Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi.

muhammet

New member
Katılım
22 Şub 2007
Mesajlar
830
Tepkime puanı
14
Puanları
0
Yaş
49
Bir müslümanın temel hedefi Allahû Teâla (cc)'ya ihlâsla ibadet edebilmek. Ruhlar âleminde gerçekleşen misaka ve o misakın tabii sonucu olan emânete, hakkı ile riayet edebildiği müddetçe, yeryüzünün neresinde olursa olsun yaşayabilir. Elbette hangi halde bulunursa bulunsun, insanları, Allahû Teâla (cc)'nın dinine davet etmeye devam edecektir. Herhangi bir devlet, müslümanların ibadet etmelerine karışmaz ve tebliğ hususundaki gayretlerini sınırlamazsa mesele yoktur. Ancak bütün bunları kanunla yasaklar ve ibadet ettikleri için müslümanlara zulüm ederse, durum ne olacaktır? Bu suale cevap verebilmek için hicret kavramını açıklamak durumundayız.Hecr veya hecran; insanın başkasından (bedenen, kalben veya dille) ayrılması demektir. Hicret; ayrılma, terketme ve göç etme mânâlarına gelir. Seyyid Şerif Cürcanî: "Küfür ahkâmının tatbik edildiği beldeden, darul-İslâm'a intikâl etmeye hicret denilir."(1) Tarifini esas almıştır. Râğıb el-İsf_ahanî, Müfredat isimli eserinde şu noktalar üzerinde durur: "Hecr veya hicran; insanın başkasından ayrılmasıdır. Bu bedenle, kalple veya dille olabilir. Allahû Teâla (cc): "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince; onlara öğüt verin (vazgeçmezlerse), kendilerini yataklarında yalnız bırakın (vehcürûhunne)" buyurmuştur. Burada kullanılan vehcürûhunne ifadesi, onlara yaklaşmamaktan kinayedir. Furkan sûresindeki "Peygamber dedi ki: `Ey Rabbim! Kavmim hakikat şu Kur'ân'ı metrûk (mehcûr) bir şey edindiler."(2) mealindeki âyette, kalp ile hecr veya hem kalp, hem lisan ile hecr sözkonusudur. "Onlardan güzel bir şekilde ayrıl."(3) mealindeki âyette, üç türlü hecr (ayrılma) muhtemeldir. Bununla beraber; müşriklere iyi davranmakla birlikte mümkün olursa her üç şekilde de (beden, kalp ve dil) ayrılmanın (hecr etmenin) yollarını aramaya davet edilmektedir. "Uzun bir müddet benden ayrıl (vehcurni), git!"(4) mealindeki ayette de böyledir. "Âzâb(a götürecek şeyleri) terket (fehcûr)!"(5) Burada da bütün şekilleriyle ayrı kalmaya teşvik vardır. Muhaceret, başkasıyla ilişkiyi kesip, onu terketmektir (...) Denildi ki; şehvetlerden, kötü huylardan ve günahlardan uzaklaşmak, olanları terk ve reddetmek de, hicretin gereğidir.'(6)Hz. Âdem (a.s) ile başlayan tevhid mücadelesi; tâgûtî güçlerin zulmü sebebiyle, hicret eden muttaki insanların ızdırabını gündeme getirmiştir. Kâfirler ve müstekbirler daima zorbalığa başvurmuşlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de; Hz. Şuayb (a.s)'ın kıssası beyan edilirken, kavminin önde gelen (mele) müstekbirlerinin teklifi haber verilmiştir: "Onun (Şuayb'ın) kavminden iman etmeyi kibirlerine yediremeyen kodamanlar (devlet adamları) şöyle dedi: `Ey Şuayb, seni ve beraberindeki iman edenleri ya muhakkak memleketimizden çıkaracağız, ya mutlaka bizim dinimize (küfre ve şirke) döneceksiniz! O (Şuayb): `Ya istemesek de mi? dedi."(7)Hz. Musa (a.s)'ın kıssasında da kâfirlerin ne derece zorba olduğu açıklanmaktadır. Nitekim Fir'avun, Hz. Musa (a.s)'ya hitaben: "Yemin ederim ki; eğer benden başka bir ilâh edinirsen, seni muhakkak ve muhakkak zindana atılanlardan ederim. tehdidinde bulunmuştur. Esasen bütün tâgûtî iktidarlarda, Fir'avun kompleksini tesbit etmek mümkündür. Tarih boyunca, birçok peygamber ve muttaki mü'min, sadece ve sadece Allahû Teâla (cc)'ya ibadet edebilmek için hicret etmişlerdir. Şimdi bu konu üzerinde kısaca duralım:1. Hz. İbrahim'in Hicreti:Heykelperest bir kavme, İslâm'ı tebliğ etmeye gayret eden Hz. İbrahim (a.s) birçok işkenceye uğramıştır. Sabırla ve metanetle yürüttüğü nübüvvet görevinin sonucu, hicretle noktalanmıştır. Şimdi hicret etmeden önceki son durumu Kur'ân-ı Kerîm'den öğrenelim:"... Bundan dolayı kavminin cevabı: `Öldürün onu, yahut yakın onu! demelerinden başka (bir şey) olmadı. Allah da onu (İbrahim'i) ateşten kurtardı. Şüphe yok ki bunda iman edecek zümreler için herhalde ibretler vardır. De ki: `Siz dünya hayatında birbirinizle (müşriklik hususunda) dost olduğunuz için Allah'ı bırakıp ancak heykellere tutundunuz. (Fakat) bilâhare kıyamet gününde kiminiz kiminize küfür, kiminiz kiminize lânet edecektir. Barınacağınız yer ise ateştir. Sizin (o vakit) hiçbir yardımcınız da yoktur. Bunun üzerine kendisine Lût iman etti. (İbrahim) dedi ki: `Hakikat ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphe yok ki mutlak ve galib, tam hüküm ve hikmet sahibi O'dur."(9)Böylece Kur'ân-ı Kerîm; Hz. İbrahim (a.s)'ın dini yaymak gayesiyle, kavminden uzaklaşmaya karar verdiğini bildirmektedir. 2. Ashab-ı Kehfin Hicreti:Kâfir ve zâlim bir yönetime itaat etmekten hayâ ederek, bir mağaraya hicret eden Ashab-ı Kehf nasıl unutulabilir? Allahû Teâla (cc) onlardan râzı olmuş ve Kur'ân-ı Kerîm'de "genç yiğitler"(10) olarak taltif etmiştir. Kıyamete kadar hayırla anılacaklardır. Şimdi kısaca onların kıssasını nakledelim:"(Şimdi) Sana onların kıssalarını (hakiki bir şekilde) anlatalım: Hakikat onlar Rablerine iman eden genç yiğitlerdi. Biz de onların hidâyetini artırmıştık!. Ve (kâfir hükümdarın karşısına dikilip) de: `Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına Allah demeyiz. (Eğer dersek) o zaman andolsun ki, hakikatten uzaklaşmış oluruz. Şunlar, şu bizim kavmimiz O'ndan (Allahû Teâlâ dan) başkasını ilâhlar edindiler. Bunların üzerine bari, açık bir bürhan getirselerdi ya!.. Artık Allah'a karşı yalan yere iftira edenlerden daha zâlim (daha kâfir) kimdir?' dedikleri zaman onların kalplerini (sabır ve sebat ile tamamen hakka) bağlamıştık. (Orılar birbirlerine şöyle demişlerdi) Madem ki biz onlardan ve Allah'dan başka tapmakta olduklarından ayrıldık (hicret ettik), o halde mağaraya çekilelim ki, Rabbimiz bize rahmetinden genişlik versin, işimizde de faide hazırlasın." (11) Böylece onlar (Ashab-ı Kehf); tâgûtî bir iktidarın yönetimi altında yaşayıp, imanlarını gizlemekten haya etmişler ve mağarada İslâm'ı yaşamaya çalışmışlardır. Kâfirlerden ve zâlimlerden uzaklaşan (hicret eden) Ashab-ı Kehf'in, İslâm'ı yaşama hususunda gösterdiği gayreti takdir etmemek mümkün müdür? Güçlerini (ve sayılarını) bahane ederek tâgûtî yönetimlere boyun eğen, cihadı ve hicreti unutan insanların, Ashab-ı Kehfi hatırlaması kolay değildir.Tâgûtî iktidarların baskısı ve çevre şartları sebebiyle, İslâmî bir hayat yaşayamayan her mükellef, mutlaka hicret etmek mecburiyetindedir. Ayrıca müslümanların; kâfirlerin ordularına katılmaya ve küfrün güçlenmesi için savaşmaya mecbur edildikleri durumlarda, mutlaka hicret etmeleri gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, müslüman oldukları ve hicrete güçleri yettiği halde bu ibadeti terkedenler uyarılmışlardır."Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: `Ne işte idiniz? (İslâm için ne yapıyordunuz?)' Onlar: `Biz yeryüzünde (İslâm'ın emirlerini tatbikten) âcizlerdik' derler. Melekler de: `Peki!.. Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Siz de oradan (İslâmî bir hayat yaşayamadığınız yerden) hicret edeydiniz ya!' derler. İşte onların durağı (varacağı yer) cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içerisinde bırakılıp da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesnadır. Zira onlar (acz ve zaaf içerisinde olanlar) Allah'ın affedeceğini umabilirler?"