Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hirs

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         




          Ortalanmis Mesaj         




          Ortalanmis Mesaj         



HIRS

اِنَّ الْاِنْسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا
Mearic / 19. Gerçekten insan, pek hırslı (ve sabırsız) yaratılmıştır.


زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنينَ وَالْقَنَاطيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذلِكَ مَتَاعُ الْحَيوةِ الدُّنْياَ وَاللّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَابِ
Ali imran / 14. Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır.

HADİS…





*Hakîm İbn-i Hizâm radiya'llâhu anh'ten şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den (bir kere dünyâlık) istedim. Bana verdi. Sonra kendisinden (bir daha) istedim. (Yine) bana verdi. Sonra (üçüncü bir daha) istedim. (Bu defa da) bana verdi. Bundan sonra buyurdu ki:
- Ey Hakîm, şu mal (yok mu? Sanki o, manzarası) yeşil, (zevkı) tatlı gûnâ-gûn mevvadır. Her kim bu malı, ferâgat-i nefs ile (hırssız) alırsa, o mal, kendisi için bereketli ve meymenetli olur. Bir kimse de bunu hırs ile alırsa, bu mal, alan için şerefli ve bereketli olmaz. O muhteris kimse (dâü'l-kelebe tutulmuş) bir obur gibidir. Dâimâ yer, bir türlü doymaz. (Veren) yed-i ulyâ, (alan) yed-i süflâdan hayırlıdır. Hakîm, (İbn-i Hizâm) demiştir ki, ben:
- Yâ Resûla'llâh! Seni Hak Peygamber gönderen Allâhu Teâlâ'ya yemîn ederim ki: ben şu dünyâdan ayrılana kadar senden başka hiç bir kimseye, hiç bir şey için elimi uzatmam (benim elim, senden sonra Arab neslinin elleri altında bulunamaz) dedim.
(Hakîkaten) Ebû Bekr radiya'llâhu anh (hilâfet-i zamânında), beytü'l-mâldeki hakkını vermek için Hakîm'i da'vet etmiş, fakat Ebû Bekr'in bu ihsânını kabûl etmekten imtinâ eylemiştir. Sonra Ömer radiya'llâhu anh de hakkını vermek için da'vet etmiş, ondan da almaktan imtinâ eylemiştir. Bundan sonra Hazret-i Ömer (Mahzar-i Sahâbe'de):
- Ey cemâat-i müslimîn: Hakîm hakkında sizi işhâd ederim ki: ben, harac ve ganîmet malından muayyen olan hakkını kendisine arz ediyorum. O, almaktan imtinâ ediyor, dedi. Ve (hakîkaten) Hakîm, Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den sonra tâ vefât edene kadar, kimseden bir şey almamıştır.


* Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: "Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala karşı hırs ve hayata karşı hırs".


* Ka'b İbnu Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin ma1 ve şeref hırsıyla dine verdiği zarardan daha fazla değildir."


Mânası şudur: Kişinin mal ve şeref için gösterdiği hırs veya bu iki şeye olan sevgisi dine fesad ve zarar getirir, tıpkı aç iki kurdun hiçbir engelleme olmadan sürüye salındığı zaman hâsıl edecekleri zarar gibi...
* Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Âdemoğlu için iki vâdi dolusu mal olsaydı, mutlaka bir üçüncüyü isterdi. Âdemoğlunun iç boşluğunu ancak toprak doldurur. Allah tevbe edenleri affeder."


