A. Sebepler
B. Sebebin Sıhhat, Fesad Ve Butlan İle Vasıflanması
C. İbadetin Eda, Kaza Ve İade İle Vasıflanması
Bir incelik
İkinci Kutub: Hükümlerin Delilleri
Birinci Asıl: Allah´ın Kitabı (Kur´an)
A. Kitabın Hakikati
B. Kıtab´ın Tanımı
Birinci Mesele: (İbn Mes´ud´un ´Fe Sıyâmu Selaseti Eyyâmin Mütetâbiâtin´ Şeklindeki Okuyuşu)
İkinci Mesele: (Besmele Kur´an´dan Bir Ayet Midir?)
C. Kıtab´ın Lafızları
Mesele; (Kur´an´da Mecaz Var Mıdır?)
Mesele: (Kur´an´da Arapça Olmayan Sözcük Var Mıdır?)
Mesele: (Kur´an´da Müteşabih Var Mıdır?)
D. Kitabın Hükümleri
Nesih (Kitâbu´n-Nesh)
Neshin Tanımı, Hakikati Ve İsbatı
1. Tanımı ve Hakikati
Tanım:
Tahsis Ve Nesih Arasındaki Fark
2. İnkarcılarına Karşı Neshin İsbati
3. Neshin Hakikatinin İncelenmesinden doğan bazı meseleler
Mesele: (Emrin, İmtisalden Önce Neshedilmesi)
B. Neshin Rükünleri Ve Şartları
Önbilgi
1. Neshin Şartlan
2. Nâsih Ve Mensuh´un Rükünleri İle İlgili Meseleler
Kur´an´ın Sünnet İle Neshi:
IV. HÜKMÜN SEBEBİ VE HÜKÜM-SEBEB İLİŞKİSİ
Bu başlık altında, dört konu ele alınacaktır.
A. Sebepler
Bilesin ki; bütün hallerde, Özellikle vahyin kesilmesinden sonra, Allah´ın hitabını bilmek insanlara zor geldiğinden, Ailah Teâlâ hitabını kullarına, -maddî illetin, malûlünü iktiza edişi Örneğine göre-, hükümlerinin sebebleri olarak öngördüğü (nasb) ve hükümleri gerektirici kıldığı birtakım ´maddi şeyler´le (umûr-ı mahsûse) göstermiştir.
Burada ´sebebler´ sözü ile , Allahın, hükümleri izafe ettiği şeyleri kastediyoruz. Mesela, "...Güneşin zevalinde (dülûk) namaz kıl" {17. İsra, 78}, "Bu aya kim şahit olursa, oruç tutsun" {Bakara, 2/185) ayetleri ile, Hz. Peygamberin. "Hilali gördüğünüzde oruç tutun, tekrar gördüğünüzde iftar edin" [1]sözü böyledir. Bu durum, yani hükümlerin sebeblere bağlanması durumu, namaz, oruç ve zekat gibi tekerrür eden ibadetlerde açıktır. Tekerrür etmesiyle, vücubun tekerrür ettiği şeylerin de sebeb olarak adlandırılması uygundur. Müslüman olma ve hac gibi tekerrür etmeyen şeylere gelince; bunların Allah Teâlânın "Hacc etmek, insanlar üzerinde Allah´ın hakkıdır" {Ali İmran, 3/97} sözüyle bilindiğini söylemek mümkündür.
Aynı şekilde, Allahı tanımanın (marifet) her mükellefe vacib olduğu da genellik ifade eden nasslarla (umûmât) bilinir. Bunu ayrıca bir sebebe izafe etmeye gerek yoktur. İman etmenin ve tanımanın vacib olmasının sebebinin de ortaya konulmuş deliller (edille-i mansube) olduğu söylenebilir.
Haccın vücub sebebi, ´güç yetirebilme´ (istitâat) değil ´Ev´dİr (Ka´be); Ev bir olduğuna göre, hacc da sadece bir defa vacibtir.
İman ise tanıma´dır; marifet bir defa hasıl olunca artık devam edip gider. İman konusunun bu tarzda açıklanması yadırganacak bir yaklaşım değildir. Buraya kadar söylenenler, ibadetler kısmıdır.
Malî borçlar (ğarâmât), keffaretler ve cezalar (ukûbât) kısmına gelince; bunların sebebleri de kapalı ve bilinmez değildir.
Muamelat konularında hüküm sebeb ilişkisine gelince; malların ve kadınların helalliği ve haramlığı için, nikah, satım, talak gibi zahir sebebler vardır. Bu nokta açıktır. Burada gayemiz, bu sebeblerin, hükümlerin sebebleri olarak dikilmesinın Şer´ın bir hükmü olduğuna dikkat çekmektir. Mesela, Allah Teâlânın zina eden kişi hakkında iki hükmü vardır: Biri, bu kişiye haddin gerekmesi; diğeri de, zinanın bu kişi hakkında vücub sebebi olarak konulmasıdır. Çünkü aklî illetlerin aksine zina, recm cezasını bizzat ve sırf zina oluşu sebebiyle gerektirmez. Zina işinin, recmi gerektirmesi, Şer´in onu gerektirîci yapması yüzündendir. Bu [j? 94] da hükmün bir nev´idir. Bu noktayı burada ele alışımızın sebebi de, bu hususun hükmün bir çeşidi olmasıdır. Buna göre, ´Zinanın recm için, hırsızlığın el kesme için illet kılınması, şu şu sebepler yüzündendir; livata, muhteva itibariyle zina anlamındadır. Öyleyse livata da recm için bir scbeb kılınabilir. Kefen soyucu (nebbâş) da hırsız anlamındadır´ denilerek bu hükmün talil edilmesi mümkündür. -Bu konunun özü ve mahiyeti Kıyas bölümünde gelecek-.
Bilesin ki; ´sebeb´ ismi, fakihlerin ıstılahlarında müştereken bir kaç anlamda kullanılmaktadır. Sebeb, ilk türeyişinde ´yol´ ve kuyudan su çekmekte kullanılan ´ip´ anlamındadır.