(12)Mekke'de, müslüman oldukları halde (hicret etmeye imkânları da varken) "imanlarını gizleyen ve İslâm'ın emirlerini edâ edemeyen" kimseler hakkında inen bu ayet, hicretin önemini bildirmektedir. Şimdi konuya değişik bir açıdan bakalım: "Hicret ibadetinin edâ edilebilmesi için kâmil mânâda bir dârû'l-İslâm'ın bulunması şarttır" diyerek kendilerini ma'zur görenler haklı mıdırlar? Bilindiği gibi sahabe-i kiram'ın ilk hicret ettiği ülke Habeşistan'dır. İmam-ı Serahsi "Mekke'yi" şu şekilde tarif etmektedir: "O dönemde Mekke; şirk ahkâmının tatbik edildiği bir dâru'ş şirk idi."(13) Malûm olduğu üzere; birinci ve ikinci Habeşistan hicretinin edâ edildiği dönemde, yeryüzünde dâru'l-İslâm vasfına haiz bir belde yoktur. Dolayısıyla "hicret ibadetini edâ edebilmek için, kâmil mânâda bir dâru'l İslâm'ın bulunması şarttır" iddiası tutarlı değildir. Nitekim Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî ye göre, hicret iki çeşittir. Birincisi: İşkence ve korku diyarından, güven diyarına hicret!.. Tıpkı Habeşistan'a ve Resûl-i Ekrem (sav)'in hicretinden önce Mekke'den Medine'ye yapılan hicret gibi!.. İkincisi: Küfür diyarından İslâm diyarına hicret. Bunun misali ise şudur: Peygamber efendimizin (sav) Medine'ye hicret ederek İslâm devletini kurduktan sonra yapılan hicret... Ancak Mekke fethedildikten sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Fetihden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır."(14)emri gereğince; Mekke-Medine arasındaki hicreti kaldırmıştır. Fûkaha, hadiste geçen fetihden maksadın, Mekke'nin fethi olduğunda müttefiktir. Abdullah İbn-i Ömer (r.a): "Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe, hicret devam edecektir. Zira Resûl-i Ekrem (sav) `Düşmanla cihad devam ettiği müddetçe, hicret devam edecektir' buyurmuştur. Bu hadise göre; hicretin farz olduğu küfür diyarı, (müslümanlarla) savaşın devam ettiği beldedir. Küfür diyarındaki müslüman; baskı ve zulüm altında tutulur, dinini açığa vuramaz ve (küfrün orduları safında) savaşa götürülür" diyerek, hicretin hangi hâlde farz olduğunu izah etmiştir.Savaş sözkonusu olmadığı ve İslâmî hükümleri edâ edebildiği müddetçe, hicret ibadeti farz olmaz. Mükellefin durumuna göre müstehap veya mübah olabilir.Sonuç olarak: Kelime-i Şehadeti ikrar ve tasdik eden her mükellef, Allahû Teâla (cc)'nın kitabında ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetinde yer alan her hükmün "Mutlak Hakikat" olduğunu tasdik etmiştir. Hakikate göre amel etmek ve bâtılı terketmek farzdır. Tâgûtî iktidarların hâkim, müslümanların mahkûm durumunda olduğu beldelerde; İslâm cemaatinin kurulması şarttır. Müslüman ya İslâmî devletin, ya da İslâmî cemaatin içerisinde ibadetlerini hakkı ile edâ edebilir. Bu iki halin dışında, üçüncü bir hâli gündeme getirmek mümkün değildir.
KAYNAKLAR
(1) Seyyid Şerif Cürcanî, et-Ta'rifat, İstanbul ty, Kaynak Yay., sh. 256.
(2) Furkan süresi: 30.
(3) Müzzemmil sûresi:10
(4) Meryem sûresi: 47.
(5) Müddessir sûresi: 5.
(6) Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'rın, İst.,1986, Kahraman Yay., sh. 782.
(7) A'raf sûresi: 29
(8) Şuara sûresi: 29.
(9) Ankebût sûresi: 24-26.
(10) İbn-i Kesir, Tefsirû'l Kur'au'il-Aziym, Beyrut 1986, c. III, sh. 410
(11) Kehf sûresi: 13-16.
(12) Nisa sûresi: 97-99.
(13) İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut: ty., c. XIV, sh. 57.
(14) Sahih-i Buharî, Sahih-i Müslim, Sürıeni-i Tirmizî ve Sürıen-i Nesaî.
 