 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         



TEFSİR…

زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنينَ وَالْقَنَاطيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذلِكَ مَتَاعُ الْحَيوةِ الدُّنْياَ وَاللّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَابِ
Ali imran / 14. Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır. }
Şehvetle ilgisi çok olan, bütünüyle şehvet kesilmiş gibi bulunan şeylere karşı duyulan muhabbet, yahut sırf şehvet için sevilen, onlar arasından şu sayılan şeyler insanlara çok süslü, çok zinetli gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek şeyler yalnızca bunlar zannettiler. Bir taraftan bunların meşru birer nimet olması özelliği, bir de hayalî ve gayri meşru bir şeye sebep olması özelliği vardır. Birincisinde süsleyen Allah, ikincisinde süsleyen şeytan ve beşerin bilgisizliğidir ki, fenalığı ve kınanması bu bakımdandır. Şehvet nefsin arzu ettiği şeye atılışıdır ki gönül çekmek, canı istemek diye söylenir.
Bunun ifrat derecesine hırs ve şereh denilir. Dilimizde şehvet, iştahtan daha özel bir anlama gelir ise de aslında değildir. Burada şehevat, bütünüyle şehvet kesilmiş iştah çekici şeyler anlamına kullanılmış ve aşağısıyla tefsir edilmiştir. Bununla beraber mef'ûl mânâsına alınarak şehvet kendi mânâsında bırakılmak ve aşağısı da "hübb"ün beyanı olmak ihtimali vardır. Evlat ve hele oğullar demektir. Bunda kadınlar tarafından mülahaza olunan şehevat sevgisine de bir ima vardır. Zira "nâs" kelimesi bütün insanlara ve kadın ile erkeğe şamil olmak üzere genel anlamlı bir kelimedir. Fakat kınama açıkça erkeklere tevcih olunmuş, kadınlar sevmek değil, sevilmek mevkiinde gösterilmiştir. Bununla beraber âyet Allah katındaki mutlak gerçeği değil, bir bakış açısını, bir zihniyeti dile getirmiştir.
"Kanatîr" kantarın çoğuludur, "mukantara" ise kantarlanmış demektir. Kantarların kantarlanması da darb sûretiyle (çarpım yapılarak) çoğaltılmıştır ki, mübalağa için olur. Aritmetik ifadesiyle en az "kantar kerre kantar" demek gibidir. Kantar en büyük ağırlık birimidir ki, çeşitli zamanlarda, değişik kavimler tarafından farklı şekilde kullanılmış olduğu bilinmektedir. Mesela bir zamanlar Afrika ve Endülüs'te sekiz bin miskal, sonra yüz rıtıl bir kantar sayılmıştır. Hz. Peygamber'den bin iki yüz ukye (okka) veya on iki bin ukye veya bin iki yüz dinar diye üç ayrı rivayet de bulunmaktadır. Mutlak olması bakımından herhangi bir sayı değil, en yüksek tartıda birçok şey demek olur. Nitekim Araplarda kantar miktarı belli olmayan bir ağırlık ve tartıdır. Veyahut yerle gök arası kadar mal demektir diye de lügat rivayetleri bulunmaktadır.
İşte böyle şehevat muhabbetini pek güzel bir şey zannetmeleridir ki, kendilerini her fenalığa sürükler. Bu iştah çekici şeylere böylesine muhabbet ise göründüğü kadar güzel bir şey değildir. Bunların amaç ve gaye edinilmeye değer yanları yoktur. Nihayet bunlar bayağı bir hayatın unsurlarıdır.
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde. Dönüp dolaşıp varılacak ve hayatın gayesi edinilecek şey bunlar değildir. Allah'ın yanındakidir ki, bu dünya hayatından geçilip Allah'a varıldığı zaman ona erilir. Bundan dolayı o şehevat, o iştah çekici şeyler, dünya hayatını sürdürmek ve geçip Allah'a gitmek için faydalanılmak üzere verilmiş birer araç olmak bakımından Allah tarafından ihsan edilmiş birer nimet iseler de bu bayağı hayata ve onun eşyaları olan şehevata muhabbet etmek ve bu yüzden Allah yanındaki güzel mevkii feda etmek ne kadar büyük budalalıktır, ne kadar alçaklıktır.