Sebebin tanımı şöyledir: Şeyin, kendisi ile değil, kendisi yanında hasıl olduğu şeydir. Mesela, ulaşma (varış), yol ile (yol sebebiyle) değil yürüme iledir. Fakat yol da gereklidir. Yine, kuyudan su alınması, ip ile değil suyu çekip alma iledir. Fakat ip de gereklidir,
Fakihler, sebeb lafzını işte bu konumdan istiare yoluyla almışlar ve onu dört şekilde kullanmışlardır.
a) Birinci kullanım, sebebin, ´bizzat yapma (mübaşeret)´ karşıtı olarak kullanılmasıdır, ki istiare edildiği yere anlam bakımından en yakını budur. Mesela, kuyuyu kazan kişiye, oraya birinin düşürülmesi ile birlikte ´sebeb sahibi´, oraya düşüren kişiye de ´illet sahibi´ denilir. Ölüm, düşürme sebebiyle olmuştur. Fakat kuyuya iterek öldürmenin olabilmesi için kuyunun da önceden mevcut olması gerekir. İşte ölüm neyin yanında, fakat onun sebebi ile olmaksızın, meydana gelmişse, ona ´sebeb´ denir. (Ölüm, kuyuda düşmekle birlikte gerçekleşmiştir. Fakat kuyunun bulunması Ölmenin sebebi değildir)
b) İkinci kullanım, fakihlerin, illetin sebebi olması itibariyle ok atmayı ölümün sebebi olarak adlandırmalarıdır. Aslında derinlemesine düşünülünce, ok atma, ´illetin illeti´dir. Fakat, ölüm, *ok atma´ ile değil, vasıta (ok) ile gerçekleştiğinden, hükmün ancak kendisiyle hasıl olduğu şeye benzemiştir.
c) Üçüncü kullanım, fakihlerin, vasfının bulunmamasına rağmen bizzat İlleti ´sebeb´ olarak adlandırmalarıdır. Mesela, derler ki; keffaret, yemini bozma sebebiyle değil, yemin sebebiyle vacib olur. Yemin, ´sebeb´tir.
Nisaba malik olmak, havi kaydı olmaksızın, zekat sebebidir. Fakat zekat vermenin vacipliği hususunda, ikisi de gereklidir. Fakihler bu anlamdaki ´sebeb´ ile, hükmü izafe etmenin güzel düştüğü şeyi kastetmişler; bunun mukabilinde ´mahal´ ve ´şart´ sözcüklerini kullanmışlar ve şöyle demişlerdir: Nisaba malik olmak sebeb´tir, nisabın üzerinden bir yıl geçmesi (havi) İse ´şart´tır.
d) Dördüncü kullanım; gerektiriciyi (mûcib) sebeb olarak adlandırmalarıdır. Bu kullanımda *sebeb\ ´illet´ anlamında olmakladır. Bu, dilin yapısına en uzak olan kullanımdır. Çünkü ´sebeb´, konuluşta, hükmün, kendisiyle değil, kendi yanında husule geldiği şeyden ibarettir. Fakat bu kullanım, şerT illetler hakkında güzel düşer. Çünkü şer´i illetler, hükmü, bizzat değil, Allah´ın gerektirmesi ve bu sebebleri de hükmü ortaya çıkarmanın alametleri kılması sebebiyle gerektirir. Dolayısıyla şer´i illetler, ´ortaya çıkarıcı alametler´ anlamındadır. Bu itibarla da, hükmün, kendi yanında (ındehu) meydana geldiği şeye benzemiştir.[2]
B. Sebebin Sıhhat, Fesad Ve Butlan İle Vasıflanması
Bilesin ki; bu bazan ibadetler, bazan de akitler hakkında kullanılır. İbadetler hakkında kullanımında ihtilaf vardır. Sahîh; kelamcılara göre, kaza gereksin gerekmesin, Şer´a uygun olan şeyden ibarettir. Fakihlere göre ise, yeterli olan ve kaza borcunu düşüren şey demektir. Mesela; abdestli olduğunu zanneden kişinin kıldığı namaz, kelamcıların ıstılahına göre sahihtir. Çünkü bu kişi, o anda kendisine yöneltilen emre uygun davranmıştır.
[1,951
Kaza meselesine gelince, kazanın vacib olması yeni bir emir sebebiyledir ve bundan, ´sahİhlik´ (sıhhat) ismi türemez. Fakihlere göre ise bu namaz fasİddir. Çünkü bu namaz, yeterli (müezie) ve kaza borcunu düşürücü değildir. Aynı şekilde, boğulmak üzere olan birini kurtarma sebebiyle namazını kesen kişinin na-_ mazı, kelamcıya göre sahih, fakihe göre ise fasiddir.
Bu ıstılahlar, her ne kadar değişik olsa da, bu ıstılahlarda tartışma olmaz. Zira mana üzerinde ittifak edilmiştir.
Akitler hakkında kullanılmasına gelince;
Bir hüküm için dikilmiş her sebeb, eğer kendisinden amaçlanan hükmü ifade ediyorsa, bu sebebin sahih olduğu söylenir. Eğer sebeple amaçlanan şey, kendisinden geri kalıyorsa, yani sebeb bulunduğu halde amaç gerçekleşmiyorsa, bu sebebin batıl olduğu söylenir. Batıl, semere vermeyendir. Çünkü sebeb, semeresi için istenmektedir. Sahih ise, semere verendir.
Fasid ise, Şâfıî hukukçuların ıstılahına göre, ´bâtıl´ ile eş anlamlıdır. Buna göre akid, ya sahihtir, ya batıldır, ve her batıl fasiddir.