Z

zeynep_hearty

Guest
Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe, hicret devam edecektir...
rabbim kez kere razı olsun..yaşadığımız cografyada mağduriyetleri nedeni ile bir sebeple(sebep olanlardan rabbim razı olsun) imkan bulup ilim için yurdışına çıkan diğer bir ifadeyle hicret eden kardeşlerimiz için ve daha nice hicret edenler için efendimizin bugüne yansıyan sözlerinin doğruluğunu görüyoruz ..selam ve dua ile...
 

lotus

New member
Katılım
30 Mar 2007
Mesajlar
407
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Allah razı olsun sizden Muhammet abi böyle güzel ve öğretici konuları açıp bizleri bilgilendirdiğiniz için. Emeğinize sağlık.
 

sena

New member
Katılım
1 Haz 2007
Mesajlar
32
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Hicretin islam tarihindeki yeri ve önemi.

HİCRET'İN İSLÂM TARİHİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ



Hicret, İslâm tarihinin en önemli olayıdır. Hicret, Müslümanları, müşriklerin zulmünden kurtarmış, İslâm'a yayılma imkânı
sağlamış, böylece İslâm inkılâbının başlanğıcı olmuştur. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer'in halifeliği esnâsında, Hz. Peygamber'in hicret ettiği yılın 1 Muharrem'i olan 16 Temmuz 622 tarihi "Hicri-Kamerî Takvim" için "takvim başı" olarak kabul edilmiştir.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Mekke şehrinde doğmuştur. Yüce Allah, O'nu burada peygamber olarak görevlendirmiştir.
Görevinin gereği olarak, "(Önce) en yakın akrabalarını uyar." (1) âyet-i kerimesi gereğince, yakınlarından başlamak üzere,
insanları İslâm'a davet etmeye başlamıştır. Kendilerini İslâm'a da'vet ettiği kimseler O'nu, el-Emin = güvenilir kişi olarak
tanıyorlardı. O'nun dürüstlüğü ve ahlâkî üstünlüğü üzerinde ittifak halinde idiler. Kendisinin Allah tarafından gönderilmiş ve
görevlendirilmiş Peygamber olduğunu duyunca, O'na inanmaya ve etrafında toplanmaya başladılar. Müslümanların sayısı
günden güne artıyor ve İslâmiyet hızla yayılıyordu. Ancak Mekke'de Kureyş kabilesinin ileri gelenleri bundan endişe duyuyor, toplum üzerindeki hâkimiyetlerini kaybedeceklerinden korktukları için O'na engel olmaya çalışıyorlardı. Bunun için
Peygamberimize ve O'na inananlara amansız düşman kesilmişlerdi. Müslümanlara zulmediyor, akıl almaz işkenceler
yapıyorlardı. Hz. Peygamber, Mekkelilerin kendisine ve Müslümanlara karşı takındıkları tavır karşısında, hiçbir zaman yılmadı, doğacağına kesinlikle inandığı İslâm güneşine, başka ufuklar aramayı düşündü.
Müşriklerin, tahammülü çok ğüç olan bu zulümleri karşısında, Mekke'de Müslümanlar korunamaz hale gemişlerdi. Bu sebeple
Müslümanların Medine'ye hicret etmeleri kararlaştırılmıştı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ; "Sizin hicret edeceğiniz yerin iki
kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi..." (2) diyerek, Müslümanların Medine'ye hicretlerine izin verdi.
Böylece Peygamberliğin 13'üncü yılının ilk ayı Muharrem'de (Temmuz 622) Medine'ye hicret başlamış oldu.
Kâbe'ye yapılan senelik hac görevi, Arap yarımadasının bütün noktalarından Arapları Mekke'ye getiriyordu. Hz. Peygamber,
bu sefer, kendisine sığınma imkânı ve peygamberlik vazifesini yerine getirme izni verecek bir kabile bulup, iknâ etmenin yollarını aradı. Birbiri ardınca, yanlarına gittiği onbeş kabilenin temsilcilerinin hepsi de az çok kaba bir şekilde kendisini geri çevirdiler.
Umudunu hiç kaybetmedi, son olarak yarım düzine kadar Medineli ile karşılaştı. Yahudi ve Hristiyanların komşuları olan bu