اَنْ كَانَ ذَا مَالٍ وَبَنينَ () اِذَا تُتْلى عَلَيْهِ ايَاتُنَا قَالَ اَسَاطيرُ الْاَوَّلينَ ()
سَنَسِمُهُ عَلَى الْخُرْطُومِ () اِنَّا بَلَوْنَاهُمْ كَمَا بَلَوْنَا اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اِذْ اَقْسَمُوا لَيَصْرِمُنَّهَا مُصْبِحينَ () وَلَا يَسْتَثْنُونَ () فَطَافَ عَلَيْهَا طَائِفٌ مِنْ رَبِّكَ وَهُمْ نَائِمُونَ () فَاَصْبَحَتْ كَالصَّريمِ () فَتَنَادَوْا مُصْبِحينَ () اَنِ اغْدُوا عَلى حَرْثِكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَارِمينَ () فَانْطَلَقُوا وَهُمْ يَتَخَافَتُونَ () اَنْ لَايَدْخُلَنَّهَا الْيَوْمَ عَلَيْكُمْ مِسْكينٌ () وَغَدَوْا عَلى حَرْدٍ قَادِرينَ () فَلَمَّا رَاَوْهَا قَالُوا اِنَّا لَضَالُّونَ () بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ
Kalem/ 14-27 :Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (böyle yolunu şaşırmış) Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, "Öncekilerin masalları!" der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (kibirini kırıp rezil edeceğiz). Biz, vaktiyle "bahçe sahipleri" ne belâ verdiğimiz gibi, onlara da belâ verdik. Hani onlar (bahçe sahipleri), sabah olurken (kimse görmeden) onu (mahsullerini) devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisna da etmiyorlardı. Fakat onlar daha uykudayken Rabbinin katından (gönderilen) kuşatıcı bir âfet (ateş) bahçeyi sarıverdi de, 20.Bahçe kapkara kesildi. Sabah olurken birbirlerine seslendiler. "Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsulünüzün başına gidin!" diye. Derken yürüyorlardı; fısıldaşıyorlardı. "Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın" diye. (Evet yoksullara yardıma) güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrum etmek niyet ve azmi ile erkenden yola düştüler. Fakat bahçeyi gördüklerinde: Mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız! dediler. Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız!
Konu fena huylardan, alçaklıklardan sakınmak ve onların sembolü olup da o yola sevkedebilecek olanların ardına düşmemekle ilgili ahlâkî ve sosyal bir konu olunca, tefsirciler gayet renkli ve zengin olan bu Kur'ân kelimelerini anlayıp anlatarak irşada çalışmışlardır. Zira Kur'ân o fenalık sembollerine itaat etmemeyi emrederken, Kur'ân tertibinin güzellik ve inceliğine bir leke kondurmamak üzere onları her birinin sırasıyle çok beğenip takındığı şatafatlı bir tavır ve edâ içinde deste deste mimliyerek süzgeçten geçirmiş ve bunlara uyanların, hepsinden aşağılık olduğunu göstermek üzere de "soysuz"u hepsinin sonuna takarak, hepsini bir küll halinde fırlatıp atıvermiştir.
Tefsirciler bunlarla belirli bir şahıs kastedilip edilmediğini araştırmakla uğraşmışlar ise de doğrusu Ebu Hayyân'ın dediği gibi âyette açık olan budur ki: Bu nitelikler belirli bir şahıs için değildir…
SARM, bağ kesmek, üzüm ve meyve devşirmek anlamına geldiği gibi, bir şeyi kökünden kesip tamamen ayırmak anlamına da gelir. Bunlar gönüllerince bağın kendisini değil, meyvesini devşirmeyi kastetmiş olsalar da yeminlerinde şöyle demişlerdir: "Vallahi o bağı sabahleyin mutlaka ve kesinlikle keseceğiz". Oysa bu tamamen kendi ellerinde değildi. Gerek o bağın gerek kendilerinin sabaha çıkıp çıkmayacaklarını öyle kesin bir şekilde bilemezlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. "İnşaallah", "Allah izin verirse" yahut "sağ salim sabaha çıkarsak", "bir kaza ve belaya uğramazsak" gibi bir şart, ilerisi için hesaba katılan bir kayıt koymuyorlardı. Çok kuvvetli ve kararlı olmak için yeminlerini yerine getirememek ve bu yüzden