Ebu Hanife ise, akitlerde butlan ile sıhhat arasında üçüncü bir mertebe ihdas edip, buna ´fesâd´ adını vermiştir. Ebu Hanife´nin kanaatine göre fâsid akit, hüküm ifade etmesi sebebiyle hukukî varlık kazanmıştır (mün´akid). Burada akdin fesadı ile kastedilen husus, bu akdin, ´vasfı İtibariyle´ meşru olmamasıdır. Fasid akdin hukukî varlık kazanması, kurulması (in´ıkad) ile kastedilen ise, bu akdin aslı itibariyle´ meşru olmasıdır. Kiba akdi fastd akdın bir örneğidir; Kiba akdi, bir satım akdi olması itibariyle meşrudur; bedelde bir fazlalığa şamil olması itibariyle de memnu´dur. tşte bu durum, hem aslı hem vasfı ile memnu olan ile hem aslı hem vasfı ile meşru olan arasında üçüncü bîr basamağı gerektirmektedir. Şayet Ebu Hanffe bu üçüncü merhalenin (basamağın) bulunduğunu benimsemiş ise, Ebu Hanife´nin, bu merhaleyi ´fasid´ terimiyle ifade edişi tartışılamaz, fakat böyle bir merhalenin bulunup bulunamayacağı tartışılır. Zira, daha önce de geçtiği gibi, vasfı itibariyle memnu´ (yasak) olan her şey, aslı itibariyle de memnu´dur.[3]
C. İbadetin Eda, Kaza Ve İade İle Vasıflanması
Bilesin ki; vacib, vaktinde yerine getirilirse ´eda´; takdir edilmiş olan veya geniş vaktinin çıkmasından sonra yerine getirilirse ´kaza´; bir defa herhangi bir kusur (halel) bulunacak şekilde yapılmış, sonra vakit içerisinde ikinci defa yapılmış ise ´iade´ adını alır. Buna göre, iade, yaptığının denginin (misi) adı; kaza, tayin edilen vakti kaçmış şeyin dengini yapmanın adı olmaktadır.
Burada yapılacak inceleme iki hususa ilişkin olacaktır.
a) Geniş zamanlı vacibdc kişi, yapmadan önce öleceği zanntna galip gelse ve yine de yapmayı tehir etse bu tehir sebebiyle asi olur. Bu kişi tehir ettikten sonra ölmeyip yaşasa, Kadı (Ra.) der ki; bu kişinin yapacağı şey, ´kaza´dır. Çünkü, zannı galib sebebiyle bu işin vakti takdir edilmiş (belirli) hale gelmiştir. Kâdı´nın bu görüşü bizce makbul değildir. Çünkü, zannettiğinin aksi ortaya çıktığından, o zannın hükmü zail olur ve tıpkı yaşayacağını bilmesi durumunda ne olacak idiyse onun aynısı olur. Dolayısıyla, eda´ya niyet etmesi gerekir. Yani hasta, ölmesi yaklaştığı halde (seneye sağ çıkma ihtimali az olduğu halde), haccı ikinci seneye ertelese, sonra iyileşse haccı edaya niyet eder.
b) Zekat, Şafirye göre derhal eda edilmelidir. Şayet bir kimse, bunu geciktirip sonra eda edecek olsa, Kâdı´nın sözüne göre, bunun kaza olması lazım gelir. Halbuki sahih olan, bunun eda olmasıdır. Çünkü, herhangi bir takdir ve tayin ile vaktini belirli hale getirmemiştir. Zekat edasında çabuk davranilmasını, ihtiyaç karinesi sebebiyle gerekli gördük. Yoksa, bütün vakitlerde zekatın edası, emrin mucibine uygundur ve emre imtisaldir.
Bunun gibi, bir namazı derhal kaza etmesi gereken kişi, bunu geciktirse, biz bunun ´kazanın kazası´ olduğunu söyleyemeyiz. Bunun için, diyoruz ki; kazanın rj vacib olması, yeni bir emir´e ihtiyaç duyar. Halbuki, eda emri, lüzumun devamı hususunda yeterlidir. Dolayısıyla başka bir delile, ikinci bir emire ihtiyaç yoktur. Öyleyse, sahih olan şudur; kaza ismi, vakti şer´an tayin edilmiş, fakat henüz fiil ifa edilemeden vakti kaçmış şeylere mahsustur.
Bir incelik:
Bilesin ki; kaza, bazan mecaz olarak, bazan hakikat olarak kullanılır. Kaza, eda´nın uydusudur. Eda´nın da dört durumu vardır.
1) Kazanın vacİb olması:
Mükellef eda etmesi gereken bir şeyi, kasten veya unutarak terkederse, kaza etmesi gerekir. Fakat eğer unutarak lerketmişse, ai" yoluyla, kendisinden ´günah´ kalkar. Mükellefin, vacibin mislini daha sonra yapması gerçek anlamda ´kaza´ olarak adlandırılır.
2) Eda vacip olmadığı halde kazanın vacib olması:
Mesela hayızlı kadın açısından oruç böyledir. Çünkü, bu durumda İken kadının oruç tutması haramdır. Temizlendikten sonra tuttuğu orucun kaza olarak adlandırılması tamamen mecazdır. Bu kazanın özü, ´ilk defa başlanan farz (farzun mübtedeun)´ olmasıdır. Fakat bu farz, arız olan ve edanın vacib kılınmasına engel olan bir durum sebebiyle, -ki eda, vacib kılınmadığı için yapılamamıştır-, yenilendiğinden ´kaza´ olarak adlandırılmıştır. Bu husus bazı alimlere müşkil gelmiş ve kazanın vacib olması noktasından hareketle, hayızlı kadına orucun vacib olduğunu fakat namazın vacib olmadığını söylemişlerdir. Halbuki, bu durumda ´kaza´ ismini mecaz kabul etmek, icmaa aykırı davranmaktan daha iyidir. Çünkü, Şayet ölecek olsa, hayızlı kadının asi olmayacağında tartışma yoktur. Kadın, yaptığı takdirde asi olacağı bir şey ile nasıl emrolunabilir! Hayız abdestsizlik gibi de değildir. Çünkü abdestsizliğin izalesi mümkündür.
Denirse ki:
Peki, kadın ne diye Ramazan orucunun kazasına niyet ediyor!?
Deriz ki:
Eğer bununla, kadının, vacipliğine hayzın mani olduğu orucun kazasına niyet etmesini kastediyorsan, bu böyledir. Yok eğer, bunun, hayz durumunda üzerine vacib olan orucun kazası olmasını kastediyorsan, bu yanlıştır, muhaldir.
Denirse ki:
Öyleyse buluğ yaşına ulaşmış olan kişi de, küçüklüğünde, küçüklüğü sebebiyle kendisine vacib kılınamamış şeyleri kazaya niyetlensin.