kişiler, Peygamberler ve ilâhi vahiyler kavramına yabancı değillerdi, üstelik onlar, bu kutsal kitap sahiplerinin, bir Peygamberin, son bir tesellicinin gelmesini beklediklerini de biliyorlardı. O yüzden bu konuda başkalarından önce davranmak fırsatını kaçırmak istemediler, derhal Hz. Muhammed'e inandılar, kendisine Medine'de diğer inananlar bulmaya çalışacakları ve gereken desteği vereceklerine dâir söz verdiler. Ertesi yıl oniki kadar Medineli kendisine bağlılık yemini ettiler ve İslâm'ı öğretecek bir öğretmen-dâvetçi istediler. Bu görevi üzerine alan Mus'ab, bu işte hayli başarılı oldu ve bir sonraki sene Mekke'ye hac sırasında yeni müslüman olmuş, yetmiş üç kişilik bir kafile gönderdi. Bunlar Hz. Peygamberi ve diğer Mekkeli Müslümanları kendi şehirlerine göç etmeye dâvet ettiler, onları koruyacakları ve kendi aile bireyleriymiş gibi bağırlarına basacakları sözü verdiler. Böylece Müslümanların en büyük kısmı gizlice ve küçük gruplar halinde Medine'ye hicret etti, (3) Kısa zamanda, Mekke'li Müslümanların hemen hepsi Medine'ye göç etti. Yanlızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali'yi, Hz. Peygamber Mekke'de alıkoymuştu.
Böylece İslâmiyet Medine'de de yayılmaya başladı. Bu durum Kureyş ileri gelenlerini daha da telâşlandırdı. Medine'nin
kuvvetli bir İslâm merkezi haline gelmesinin aleyhlerine olacağını anladılar. Konuyu tartışmak ve bir hal çâresi bulmak üzere
"Dâru'n - Nedve" denilen yerde toplandılar. Uzun uzun görüştüler ve tartıştılar. Sonunda kendilerine kurtuluş yolunu
göstermekten, dünya ve ahirette mutlu olmaları için çaba harcamaktan başka bir şey yapmayan, Peygamberimiz (s.a.s.)'i
öldürmeye karar verdiler. Kendilerince çok gizli olarak aldıkları bu karar ve plânlarından Kur'an-ı Kerimde şöyle
bahsedilmektedir; "İnkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek, ya da sürmek için düzen kuruyorlardı. Allah düzen yapanların en iyisidir." (4)
Müşriklerin bu korkunç plânlarını Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz'e haber verdi: "Bu gece, her zaman yatmakta olduğun
yatağında yatmayacaksın, evini terk edeceksin..." dedi. Böylece Hz. Peygamber'e hicret için izin verildi. Peygamberimiz Hz.
Ali'yi çağırdı: "Ben Medine'ye gidiyorum. Sen bu gece benim yatağımda yat, hırkamı üstüne ört. Müşrikler beni yatıyor
sansınlar, onlara bir şey sezdirme. Sabahleyin şu emânetleri sahiplerine ver. Ondan sonra sen de hemen gel" dedi.
Ortalık kararınca, Kureyş'in seçme cânileri evin etrafını sardılar. Sabahleyin evinden çıkarken hep birden saldırıp
öldüreceklerdi. Hz. Ali, Rasûl-i Ekrem'in yatağına yattı. Hz. Peygamber eline bir avuç kum alıp evini çeviren müşriklerin
üzerine saçtı. Saçılan kum taneleri, cânilerden her birine isâbet etmiş, hepsi de derin bir uykuya dalmışlardı. Peygamberimiz
(s.a.s.) "Yâ-sin " Süresi'nin şu anlamdaki âyetini okuyarak aralarından geçip gitti: "Biz onların önlerine ve arkalarına birer
sed çektik, böylece gözlerini perdeledik. Onlar artık elbette görmezler." (5)
Rasûlü Ekrem gece evinden ayrıldıktan sonra Kabe'yi tavaf etti. Sonra doğduğu yerden ayrılış hüznünü ifade eden şu sözleri
söyledi. "Ey Mekke! Sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve en bana sevimli yerisin. Eğer çıkmak zorunda
bırakılmasaydım senden ayrılmazdım." (6) Ertesi gün öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın emriyle beraber
Medine'ye hicret edeceklerini bildirdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Hz. Ebû Bekir'le birlikte Mekke'den çıkıp, Sevr Dağı'na gelerek oradaki
mağarada saklandılar. Kureyş'in araması bitinceye kadar, üç gün üç gece mağarada kaldılar. Hz. Peygamber'i ve Ebû
Bekir'i arayanlar, iz sürerek nihâyet Sevr'deki mağaranın ağzına kadar geldiler. Ayak sesleri ve konuşmaları içeriden
duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir, başını kaldırdığı zaman onların ayaklarını görmüş ve heyecanla: "Ya Resûlâllah, eğilip baksalar,
bizi görecekler" demişti, bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Korkma, Allah'ın yardımı bizimledir. (7) İki yoldaş ki,
üçüncüsü Allah'tır, hiç endişe edilir mi?" buyurdu.(
cool.gif