felakete uğramak ihtimallerini düşünmüyorlar, bir dönüm noktası bulunmasını istemiyorlardı. Yahut kendilerinden başka kimseye bir şey vermek istemiyorlar, onu kendilerinden başka birisinin kesebileceğini hesaba katmıyorlardı. Öyle kesin bir şekilde konuşup karar vererek uykuya yatmışlardı. Fakat onlar uykuda iken Rabbin tarafından bir dolaşıcı, dolaşan ilâhî bir emir, bir âfet o bağın üzerinden her tarafını dolaşıverdi. Bir rivayete göre bağın bulunduğu vadiden bir ateş çıkıp o bağı kökünden yakarak kavurup bitirivermişti. Derhal o cennet gibi bağ, sabaha kadar sırıma dönüvermişti.
SARÎM, tamamen kesilmiş veya kesik demektir. Meyvesi kesilmiş bağa, ürünü biçilmiş tarlaya, gecenin bir parçasına, hiçbir şey bitirmeyen kumluk bir yere de denilir. Burada birinci mânâda olabilirse de sonraki mânâlardan biriyle o bağın meyvesinin değil, kendisinin kökünden kesilip yanmış, kül gibi karara, kalmış olduğu rivayet edilmiştir. Demek ki yemin ettikleri iş olmuştu, fakat gönüllerindeki gibi ve kendileri tarafından, lehlerine değil; hatırlarına getirmedikleri bir şekilde aleyhlerine olmuştu, henüz haberleri yoktu. Derken sabahleyin birbirlerine seslendiler. Haydin, kesecekseniz ürününüz üzerine erkence koşun, dediler.
Bunda iki hata ediyorlardı. Birisi o bağı yalnız kendileri yetiştirmiş, sade onların ekimi, kültürü imiş gibi, "ürününüz" diyorlar, sonra da "ürününüze" demiyorlar da "ürününüz üzerine" diyorlar. Onu ekin biçer gibi kesip bitirmek niyetiyle, düşmanın üzerine saldırır gibi kıymak kesin kararıyla aleyhine yürüyorlar, çünkü ondan kimseye bir şey bırakmak istemiyorlar, son derece hırslı hareket ediyorlar. Onun için hemen fırladılar. Giderken gizli gizli birbirilerine mızıldaşıyorlardı. Sakın, bugün üzerinize bir yoksul sokulmasın diyorlardı. Hiç düşünmüyorlardı ki dün birbirleriyle sözleşirken birbirlerinin gönüllerini ancak yemin ederek rahatlatabiliyorlar, biricik güvenceyi onda buluyorlar, ondan kuvvet alıyorlar, ortaklık ve toplumlarını onunla kurabiliyorlardı. O bağ ve ekine ve onun ürünlerini toplamaya nail olabilirlerse yine bu sayede nail olabileceklerdi. Düşünmeleri gerekirdi ki o bağ ve ürün, kendilerinden önce onu onlara veren ve onlar uyurken onu gözetecek olan Allah'ındır. Onda bir Allah hakkı, Allah'ın yoksul kullarının nice hakları vardır. O yoksulları gözetmek, bu iyiliği bilme alâmeti olmak üzere Allah için onlara efendilik etmek, hem o bağı bozmaya giderlerken öyle despotça hareket etmeyip mümkün olabildiği kadar onlardan bir kısmına da yararlanma imkanı vermek, hırs ve zorbalıkla bağlarına düşman çoğaltacaklarına ona gözleri takılabilecek olan fakirleri, babaları zamanında olduğu gibi az çok gözeterek hayırlarını isteyen duacılar, bekçiler yetiştirmek ve bunun kendileri için bir görev olduğunu unutmamak gerekirdi. Oysa onlar uykuda iken bağın ne olduğunu, ne duruma geldiğini hiç hesaba katmayarak fırlamışlar, "Sakın yanınıza bir fakir sokulmasın." diyerek, bunu da kimse işitmesin diye seslerini dahi kıskanır bir şekilde fısıl fısıl, mızıl mızıl birbirlerine uyarıda bulunarak hızla gidiyorlardı. Ve sade bir engellemeye güçleri yeterek, yani hızlı bir engelleme ve zorbalığa, sırf bir hırs ve öfkeye güçleri yeterek erkenden gittiler. Demek ki topluluğun hızı ve despotluğu bireyden daha kuvvetli ve daha dehşet vericidir. Evet öyle gittiler, varacakları yere vardılar ama sonu ne oldu? İşte şu şaşkınlık, şu yoksunluk, şu pişmanlık oldu: "Fakat bahçeyi gördüklerinde, biz her halde yanlış gelmişiz, yok, biz mahrum edilmişiz dediler"…