Deriz ki:
Eğer çocuk bununla emrolunacak olsaydı, buna niyet ederdi. Fakat, çocukluk sebebiyle icabın olmayışı, buluğdan sonra, ´ilk farz´ın vacib kılınması için sebeb yapılmamıştır. Bu kullanımın mecaz olduğu, yaygın kullanım sebebiyle gü/cl olduğu halde bu tür itirazlar nasıl yapılabiliyor! Nitekim, bu husus hayız konusunda hiç söz konusu edilmemiştir. Hayzın yaygın olarak söz konusu edilmesinin sebebi, belki de, çocukluğun teklifin aslına mani olmasıdır. Halbuki hayızlı kadın mükelleftir ve icaba muhatab olacak durumdadır,
3) Hasta ve yolcunun durumu:
Bunlara, oruç vacib olmadığı halde, eğer oruç tutacak olurlarsa tuttukları oruç farz yerine geçer, yani bunlar farzı yerine getirmiş olurlar. Buna da mecaz .denilebilir. Çünkü ortada vücub yoktur. Diğer yandan buna hakikat denilmesi de muhtemeldir. Zira vakit içinde yaptığında, sahih olmaktadır. Eğer, şayet yapacak olursa sahih olmasına rağmen bilfiil ihlal ederse, üzerine bir şey vacib olup, onu unutarak veya kasten terkeden kişiye benzemiş olur.
Ya da şöyle deriz; Allah Teâlâ "...sayısınca başka günlerde" {Bakara, 2/184} demiştir. Bu tahyir yoluyladır. Öyleyse vacib, bu ikisinden belirlenmiş olmayan biridir. Ne var ki bu alternatif çözüm (bedel), ancak birinci seçeneğin elden gitmesinden sonra mümkündür. Birinci seçenek zaman bakımından öncedir. İşte, ikinci seçenek birincisinin yapılmaması durumuna taalluk ettiği için ´kaza´ olarak adlandırılmıştır. Halbuki, keffaretlerdeki oruç ve azad böyle değildir. Zira bunlardan biri, diğerinin kaçırılmış olmasına taalluk etmez. Fakat, bu anlayışa göre vaktin sonunda kılınan namazın da ´kaza1 olarak adlandın I ması lazım gelir. Çünkü kişi, tıpkı yolcu hakkında olduğu gibi, bunu önce kılma ve geciktirme arasında muhayyerdir.
Bu ihtimallerden en belirgini, yolcunun orucunun kaza olarak isimlendiril- [1,97] meşinin ´mecaz´ olması veya kaza´nın ´edası vacip olup vaktinde yerine getirilemeyen şey´ ile ´kendisi için tayin edilmiş olan bilinen meşhur vaktinden çıkan şey´ arasında müşterek bir isim ojmasıdır. Ramazan ayının oruca nisbetle bir hususiyeti vardır ve bu hususiyet başka bir şey için söz konusu değildir. Şöyle ki; yolcu çocuk, şayet Ramazan´dan sonra buluğa erecek olsa, oruç tutması lazım gelmez. Fakat namaz vaktinin sonlarında buluğa ererse, namaz kılması lazım gelir. İşte orucun, yolcu için, genel anlamda, eda vakti olan zamandan (mazınnetu´l-eda) dışarı çıkarılması, bunun kaza olduğu vehmini vermektedir. Halbuki işin Özü ve gerçekliği, bunun kaza olmamasıdır.
Denirse ki:
Uyuyan ve unutan, mükellef olmamaları sebebiyle muhatab olmadıkları halde, kaza ediyorlar.
" Deriz ki:
Bu ikisi, gaflet ve kusurlu davranışa nisbet edilmişlerdir. Fakat Allah onları affetmiş ve günahlarını kaldırmıştır. Halbuki huy izli kadın ve yolcu böyle değildir. Bunun içindir ki, uyuyan ve unutanın, hayı/lı kadına değil oruçlulara benzeyerek günün geri kalan kısmında oruç tutması (imsak) vacibıir.
Yolcu hakkında da iki zayıf görüş vardır.
a) Zahir ashabının görüşü:
"Sayısınca başka günlerde" (Bakara, 2/184} ayeti sebebiyle, yolcunun yolculuk esnasında tuttuğu oruç sahih değildir. Çünkü o, başka günlerde oruç tutmakla emrol un muştur.
Bu görüş sakattır. Şöyle ki;
aa) Çünkü sözün gelişi bize cümlede ´bu sebeple oruç tutamayanlar´ ifadesinin gizlendiğini (idmâr) anlatmaktadır. Buna göre ayetin manası, "İçinizden hasta veya yolculuk üzere olup da oruç tutamayanlar, başka günlerde tutsunlar" şeklindedir. Bu şekilde idmar takdiriyle anlamlandırma şu ayette de vardır; "Dedik ki, elindeki asa ile taşa vur; akabinde taştan su fışkırdı" {Bakara, 2/60} Ayetle anlatılmak istenen şudur; Biz ona elindeki asa ile taşa vur dedik. O da taşa vurdu. Ve bunun sonucunda taştan su fışkırdı. Tercümede gösterilen ´O da taşa vurdu´ kısmı ayette idmar edilmiştir. Yani açıkça zikredilmediğİ halde ayetin muhtevasından anlaşılmaktadır.
bb) Hz. Peygamberin arkadaşları, yolculukta iken, bir kısmı oruç tutuyor bir kısmı iftar ediyordu ve birbirlerine itiraz etmiyorlardı.
b) Kerhfnin [4] görüşü:
Hasta ve yolcu için vacib olan, ´diğer günlerde´ oruç tutmaktır. Fakat şayet bunlar Ramazanda tutacak olurlarsa bu oruç da sahih olur. Bunlar, tıpkı, nısab miktarı malı üzerinden bir yıl geçmediği halde zekatını veren kişi gibi, vacibi öne almış (çabuklaştırmış) olurlar.
Bu görüş de sakattır. Çünkü, ayet sadece erteleme konusunda ve vakti (mükellef açısından) genişletme konusunda ruhsatı anlatmaktadır. Yukarıda ilk vaktinde kılanan namaz meselesinde geçtiği gibi, geniş vaktin evvelinde eda eden kişi, önceden yapmış olmayıp, vaktinde eda etmiştir..