Takipçiler Sevr dağına henüz çıkmadan, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş, bir çift beyaz güvercin yuva yapıp yumurt-
lamıştı. Bu durumda Kureyşliler, mağaranın içine bakmanın ahmaklık olacağını düşünerek bırakıp gittiler.
Resûlüllah'a ilk vahiy Hîra (Nûr) dağındaki mağarada gelmişti. Hiradaki mağara ile Serv'deki mağara arasında geçen müddet,
Hz.Peygamberin, Peygamberlik hayatının Mekke devrini teşkil etmişti. Sevr dağındaki mağaradan başlayan hicret ise, Mekke
devrinin sonu, Medine devrinin başlanğıcı olmuştur.(9) Hicret yolculuğunda Peygamberimiz, iki önemli takiple karşılaştı.
Müdliçoğullarından Surâka, Kureyş'in ilân ettiği mükâfatı ele geçirmek hevesiyle, kendi bölgelerinden geçmiş olan hicret
kafilesini tâkibe koyuldu. Atını dörtnala sürerek Resûlûllah'a ve arkadaşlarına yaklaştığı sırada atı sürçüp kapaklandı. Kendisi
de yere yuvarlandı. Yeniden atına binip koşturdu. Tam yaklaştığı sırada atının ön ayakları kuma saplandığı için, yine düştü. Atını
zorlukla kurtardı. Surâka'nın morali iyice bozulmuştu. Hz. Peygamber'den özür diledi. Yazılı bir emanname alarak geri döndü, diğer takipçileri de "ben aradım, boşuna yorulmayın, bu tarafta yok" diyerek geri çevirdi.
Eslemoğullarından Büreyde de, Kureyş'in ilân ettiği mükâfatı alabilmek için Resûlüllah'ı tâkibe başlamıştı. Fakat ilk görüşte
yanındakilerle birlikte müslüman oldu. Daha sonra başındaki beyaz sarığı çözerek mızrağının ucuna bağladı; "sizin gibi şanlı bir
kafile bayraksız gitmez. İzin verirseniz ilk alemdârınız olayım" diyerek tâ Kubâ Köyü'ne kadar bu şanlı Kâfileye bayraktarlık
yaptı.
Hz. Peygamber'in yola çıktığı Medine'de duyulmuştu. Bu yüzden Medineliler, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'i karşılamak üzere her
sabah şehir dışına çıkıp bekliyorlardı. 12 Rabîulevvel Pazartesi günü yine öğleye kadar beklemişler, sıcak bastırınca ümitlerini
kesip dönmüşlerdi. Bu esnâda bir iş için evinin çatısına çıkan bir Yahûdi, bir kafilenin uzaktan gelmekte olduğunu gördü ve
yüksek sesle:
"İşte günlerdir yolunu beklediğiniz devletli geliyor "diye haykırdı. Medineliler, bir bayram sevinci içinde yollara döküldüler.
Hz. Peygamberi Medine'ye yaya yürüyüşle 1 saat uzaklıkta Kubâ köyünde karşıladılar. Peygamberimiz burada, Amr b. Avf
oğulları'nda 14 gece misâfir kaldı. Bu esnâda Kur'an-ı Kerim'de "takvâ üzere yapıldığı" bildirilen Kubâ Mescidini binâ etti
ve burada namaz kıldı. (10)
Hz. Peygamber'den 3 gün sonra tek başına yola çıkmış olan Hz. Ali de gündüzleri gizlenip, geceleri yürüyerek, Kubâ'da iken
kafileye yetişti.
14 gün sonra, bir Cuma günü Peygamberimiz devesine bindi. Karşılamağa gelenlerle muhteşem bir alay içinde Medine'ye
hareket etti. Yolda "Sâlim b. Avfoğulları"na ait "Rânûna Vâdisi"nde öğle vakti oldu. Hz. Peygamber, burada arka arkaya iki hutbe okuyarak ilk cuma namazını kıldırdı. Bu ilk cuma hutbesinde, Sevgili Peygamberimiz, İslâm'ın bazı temel prensiplerine temas ettiği için, burada nakletmeyi faydalı görüyorum; Rasûl-i Ekrem, birinci hutbeye Allah'a hamd ve senâ ederek başladı ve şöyle devam etti:
"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz, fırsat elde iken iyi işlere koşunuz. Allah'ı çok anmak, gizli ve âşikar çok
sadaka vermek suretiyle O'nunla aranızdaki bağı kuvvetlendiriniz. Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görürsünüz,