 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         



TEFSİR…

زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنينَ وَالْقَنَاطيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْاَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذلِكَ مَتَاعُ الْحَيوةِ الدُّنْياَ وَاللّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَابِ
Ali imran / 14. Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır. }
Şehvetle ilgisi çok olan, bütünüyle şehvet kesilmiş gibi bulunan şeylere karşı duyulan muhabbet, yahut sırf şehvet için sevilen, onlar arasından şu sayılan şeyler insanlara çok süslü, çok zinetli gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek şeyler yalnızca bunlar zannettiler. Bir taraftan bunların meşru birer nimet olması özelliği, bir de hayalî ve gayri meşru bir şeye sebep olması özelliği vardır. Birincisinde süsleyen Allah, ikincisinde süsleyen şeytan ve beşerin bilgisizliğidir ki, fenalığı ve kınanması bu bakımdandır. Şehvet nefsin arzu ettiği şeye atılışıdır ki gönül çekmek, canı istemek diye söylenir.
Bunun ifrat derecesine hırs ve şereh denilir. Dilimizde şehvet, iştahtan daha özel bir anlama gelir ise de aslında değildir. Burada şehevat, bütünüyle şehvet kesilmiş iştah çekici şeyler anlamına kullanılmış ve aşağısıyla tefsir edilmiştir. Bununla beraber mef'ûl mânâsına alınarak şehvet kendi mânâsında bırakılmak ve aşağısı da "hübb"ün beyanı olmak ihtimali vardır. Evlat ve hele oğullar demektir. Bunda kadınlar tarafından mülahaza olunan şehevat sevgisine de bir ima vardır. Zira "nâs" kelimesi bütün insanlara ve kadın ile erkeğe şamil olmak üzere genel anlamlı bir kelimedir. Fakat kınama açıkça erkeklere tevcih olunmuş, kadınlar sevmek değil, sevilmek mevkiinde gösterilmiştir. Bununla beraber âyet Allah katındaki mutlak gerçeği değil, bir bakış açısını, bir zihniyeti dile getirmiştir.
"Kanatîr" kantarın çoğuludur, "mukantara" ise kantarlanmış demektir. Kantarların kantarlanması da darb sûretiyle (çarpım yapılarak) çoğaltılmıştır ki, mübalağa için olur. Aritmetik ifadesiyle en az "kantar kerre kantar" demek gibidir. Kantar en büyük ağırlık birimidir ki, çeşitli zamanlarda, değişik kavimler tarafından farklı şekilde kullanılmış olduğu bilinmektedir. Mesela bir zamanlar Afrika ve Endülüs'te sekiz bin miskal, sonra yüz rıtıl bir kantar sayılmıştır. Hz. Peygamber'den bin iki yüz ukye (okka) veya on iki bin ukye veya bin iki yüz dinar diye üç ayrı rivayet de bulunmaktadır. Mutlak olması bakımından herhangi bir sayı değil, en yüksek tartıda birçok şey demek olur. Nitekim Araplarda kantar miktarı belli olmayan bir ağırlık ve tartıdır. Veyahut yerle gök arası kadar mal demektir diye de lügat rivayetleri bulunmaktadır.
İşte böyle şehevat muhabbetini pek güzel bir şey zannetmeleridir ki, kendilerini her fenalığa sürükler. Bu iştah çekici şeylere böylesine muhabbet ise göründüğü kadar güzel bir şey değildir. Bunların amaç ve gaye edinilmeye değer yanları yoktur. Nihayet bunlar bayağı bir hayatın unsurlarıdır.
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde. Dönüp dolaşıp varılacak ve hayatın gayesi edinilecek şey bunlar değildir. Allah'ın yanındakidir ki, bu dünya hayatından geçilip Allah'a varıldığı zaman ona erilir. Bundan dolayı o şehevat, o iştah çekici şeyler, dünya hayatını sürdürmek ve geçip Allah'a gitmek için faydalanılmak üzere verilmiş birer araç olmak bakımından Allah tarafından ihsan edilmiş birer nimet iseler de bu bayağı hayata ve onun eşyaları olan şehevata muhabbet etmek ve bu yüzden Allah yanındaki güzel mevkii feda etmek ne kadar büyük budalalıktır, ne kadar alçaklıktır.