B. Sebebin Sıhhat, Fesad Ve Butlan İle Vasıflanması
C. İbadetin Eda, Kaza Ve İade İle Vasıflanması
Bir incelik
İkinci Kutub: Hükümlerin Delilleri
Birinci Asıl: Allah´ın Kitabı (Kur´an)
A. Kitabın Hakikati
B. Kıtab´ın Tanımı
Birinci Mesele: (İbn Mes´ud´un ´Fe Sıyâmu Selaseti Eyyâmin Mütetâbiâtin´ Şeklindeki Okuyuşu)
İkinci Mesele: (Besmele Kur´an´dan Bir Ayet Midir?)
C. Kıtab´ın Lafızları
Mesele; (Kur´an´da Mecaz Var Mıdır?)
Mesele: (Kur´an´da Arapça Olmayan Sözcük Var Mıdır?)
Mesele: (Kur´an´da Müteşabih Var Mıdır?)
D. Kitabın Hükümleri
Nesih (Kitâbu´n-Nesh)
Neshin Tanımı, Hakikati Ve İsbatı
1. Tanımı ve Hakikati
Tanım:
Tahsis Ve Nesih Arasındaki Fark
2. İnkarcılarına Karşı Neshin İsbati
3. Neshin Hakikatinin İncelenmesinden doğan bazı meseleler
Mesele: (Emrin, İmtisalden Önce Neshedilmesi)
B. Neshin Rükünleri Ve Şartları
Önbilgi
1. Neshin Şartlan
2. Nâsih Ve Mensuh´un Rükünleri İle İlgili Meseleler
Kur´an´ın Sünnet İle Neshi:
IV. HÜKMÜN SEBEBİ VE HÜKÜM-SEBEB İLİŞKİSİ
Bu başlık altında, dört konu ele alınacaktır.
A. Sebepler
Bilesin ki; bütün hallerde, Özellikle vahyin kesilmesinden sonra, Allah´ın hitabını bilmek insanlara zor geldiğinden, Ailah Teâlâ hitabını kullarına, -maddî illetin, malûlünü iktiza edişi Örneğine göre-, hükümlerinin sebebleri olarak öngördüğü (nasb) ve hükümleri gerektirici kıldığı birtakım ´maddi şeyler´le (umûr-ı mahsûse) göstermiştir.
Burada ´sebebler´ sözü ile , Allahın, hükümleri izafe ettiği şeyleri kastediyoruz. Mesela, "...Güneşin zevalinde (dülûk) namaz kıl" {17. İsra, 78}, "Bu aya kim şahit olursa, oruç tutsun" {Bakara, 2/185) ayetleri ile, Hz. Peygamberin. "Hilali gördüğünüzde oruç tutun, tekrar gördüğünüzde iftar edin" [1]sözü böyledir. Bu durum, yani hükümlerin sebeblere bağlanması durumu, namaz, oruç ve zekat gibi tekerrür eden ibadetlerde açıktır. Tekerrür etmesiyle, vücubun tekerrür ettiği şeylerin de sebeb olarak adlandırılması uygundur. Müslüman olma ve hac gibi tekerrür etmeyen şeylere gelince; bunların Allah Teâlânın "Hacc etmek, insanlar üzerinde Allah´ın hakkıdır" {Ali İmran, 3/97} sözüyle bilindiğini söylemek mümkündür.
Aynı şekilde, Allahı tanımanın (marifet) her mükellefe vacib olduğu da genellik ifade eden nasslarla (umûmât) bilinir. Bunu ayrıca bir sebebe izafe etmeye gerek yoktur. İman etmenin ve tanımanın vacib olmasının sebebinin de ortaya konulmuş deliller (edille-i mansube) olduğu söylenebilir.
Haccın vücub sebebi, ´güç yetirebilme´ (istitâat) değil ´Ev´dİr (Ka´be); Ev bir olduğuna göre, hacc da sadece bir defa vacibtir.
İman ise tanıma´dır; marifet bir defa hasıl olunca artık devam edip gider. İman konusunun bu tarzda açıklanması yadırganacak bir yaklaşım değildir. Buraya kadar söylenenler, ibadetler kısmıdır.
Malî borçlar (ğarâmât), keffaretler ve cezalar (ukûbât) kısmına gelince; bunların sebebleri de kapalı ve bilinmez değildir.
Muamelat konularında hüküm sebeb ilişkisine gelince; malların ve kadınların helalliği ve haramlığı için, nikah, satım, talak gibi zahir sebebler vardır. Bu nokta açıktır. Burada gayemiz, bu sebeblerin, hükümlerin sebebleri olarak dikilmesinın Şer´ın bir hükmü olduğuna dikkat çekmektir. Mesela, Allah Teâlânın zina eden kişi hakkında iki hükmü vardır: Biri, bu kişiye haddin gerekmesi; diğeri de, zinanın bu kişi hakkında vücub sebebi olarak konulmasıdır. Çünkü aklî illetlerin aksine zina, recm cezasını bizzat ve sırf zina oluşu sebebiyle gerektirmez. Zina işinin, recmi gerektirmesi, Şer´in onu gerektirîci yapması yüzündendir. Bu [j? 94] da hükmün bir nev´idir. Bu noktayı burada ele alışımızın sebebi de, bu hususun hükmün bir çeşidi olmasıdır. Buna göre, ´Zinanın recm için, hırsızlığın el kesme için illet kılınması, şu şu sebepler yüzündendir; livata, muhteva itibariyle zina anlamındadır. Öyleyse livata da recm için bir scbeb kılınabilir. Kefen soyucu (nebbâş) da hırsız anlamındadır´ denilerek bu hükmün talil edilmesi mümkündür. -Bu konunun özü ve mahiyeti Kıyas bölümünde gelecek-.
Bilesin ki; ´sebeb´ ismi, fakihlerin ıstılahlarında müştereken bir kaç anlamda kullanılmaktadır. Sebeb, ilk türeyişinde ´yol´ ve kuyudan su çekmekte kullanılan ´ip´ anlamındadır.
