, iliklerinize kadar ürpereceğiniz daha bir sürü şeyle karşılaşabilirsiniz.

Dünden-bugüne insanımız, kendisine iyi olarak tanıttırılanı sevip arkasına düşdü. Tanıyıp bilmediklerine karşı da, hep yabancı ve alâkasız kaldı. Şimdi bizlere onun azgınlaşan ruhu karşısında, kendisine neler götürebileceğimizi düşünerek, bundan sonra olsun, onu boş bırakmamak ve aydınlık yolu göstermek düşüyor.

Neslin ilhâda sürüklenmesi ve inkârın yaygınlaşmasında ikinci mühim âmil de gençlik fıtratıdır. Onların sınırsız hürriyet arzuları, doyma bilmeyen iştihâları ve ankâ gönülleri bir muvâzenesizlik ifadesi olarak hep ilhâdı benimsemektedir. Bu serâzâd gönüller, "peşin bir dirhem lezzeti, ilerde batmanlarla elem ve ızdıraba tercih ettiklerinden'; acınacak âkıbetlerini hazırlama yolunda, şeytanın önlerine sürdüğü sûrî zevk ve lezzetlere pey çekmekde ve kendini ateşe atan kelebekler gibi, uçup uçup ilhâda düşmektedirler.

Bilgisizlik, kalb ve ruh gıdâsızlığı gibi hususlar arttıkça, madde ve cismâniyet. yüceltici duygulara galebe çalmakda ve Faust'un bir toyluk neticesi özünü Mefistoya kaptırdığı gibi. zavallı gençler de gönüllerini şeytana kaptırmaktadırlar. Evet, ruhlar ölü, kalbler fakir, akıllar alabildiğine hezeyan içinde. ilhâd mecbûrî istikamet demekdir. İnanç, mesuliyet duygusu, ısrarlı kalb. ruh terbiye ve tehzîbi ise, gençliğin diri lcalmasının en büyük te'minatıdır. Yoksa şeytanın. hevâ-i nefislerine musallat olduğu bir topluluk, hezeyandan hezeyana düşecek, durmadan mihrâb ve kıble değiştirecek ve her "nev-zuhûr" felsefeyi bir halaskâr olarak alkışlayacak ve bir dâye &127;4&127; sayıp kendini onun kucağına atacaktır.

Sabah kalktığında nihilizme alkış tutacak; öğlene doğru marksist-leninist sisteme selâm duracak; ikindiye doğru existansiyalizme pey çekecek ve belki de, akşam karanlığıyla beraber Hitler'e ait türküler söyleyecektir. Ama, hiç mi hiç, kendi ruh-köküne, ulu-millet ağacına, onun asırlık meyvelerine; kültür ve medeniyetine dönüp bakmayacaktır.

Tasavvur dünyası, bu denli bozulmuş bir neslin, hevâ ve hevesden kurtulması, zihin ve düşüncede istikâmete ermesi oldukça müşkül, belki de imkânsızdır.

Onun için, neslimize, bugüne kadar varlığımızı ona borçlu olduğumuz esaslardan müteşekkil, bir terminolojinin belletilmesi ve fikir hayatında sistemli ve müstakim düşünceye ulaştırılması şarttır. Yoksa, bu maymun iştihalılık ve:

“Bu hissizlikle, cemiyet, yaşar derlerse pek yanlış:

Bir millet göster. ölmüş ma'neviyâtryla sağ kalmış.”

M.A.

İlhâda diğer bir sâik de. herşeyin mübah görülmesi. "ibâhîlik" ve mevcud herşeyden istifâde edilmesi düşüncesidir. Dünya nimetlerinin bütününden kâm alma felsefesine dayanan bu anlayış, bilhassa günümüzde sistemleştirilerek bir felsefî mekteb haline getirilmiştir. Bize doğru gelirken, ilk defa "libido" ile sarsılan ve ırgalanan hayâ hissimiz. ).P. Sartre. A. Camus'la yerle bir edilmiş ve harâbeye döndürülmüştür.

İnsanı, insanlığından utandıran ve daha çok çöplüğe benzeyen bu "ruh sefâleti" felsefesi, "nesillere. insanın gerçek yanını aydınlığa kavuşturan" bir düşünce sistemi diye arz ve takdim edildi. Evvelâ, bütün Avrupa gençliği, daha sonra ise, taklitçi dünya, hipnoz edilmiş gibi bu akıma koştu. İnsanlık, onda, komünizmle güdükleşen benlik ağacının, yeniden serpilip gelişeceğini ve kendi kendine ereceğini zannediyordu. Heyhât! O, son bir kere daha aldatıldığının farkında değildi.

İşte, Yaratıcıyı kabuldeki, haramlar ve mubahlar inancı, böyle alabildiğine soysuzlaşmış ve yılışıklaşmış neslin, herşeyden kâm alma felsefesine ters geldiği için; o, kendini ilhâdın kucağına atmakda ve onda Hasan Sabbah'ın yalancı cennetlerini bulmağa çalışmaktadır.

Geleceğin basiretli sevk ve idarecilerinin, mürşid ve muallimlerinin, ilhadı durdurma adına nazar-ı itibâre alacakları mülâhazasıyla yukarıdaki hususları arzettik. Yoksa, ne serserilik ve hezeyanın sebepleri bunlardan ibaretdir; ne de buna karşı yapılması gerekli olan tahşidat söylenenlere münhasırdır.

Başlayan bu yeni dönemde. milletimizin kendi kendini feth ve keşfetmesi dileğiyle!...
 
Üst Alt