اَنْ كَانَ ذَا مَالٍ وَبَنينَ () اِذَا تُتْلى عَلَيْهِ ايَاتُنَا قَالَ اَسَاطيرُ الْاَوَّلينَ ()
سَنَسِمُهُ عَلَى الْخُرْطُومِ () اِنَّا بَلَوْنَاهُمْ كَمَا بَلَوْنَا اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اِذْ اَقْسَمُوا لَيَصْرِمُنَّهَا مُصْبِحينَ () وَلَا يَسْتَثْنُونَ () فَطَافَ عَلَيْهَا طَائِفٌ مِنْ رَبِّكَ وَهُمْ نَائِمُونَ () فَاَصْبَحَتْ كَالصَّريمِ () فَتَنَادَوْا مُصْبِحينَ () اَنِ اغْدُوا عَلى حَرْثِكُمْ اِنْ كُنْتُمْ صَارِمينَ () فَانْطَلَقُوا وَهُمْ يَتَخَافَتُونَ () اَنْ لَايَدْخُلَنَّهَا الْيَوْمَ عَلَيْكُمْ مِسْكينٌ () وَغَدَوْا عَلى حَرْدٍ قَادِرينَ () فَلَمَّا رَاَوْهَا قَالُوا اِنَّا لَضَالُّونَ () بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ
Kalem/ 14-27 :Mal ve oğullar sahibi olmuş diye (böyle yolunu şaşırmış) Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, "Öncekilerin masalları!" der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (kibirini kırıp rezil edeceğiz). Biz, vaktiyle "bahçe sahipleri" ne belâ verdiğimiz gibi, onlara da belâ verdik. Hani onlar (bahçe sahipleri), sabah olurken (kimse görmeden) onu (mahsullerini) devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisna da etmiyorlardı. Fakat onlar daha uykudayken Rabbinin katından (gönderilen) kuşatıcı bir âfet (ateş) bahçeyi sarıverdi de, 20.Bahçe kapkara kesildi. Sabah olurken birbirlerine seslendiler. "Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsulünüzün başına gidin!" diye. Derken yürüyorlardı; fısıldaşıyorlardı. "Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın" diye. (Evet yoksullara yardıma) güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrum etmek niyet ve azmi ile erkenden yola düştüler. Fakat bahçeyi gördüklerinde: Mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız! dediler. Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız!
Konu fena huylardan, alçaklıklardan sakınmak ve onların sembolü olup da o yola sevkedebilecek olanların ardına düşmemekle ilgili ahlâkî ve sosyal bir konu olunca, tefsirciler gayet renkli ve zengin olan bu Kur'ân kelimelerini anlayıp anlatarak irşada çalışmışlardır. Zira Kur'ân o fenalık sembollerine itaat etmemeyi emrederken, Kur'ân tertibinin güzellik ve inceliğine bir leke kondurmamak üzere onları her birinin sırasıyle çok beğenip takındığı şatafatlı bir tavır ve edâ içinde deste deste mimliyerek süzgeçten geçirmiş ve bunlara uyanların, hepsinden aşağılık olduğunu göstermek üzere de "soysuz"u hepsinin sonuna takarak, hepsini bir küll halinde fırlatıp atıvermiştir.
Tefsirciler bunlarla belirli bir şahıs kastedilip edilmediğini araştırmakla uğraşmışlar ise de doğrusu Ebu Hayyân'ın dediği gibi âyette açık olan budur ki: Bu nitelikler belirli bir şahıs için değildir…
SARM, bağ kesmek, üzüm ve meyve devşirmek anlamına geldiği gibi, bir şeyi kökünden kesip tamamen ayırmak anlamına da gelir. Bunlar gönüllerince bağın kendisini değil, meyvesini devşirmeyi kastetmiş olsalar da yeminlerinde şöyle demişlerdir: "Vallahi o bağı sabahleyin mutlaka ve kesinlikle keseceğiz". Oysa bu tamamen kendi ellerinde değildi. Gerek o bağın gerek kendilerinin sabaha çıkıp çıkmayacaklarını öyle kesin bir şekilde bilemezlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. "İnşaallah", "Allah izin verirse" yahut "sağ salim sabaha çıkarsak", "bir kaza ve belaya uğramazsak" gibi bir şart, ilerisi için hesaba katılan bir kayıt koymuyorlardı. Çok kuvvetli ve kararlı olmak için yeminlerini yerine getirememek ve bu