Sebebin tanımı şöyledir: Şeyin, kendisi ile değil, kendisi yanında hasıl olduğu şeydir. Mesela, ulaşma (varış), yol ile (yol sebebiyle) değil yürüme iledir. Fakat yol da gereklidir. Yine, kuyudan su alınması, ip ile değil suyu çekip alma iledir. Fakat ip de gereklidir,
Fakihler, sebeb lafzını işte bu konumdan istiare yoluyla almışlar ve onu dört şekilde kullanmışlardır.
a) Birinci kullanım, sebebin, ´bizzat yapma (mübaşeret)´ karşıtı olarak kullanılmasıdır, ki istiare edildiği yere anlam bakımından en yakını budur. Mesela, kuyuyu kazan kişiye, oraya birinin düşürülmesi ile birlikte ´sebeb sahibi´, oraya düşüren kişiye de ´illet sahibi´ denilir. Ölüm, düşürme sebebiyle olmuştur. Fakat kuyuya iterek öldürmenin olabilmesi için kuyunun da önceden mevcut olması gerekir. İşte ölüm neyin yanında, fakat onun sebebi ile olmaksızın, meydana gelmişse, ona ´sebeb´ denir. (Ölüm, kuyuda düşmekle birlikte gerçekleşmiştir. Fakat kuyunun bulunması Ölmenin sebebi değildir)
b) İkinci kullanım, fakihlerin, illetin sebebi olması itibariyle ok atmayı ölümün sebebi olarak adlandırmalarıdır. Aslında derinlemesine düşünülünce, ok atma, ´illetin illeti´dir. Fakat, ölüm, *ok atma´ ile değil, vasıta (ok) ile gerçekleştiğinden, hükmün ancak kendisiyle hasıl olduğu şeye benzemiştir.
c) Üçüncü kullanım, fakihlerin, vasfının bulunmamasına rağmen bizzat İlleti ´sebeb´ olarak adlandırmalarıdır. Mesela, derler ki; keffaret, yemini bozma sebebiyle değil, yemin sebebiyle vacib olur. Yemin, ´sebeb´tir.
Nisaba malik olmak, havi kaydı olmaksızın, zekat sebebidir. Fakat zekat vermenin vacipliği hususunda, ikisi de gereklidir. Fakihler bu anlamdaki ´sebeb´ ile, hükmü izafe etmenin güzel düştüğü şeyi kastetmişler; bunun mukabilinde ´mahal´ ve ´şart´ sözcüklerini kullanmışlar ve şöyle demişlerdir: Nisaba malik olmak sebeb´tir, nisabın üzerinden bir yıl geçmesi (havi) İse ´şart´tır.
d) Dördüncü kullanım; gerektiriciyi (mûcib) sebeb olarak adlandırmalarıdır. Bu kullanımda *sebeb\ ´illet´ anlamında olmakladır. Bu, dilin yapısına en uzak olan kullanımdır. Çünkü ´sebeb´, konuluşta, hükmün, kendisiyle değil, kendi yanında husule geldiği şeyden ibarettir. Fakat bu kullanım, şerT illetler hakkında güzel düşer. Çünkü şer´i illetler, hükmü, bizzat değil, Allah´ın gerektirmesi ve bu sebebleri de hükmü ortaya çıkarmanın alametleri kılması sebebiyle gerektirir. Dolayısıyla şer´i illetler, ´ortaya çıkarıcı alametler´ anlamındadır. Bu itibarla da, hükmün, kendi yanında (ındehu) meydana geldiği şeye benzemiştir.[2]
B. Sebebin Sıhhat, Fesad Ve Butlan İle Vasıflanması
Bilesin ki; bu bazan ibadetler, bazan de akitler hakkında kullanılır. İbadetler hakkında kullanımında ihtilaf vardır. Sahîh; kelamcılara göre, kaza gereksin gerekmesin, Şer´a uygun olan şeyden ibarettir. Fakihlere göre ise, yeterli olan ve kaza borcunu düşüren şey demektir. Mesela; abdestli olduğunu zanneden kişinin kıldığı namaz, kelamcıların ıstılahına göre sahihtir. Çünkü bu kişi, o anda kendisine yöneltilen emre uygun davranmıştır.
[1,951
Kaza meselesine gelince, kazanın vacib olması yeni bir emir sebebiyledir ve bundan, ´sahİhlik´ (sıhhat) ismi türemez. Fakihlere göre ise bu namaz fasİddir. Çünkü bu namaz, yeterli (müezie) ve kaza borcunu düşürücü değildir. Aynı şekilde, boğulmak üzere olan birini kurtarma sebebiyle namazını kesen kişinin na-_ mazı, kelamcıya göre sahih, fakihe göre ise fasiddir.
Bu ıstılahlar, her ne kadar değişik olsa da, bu ıstılahlarda tartışma olmaz. Zira mana üzerinde ittifak edilmiştir.
Akitler hakkında kullanılmasına gelince;
Bir hüküm için dikilmiş her sebeb, eğer kendisinden amaçlanan hükmü ifade ediyorsa, bu sebebin sahih olduğu söylenir. Eğer sebeple amaçlanan şey, kendisinden geri kalıyorsa, yani sebeb bulunduğu halde amaç gerçekleşmiyorsa, bu sebebin batıl olduğu söylenir. Batıl, semere vermeyendir. Çünkü sebeb, semeresi için istenmektedir. Sahih ise, semere verendir.
Fasid ise, Şâfıî hukukçuların ıstılahına göre, ´bâtıl´ ile eş anlamlıdır. Buna göre akid, ya sahihtir, ya batıldır, ve her batıl fasiddir.