yüzden felakete uğramak ihtimallerini düşünmüyorlar, bir dönüm noktası bulunmasını istemiyorlardı. Yahut kendilerinden başka kimseye bir şey vermek istemiyorlar, onu kendilerinden başka birisinin kesebileceğini hesaba katmıyorlardı. Öyle kesin bir şekilde konuşup karar vererek uykuya yatmışlardı. Fakat onlar uykuda iken Rabbin tarafından bir dolaşıcı, dolaşan ilâhî bir emir, bir âfet o bağın üzerinden her tarafını dolaşıverdi. Bir rivayete göre bağın bulunduğu vadiden bir ateş çıkıp o bağı kökünden yakarak kavurup bitirivermişti. Derhal o cennet gibi bağ, sabaha kadar sırıma dönüvermişti.
SARÎM, tamamen kesilmiş veya kesik demektir. Meyvesi kesilmiş bağa, ürünü biçilmiş tarlaya, gecenin bir parçasına, hiçbir şey bitirmeyen kumluk bir yere de denilir. Burada birinci mânâda olabilirse de sonraki mânâlardan biriyle o bağın meyvesinin değil, kendisinin kökünden kesilip yanmış, kül gibi karara, kalmış olduğu rivayet edilmiştir. Demek ki yemin ettikleri iş olmuştu, fakat gönüllerindeki gibi ve kendileri tarafından, lehlerine değil; hatırlarına getirmedikleri bir şekilde aleyhlerine olmuştu, henüz haberleri yoktu. Derken sabahleyin birbirlerine seslendiler. Haydin, kesecekseniz ürününüz üzerine erkence koşun, dediler.
Bunda iki hata ediyorlardı. Birisi o bağı yalnız kendileri yetiştirmiş, sade onların ekimi, kültürü imiş gibi, "ürününüz" diyorlar, sonra da "ürününüze" demiyorlar da "ürününüz üzerine" diyorlar. Onu ekin biçer gibi kesip bitirmek niyetiyle, düşmanın üzerine saldırır gibi kıymak kesin kararıyla aleyhine yürüyorlar, çünkü ondan kimseye bir şey bırakmak istemiyorlar, son derece hırslı hareket ediyorlar. Onun için hemen fırladılar. Giderken gizli gizli birbirilerine mızıldaşıyorlardı. Sakın, bugün üzerinize bir yoksul sokulmasın diyorlardı. Hiç düşünmüyorlardı ki dün birbirleriyle sözleşirken birbirlerinin gönüllerini ancak yemin ederek rahatlatabiliyorlar, biricik güvenceyi onda buluyorlar, ondan kuvvet alıyorlar, ortaklık ve toplumlarını onunla kurabiliyorlardı. O bağ ve ekine ve onun ürünlerini toplamaya nail olabilirlerse yine bu sayede nail olabileceklerdi. Düşünmeleri gerekirdi ki o bağ ve ürün, kendilerinden önce onu onlara veren ve onlar uyurken onu gözetecek olan Allah'ındır. Onda bir Allah hakkı, Allah'ın yoksul kullarının nice hakları vardır. O yoksulları gözetmek, bu iyiliği bilme alâmeti olmak üzere Allah için onlara efendilik etmek, hem o bağı bozmaya giderlerken öyle despotça hareket etmeyip mümkün olabildiği kadar onlardan bir kısmına da yararlanma imkanı vermek, hırs ve zorbalıkla bağlarına düşman çoğaltacaklarına ona gözleri takılabilecek olan fakirleri, babaları zamanında olduğu gibi az çok gözeterek hayırlarını isteyen duacılar, bekçiler yetiştirmek ve bunun kendileri için bir görev olduğunu unutmamak gerekirdi. Oysa onlar uykuda iken bağın ne olduğunu, ne duruma geldiğini hiç hesaba katmayarak fırlamışlar, "Sakın yanınıza bir fakir sokulmasın." diyerek, bunu da kimse işitmesin diye seslerini dahi kıskanır bir şekilde fısıl fısıl, mızıl mızıl birbirlerine uyarıda bulunarak hızla gidiyorlardı. Ve sade bir engellemeye güçleri yeterek, yani hızlı bir engelleme ve zorbalığa, sırf bir hırs ve öfkeye güçleri yeterek erkenden gittiler. Demek ki topluluğun hızı ve despotluğu bireyden daha kuvvetli ve daha dehşet vericidir. Evet öyle gittiler, varacakları yere vardılar ama sonu ne oldu? İşte şu şaşkınlık, şu yoksunluk, şu pişmanlık oldu: "Fakat bahçeyi gördüklerinde, biz her halde yanlış gelmişiz, yok, biz mahrum edilmişiz dediler"…