Ebu Hanife ise, akitlerde butlan ile sıhhat arasında üçüncü bir mertebe ihdas edip, buna ´fesâd´ adını vermiştir. Ebu Hanife´nin kanaatine göre fâsid akit, hüküm ifade etmesi sebebiyle hukukî varlık kazanmıştır (mün´akid). Burada akdin fesadı ile kastedilen husus, bu akdin, ´vasfı İtibariyle´ meşru olmamasıdır. Fasid akdin hukukî varlık kazanması, kurulması (in´ıkad) ile kastedilen ise, bu akdin aslı itibariyle´ meşru olmasıdır. Kiba akdi fastd akdın bir örneğidir; Kiba akdi, bir satım akdi olması itibariyle meşrudur; bedelde bir fazlalığa şamil olması itibariyle de memnu´dur. tşte bu durum, hem aslı hem vasfı ile memnu olan ile hem aslı hem vasfı ile meşru olan arasında üçüncü bîr basamağı gerektirmektedir. Şayet Ebu Hanffe bu üçüncü merhalenin (basamağın) bulunduğunu benimsemiş ise, Ebu Hanife´nin, bu merhaleyi ´fasid´ terimiyle ifade edişi tartışılamaz, fakat böyle bir merhalenin bulunup bulunamayacağı tartışılır. Zira, daha önce de geçtiği gibi, vasfı itibariyle memnu´ (yasak) olan her şey, aslı itibariyle de memnu´dur.[3]
C. İbadetin Eda, Kaza Ve İade İle Vasıflanması
Bilesin ki; vacib, vaktinde yerine getirilirse ´eda´; takdir edilmiş olan veya geniş vaktinin çıkmasından sonra yerine getirilirse ´kaza´; bir defa herhangi bir kusur (halel) bulunacak şekilde yapılmış, sonra vakit içerisinde ikinci defa yapılmış ise ´iade´ adını alır. Buna göre, iade, yaptığının denginin (misi) adı; kaza, tayin edilen vakti kaçmış şeyin dengini yapmanın adı olmaktadır.
Burada yapılacak inceleme iki hususa ilişkin olacaktır.
a) Geniş zamanlı vacibdc kişi, yapmadan önce öleceği zanntna galip gelse ve yine de yapmayı tehir etse bu tehir sebebiyle asi olur. Bu kişi tehir ettikten sonra ölmeyip yaşasa, Kadı (Ra.) der ki; bu kişinin yapacağı şey, ´kaza´dır. Çünkü, zannı galib sebebiyle bu işin vakti takdir edilmiş (belirli) hale gelmiştir. Kâdı´nın bu görüşü bizce makbul değildir. Çünkü, zannettiğinin aksi ortaya çıktığından, o zannın hükmü zail olur ve tıpkı yaşayacağını bilmesi durumunda ne olacak idiyse onun aynısı olur. Dolayısıyla, eda´ya niyet etmesi gerekir. Yani hasta, ölmesi yaklaştığı halde (seneye sağ çıkma ihtimali az olduğu halde), haccı ikinci seneye ertelese, sonra iyileşse haccı edaya niyet eder.
b) Zekat, Şafirye göre derhal eda edilmelidir. Şayet bir kimse, bunu geciktirip sonra eda edecek olsa, Kâdı´nın sözüne göre, bunun kaza olması lazım gelir. Halbuki sahih olan, bunun eda olmasıdır. Çünkü, herhangi bir takdir ve tayin ile vaktini belirli hale getirmemiştir. Zekat edasında çabuk davranilmasını, ihtiyaç karinesi sebebiyle gerekli gördük. Yoksa, bütün vakitlerde zekatın edası, emrin mucibine uygundur ve emre imtisaldir.
Bunun gibi, bir namazı derhal kaza etmesi gereken kişi, bunu geciktirse, biz bunun ´kazanın kazası´ olduğunu söyleyemeyiz. Bunun için, diyoruz ki; kazanın rj vacib olması, yeni bir emir´e ihtiyaç duyar. Halbuki, eda emri, lüzumun devamı hususunda yeterlidir. Dolayısıyla başka bir delile, ikinci bir emire ihtiyaç yoktur. Öyleyse, sahih olan şudur; kaza ismi, vakti şer´an tayin edilmiş, fakat henüz fiil ifa edilemeden vakti kaçmış şeylere mahsustur.
Bir incelik:
Bilesin ki; kaza, bazan mecaz olarak, bazan hakikat olarak kullanılır. Kaza, eda´nın uydusudur. Eda´nın da dört durumu vardır.
1) Kazanın vacİb olması:
Mükellef eda etmesi gereken bir şeyi, kasten veya unutarak terkederse, kaza etmesi gerekir. Fakat eğer unutarak lerketmişse, ai" yoluyla, kendisinden ´günah´ kalkar. Mükellefin, vacibin mislini daha sonra yapması gerçek anlamda ´kaza´ olarak adlandırılır.
2) Eda vacip olmadığı halde kazanın vacib olması:
Mesela hayızlı kadın açısından oruç böyledir. Çünkü, bu durumda İken kadının oruç tutması haramdır. Temizlendikten sonra tuttuğu orucun kaza olarak adlandırılması tamamen mecazdır. Bu kazanın özü, ´ilk defa başlanan farz (farzun mübtedeun)´ olmasıdır. Fakat bu farz, arız olan ve edanın vacib kılınmasına engel olan bir durum sebebiyle, -ki eda, vacib kılınmadığı için yapılamamıştır-, yenilendiğinden ´kaza´ olarak adlandırılmıştır. Bu husus bazı alimlere müşkil gelmiş ve kazanın vacib olması noktasından hareketle, hayızlı kadına orucun vacib olduğunu fakat namazın vacib olmadığını söylemişlerdir. Halbuki, bu durumda ´kaza´ ismini mecaz kabul etmek, icmaa aykırı davranmaktan daha iyidir. Çünkü, Şayet ölecek olsa, hayızlı kadının asi olmayacağında tartışma yoktur. Kadın, yaptığı takdirde asi olacağı bir şey ile nasıl emrolunabilir! Hayız abdestsizlik gibi de değildir. Çünkü abdestsizliğin izalesi mümkündür.
Denirse ki:
Peki, kadın ne diye Ramazan orucunun kazasına niyet ediyor!?
Deriz ki:
Eğer bununla, kadının, vacipliğine hayzın mani olduğu orucun kazasına niyet etmesini kastediyorsan, bu böyledir. Yok eğer, bunun, hayz durumunda üzerine vacib olan orucun kazası olmasını kastediyorsan, bu yanlıştır, muhaldir.
Denirse ki:
Öyleyse buluğ yaşına ulaşmış olan kişi de, küçüklüğünde, küçüklüğü sebebiyle kendisine vacib kılınamamış şeyleri kazaya niyetlensin.
Deriz ki:
Eğer çocuk bununla emrolunacak olsaydı, buna niyet ederdi. Fakat, çocukluk sebebiyle icabın olmayışı, buluğdan sonra, ´ilk farz´ın vacib kılınması için sebeb yapılmamıştır. Bu kullanımın mecaz olduğu, yaygın kullanım sebebiyle gü/cl olduğu halde bu tür itirazlar nasıl yapılabiliyor! Nitekim, bu husus hayız konusunda hiç söz konusu edilmemiştir. Hayzın yaygın olarak söz konusu edilmesinin sebebi, belki de, çocukluğun teklifin aslına mani olmasıdır. Halbuki hayızlı kadın mükelleftir ve icaba muhatab olacak durumdadır,
3) Hasta ve yolcunun durumu:
Bunlara, oruç vacib olmadığı halde, eğer oruç tutacak olurlarsa tuttukları oruç farz yerine geçer, yani bunlar farzı yerine getirmiş olurlar. Buna da mecaz .denilebilir. Çünkü ortada vücub yoktur. Diğer yandan buna hakikat denilmesi de muhtemeldir. Zira vakit içinde yaptığında, sahih olmaktadır. Eğer, şayet yapacak olursa sahih olmasına rağmen bilfiil ihlal ederse, üzerine bir şey vacib olup, onu unutarak veya kasten terkeden kişiye benzemiş olur.
Ya da şöyle deriz; Allah Teâlâ "...sayısınca başka günlerde" {Bakara, 2/184} demiştir. Bu tahyir yoluyladır. Öyleyse vacib, bu ikisinden belirlenmiş olmayan biridir. Ne var ki bu alternatif çözüm (bedel), ancak birinci seçeneğin elden gitmesinden sonra mümkündür. Birinci seçenek zaman bakımından öncedir. İşte, ikinci seçenek birincisinin yapılmaması durumuna taalluk ettiği için ´kaza´ olarak adlandırılmıştır. Halbuki, keffaretlerdeki oruç ve azad böyle değildir. Zira bunlardan biri, diğerinin kaçırılmış olmasına taalluk etmez. Fakat, bu anlayışa göre vaktin sonunda kılınan namazın da ´kaza1 olarak adlandın I ması lazım gelir. Çünkü kişi, tıpkı yolcu hakkında olduğu gibi, bunu önce kılma ve geciktirme arasında muhayyerdir.
Bu ihtimallerden en belirgini, yolcunun orucunun kaza olarak isimlendiril- [1,97] meşinin ´mecaz´ olması veya kaza´nın ´edası vacip olup vaktinde yerine getirilemeyen şey´ ile ´kendisi için tayin edilmiş olan bilinen meşhur vaktinden çıkan şey´ arasında müşterek bir isim ojmasıdır. Ramazan ayının oruca nisbetle bir hususiyeti vardır ve bu hususiyet başka bir şey için söz konusu değildir. Şöyle ki; yolcu çocuk, şayet Ramazan´dan sonra buluğa erecek olsa, oruç tutması lazım gelmez. Fakat namaz vaktinin sonlarında buluğa ererse, namaz kılması lazım gelir. İşte orucun, yolcu için, genel anlamda, eda vakti olan zamandan (mazınnetu´l-eda) dışarı çıkarılması, bunun kaza olduğu vehmini vermektedir. Halbuki işin Özü ve gerçekliği, bunun kaza olmamasıdır.
Denirse ki:
Uyuyan ve unutan, mükellef olmamaları sebebiyle muhatab olmadıkları halde, kaza ediyorlar.
" Deriz ki:
Bu ikisi, gaflet ve kusurlu davranışa nisbet edilmişlerdir. Fakat Allah onları affetmiş ve günahlarını kaldırmıştır. Halbuki huy izli kadın ve yolcu böyle değildir. Bunun içindir ki, uyuyan ve unutanın, hayı/lı kadına değil oruçlulara benzeyerek günün geri kalan kısmında oruç tutması (imsak) vacibıir.
Yolcu hakkında da iki zayıf görüş vardır.
a) Zahir ashabının görüşü:
"Sayısınca başka günlerde" (Bakara, 2/184} ayeti sebebiyle, yolcunun yolculuk esnasında tuttuğu oruç sahih değildir. Çünkü o, başka günlerde oruç tutmakla emrol un muştur.
Bu görüş sakattır. Şöyle ki;
aa) Çünkü sözün gelişi bize cümlede ´bu sebeple oruç tutamayanlar´ ifadesinin gizlendiğini (idmâr) anlatmaktadır. Buna göre ayetin manası, "İçinizden hasta veya yolculuk üzere olup da oruç tutamayanlar, başka günlerde tutsunlar" şeklindedir. Bu şekilde idmar takdiriyle anlamlandırma şu ayette de vardır; "Dedik ki, elindeki asa ile taşa vur; akabinde taştan su fışkırdı" {Bakara, 2/60} Ayetle anlatılmak istenen şudur; Biz ona elindeki asa ile taşa vur dedik. O da taşa vurdu. Ve bunun sonucunda taştan su fışkırdı. Tercümede gösterilen ´O da taşa vurdu´ kısmı ayette idmar edilmiştir. Yani açıkça zikredilmediğİ halde ayetin muhtevasından anlaşılmaktadır.
bb) Hz. Peygamberin arkadaşları, yolculukta iken, bir kısmı oruç tutuyor bir kısmı iftar ediyordu ve birbirlerine itiraz etmiyorlardı.
b) Kerhfnin [4] görüşü:
Hasta ve yolcu için vacib olan, ´diğer günlerde´ oruç tutmaktır. Fakat şayet bunlar Ramazanda tutacak olurlarsa bu oruç da sahih olur. Bunlar, tıpkı, nısab miktarı malı üzerinden bir yıl geçmediği halde zekatını veren kişi gibi, vacibi öne almış (çabuklaştırmış) olurlar.
Bu görüş de sakattır. Çünkü, ayet sadece erteleme konusunda ve vakti (mükellef açısından) genişletme konusunda ruhsatı anlatmaktadır. Yukarıda ilk vaktinde kılanan namaz meselesinde geçtiği gibi, geniş vaktin evvelinde eda eden kişi, önceden yapmış olmayıp, vaktinde eda etmiştir..