 

seyfullah putkýran

New member
Katılım
30 Eyl 2005
Mesajlar
5,807
Tepkime puanı
205
Puanları
0
Yaş
40
Konum
Ruhlar Aleminden
Web sitesi
www.tevhidyolu.net

          Ortalanmis Mesaj         


Ey Ehl-i İman! Sabıkan, adâvet ne kadar zararlı olduğunu anladın. Hem anla ki, adâvet kadar hayat-ı İslâmiyeye en müthiş bir maraz-ı muzır dahi, hırstır.
Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve sefaleti getirir. Evet, her milletten ziyade hırsla dünyaya saldıran Yahudi milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i kàtı'dır.
Evet, hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz'î bir ferde kadar sû-i tesirini gösterir. Tevekkülvâri taleb-i rızık ise, bilâkis medar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir. İşte, bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvâri, kanaatkârâne yerlerinde durup hırs göstermediklerinden, rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlât besliyorlar. Hayvânat ise, hırsla rızıkları peşinde koştukları için, pek çok zahmet ve noksaniyetle rızıklarını elde edebiliyorlar.
Hem hayvânat dairesi içinde zaaf ve acz lisan-ı hâliyle tevekkül eden yavruların meşru ve mükemmel ve lâtif rızıkları hazine-i rahmetten verilmesi; ve hırsla rızıklarına saldıran canavarların gayr-ı meşru ve pek çok zahmetle kazandıkları nâhoş rızıkları gösteriyor ki, hırs sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise vesile-i rahmettir.
Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırsla dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle kazandığı, kendine faydası az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribâ ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki, hırs maden-i zillet ve hasârettir. Hem harîs bir insan her vakit hasârete düştüğüne dair o kadar vakıalar var ki darbımesel hükmüne geçmiş, umumun nazarında bir hakikat-i âmme olarak kabul edilmiştir.
Madem öyledir. Eğer malı çok seversen, hırsla değil, belki kanaatle malı talep et, tâ çok gelsin.
Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki, büyük bir zâtın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: "Beni yalnız kabul etsin; dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana verseler, lütuftur."
İkinci adam, güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet etmeye mecburmuş gibi, mağrurâne der ki: "Bana en yukarı iskemleyi vermeli." O hırsla girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken, teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Teşekkür değil, bilâkis hane sahibini tenkit ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor.
Birinci adam mütevaziâne giriyor, en aşağıdaki iskemleye oturmak istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. "Daha yukarı iskemleye buyurun" der. O da gittikçe teşekkürâtını ziyadeleştirir; memnuniyeti tezayüd eder.
İşte, dünya bir divanhane-i Rahmân'dır. Zemin yüzü bir sofra-i rahmettir. Derecât-ı erzak ve merâtib-i nimet dahi iskemleler hükmündedir.
Hem, en cüz'î işlerde de herkes hırsın sû-i tesirini hissedebilir.
Meselâ, iki dilenci birşey istedikleri vakit, hırsla ilhah eden dilenciden istiskal edip vermemek, diğer sakin dilenciye merhamet edip vermek, herkes kalbinde hisseder.
Hem meselâ, gecede uykun kaçmış; sen yatmak istesen, lâkayt kalsan, uykun gelebilir. Eğer hırsla uyku istesen, "Aman yatayım, aman yatayım" dersen, bütün bütün uykunu kaçırırsın.
Hem meselâ, mühim bir netice için birisini hırsla beklersin. "Aman gelmedi, aman gelmedi" deyip, en nihayet hırs senin sabrını tüketip, kalkar gidersin. Bir dakika sonra o adam gelir; fakat beklediğin o mühim netice bozulur.
Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla, harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teennî-i hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareketedilmediği için, o tertipli eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı noksan bırakır, maksada çıkamaz.
İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belâlı birşey olduğu hâlde, nasıl hırs yolunda her zilleti irtikâp ve haram-helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Halbuki, zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin, herhâlde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.
Hakikatli bir rüya-yı hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci senesinde, bir acip rüyada benden soruldu:
"Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve meşakkat-i bedeniye nedendir?"
Rüyada demiştim:
"Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir, kendi verdiği malından birisini bizden istedi-tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve ha-setlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkâr-lık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâ-tını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.
"Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; mu-vakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu.
"Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ul-vî, nuranî ve faydalı bir nevi talimat-ı Rabbâni-yeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koş-turmakla bize bir nevi namaz kıldırdı" demiştim.
Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır. Yir-mi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur'ân'ı muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir:
Birisi: "Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?"
İkincisi: "Sen çalış, ben yiyeyim."
Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı içtima-îyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hur-met-i ribâdır. Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatler-de, belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insa-niye için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, be-şerde, havas ve avam, iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan; ve avamdan havâssa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekâttır. Yoksa, yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahak-küm iner; avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, daimî bir mücadele-i mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Ge-le gele, tâ Rusya'da olduğu gibi, sa'y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.
Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç za-rarı var. Bazen da faydasız gider. Çünkü, Allah namına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.
Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nef-si kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riyâ ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak ne-rede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?



 
Üst Alt