kaçırdıklarınızı tekrar elde edersiniz."
Biliniz ki, Cenâb-ı Hak, içinde bulunduğum yılın bu ayında, bugün şu bulunduğum yerde cuma namazını kıyâmete kadar,
üzerinize farz kıldı. Hayâtımda veya benden sonra -âdil veya zâlim- bir imamı olduğu halde önemsiz gördüğü veya inkâr ettiği
için, kim bu namazı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve hiçbir işine hayır vermesin. Biliniz ki, böylesini,
tevbe etmedikçe, ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de herhangi bir iyiliği Allah katında bir değer taşır. Ancak, kim
tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. (11)
Ey insanlar, âhiret için azık hazırlayıp önceden gönderin. Hepiniz ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız. Sonra Rabbiniz
-arada tercüman veya perdedâr olmaksızın- bizzat:
-Sana benim peygamberim gelip haber vermedi mi? Ben sana mal vermiş, ihsanda bulunmuştum. Sen bunlardan âhiretin için ne
gönderdin, diye soracaktır. O kimse sağına, soluna bakacak, hiçbir şey göremeyecek. Sonra önüne bakacak, orada
cehennem'i görecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa, kendini ateşten korumaya gücü yeten, bunu yapsın. Buna gücü
yetmeyen, bâri güzel sözle kendini kurtarsın. Çünkü bir iyiliğe 10'dan 700 katına kadar sevap verilir. Allah'ın selâm ve
rahmeti üzerinize olsun".
Hz. Peygamber, birinci hutbeyi böylece bitirdikten sonra, ikinci hutbede de şunları söylemiştir:
"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, ondan yardım dileriz. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü işlerimizden Allah'a
sığınırız. Allah'ın hidâyet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola koyamaz.
Allah'tan başka ilâh olmadığına şahâdet ederim. O birdir, eşi, ortağı ve benzeri yoktur. Sözlerin en güzeli, Allah Kitabı
(Kur'an-ı Kerim) dir. Allah'ın, kalbini Kur'an ile süslediği, küfürden sonra İslâm'a soktuğu, Kur'an-ı, diğer sözlere tercih
eden kimse felâh bulup kurtulmuştur.
Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı bütün kalbinizle (can ve gönülden) seviniz. Allah kelâmı Kur'an'dan ve zikrinden
usanmayınız. Allah'ın kelâmına karşı kalbiniz katılaşmasın.
Yalnız Allah'a kulluk edip, ibâdetinizde Ona hiçbir şeyi ortak yapmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız. Yaptığınız iyi şeyleri
dilinizle doğrulayınız. Aranızda Allah'ın rahmet ve merhametiyle sevişiniz. Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun"(12)
Cuma namazından sonra Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye hareket etti. Medine, tarihinin en önemli gününü yaşıyordu. Halk,
bayram sevinci içinde, Kubâ'dan itibâren yolu, iki taraflı doldurmuştu. Rasûl-i Ekrem'in anne tarafından akrabası olan
Neccâroğulları, O'nu karşılamaya gelmişlerdi. Ensâr'ın ileri gelenleri O'na yaklaşarak:Ey Allah'ın Resûlü! İşte evlerimiz, işte
mallarımız, işte canlarımız emrinize hazır" dediler. Peygamberimiz, onları taltif ve gönüllerini hoş ederek yoluna devam etti. Tam şehre gireceği sırada kalabalık o dereceyi bulmuştu ki kadınlar, damların üzerine çıkarak şöyle şiir söylüyorlardı:
"Veda tepesinin sırtlarından ay doğdu üstümüze,
Allah'a davet eden bulundukça şükretmek vacip oldu bize."
Küçük kızlar def çalarak şenlik yapıyorlar ve şu şarkıyı terennüm ediyorlardı:
"Biz Neccâr oğullarının kızlarıyız,
Ne mutlu bize Muhammed'in komşularıyız."(13)
Medine halkı, Resûlüllah (s.a.s.)'in gelişinden duyduğu sevinci, hiçbir şeyden duymamıştı. Herkes Peygamber Efendimizi, kendi
evinde misafir etmek istiyor, "Ey Allah'ın Rasûlü, bize buyurunuz..." diyerek deveyi durdurmak istiyorlardı. Hz. Peygamber ise, kimseyi gücendirmemek için devesini serbest bırakmıştı.
"Siz deveyi kendi haline bırakınız. O memurdur, emrolunduğu yere gider" diyerek dâvet edenlerden izin istiyordu. Nihâyet
deve, halen "Mescidü'n-Nebi"nin bulunduğu boş arsada çöktü, Rasûlüllah (s.a.s.) inmedi. Deve kalkarak birkaç adım
gittikten sonra geri dönüp ilk çöktüğü yere yeniden çöktü, bir daha kalkmadı. Hz. Peygamber, devenin üzerinden inerek:
"Akrabamızdan en yakın kimin evi?" diyerek etrafındakilere sordu. Hâlid b. Zeyd:
"İşte evim, işte kapısı, buyurunuz Yâ Rasûlâllah..." diyerek, Rasûl-i Ekrem'i dâvet etti. Peygamber Efendimiz böylece Hz.
Halid'in misafiri oldu. Bu misâfirlik, "Mescidü'n-Nebi" nin inşaatı tamamlanıncaya kadar yedi ay devam etti.
Rasûlüllahın hicreti Peygamberliğin 13'üncü yılında, 12 Rabiulevvel de olmuştur. Bu tarih, aynı zamanda Peygamber
Efendimizin 53'üncü doğum yıldönümüdür.
Hicretle, 23 yıl süren peygamberlik devrinin 13 yıllık "Mekke Devri" sona ermiş, 10 yıllık "Medine Devri" başlamıştır.(14)
Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye geldiklerinde, burada yaşayan yabancılarla, dayanışma temeli üzerine bir antlaşma
imzalamıştı. Bu antlaşma, İslâm Dininin Müslüman olmayan topluluklarla barış içinde yaşamaya ve onlarla dâima iyi ilişkiler
içinde olmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Yine Sevgili Peygamberimiz, Mekke'den gelen göçmenlerle Medine'li
Müslümanlar, yani "Muhacirler" ile "Ensar" arasında kardeşlik kurmuştu. Bu kardeşlik esasına göre, Medine'li
Müslümanlar mallarının yarısını göçmen kardeşlerine vermişlerdi ki, tarihte bu dayanışma ve yardımlaşmanın bir benzerini daha
göstermek mümkün değildir. Böylece, Medine şehrinde ilk İslâm topluluğu, kardeşlik ve dayanışma temelleri üzerine oluşmaya
başlamıştır.
Böylece Hicret, ilk Müslümanların, sıkıntılı günlerden kurtulmalarına ve kardeşlik esası üzerine kurulan toplum hayatına
kavuşmalarına vesile olmuştur.
Ayrıca İslâmiyet, Mekke şehri hudutları dışına Hicret'le taşmış ve bu güneş, dünyaya Medine ufuklarından yayılmıştır.
Yazımı "HİCRET" başlıklı aşağıdaki şiirle bitirmek istiyorum:
HİCRET

Mekke'yle Medine arası yollar;
Çizik çizik, hasret arası yollar.
Vardığı her nokta yine başlangıç;
Gitgide Allah'a varası yollar.
Mekke'yle Medine arası yollar.

Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin,
Yalnız iki çift nurdan güvercin.
Bunlar iki dostun ayakları ki,
Yolları göklere bağlayan perçin.
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin.

Hicret, yurtdışında aranan destek
Dâvâ sahibine öz yurdu köstek;
Merkezi dışardan sarmaktır murad,
Merkezi çevreden fethidir istek.
Hicret, yurtdışında aranan destek.

İnsan kaçar, ufuk kaçar beraber,
Ufukta, varılmaz gâyeden haber.
O ki, eteğinde, ufuk ve gâye,
O ki, Gaye -İnsan, Ufuk- Peygamber.
İnsan koşar, ufuk kaçar beraber.


Ayakta, Medine Müslümanları,
İslâm'ın "Yardımcısı" kahramanları...
Rasûller Rasûlü uğruna fedâ
Malları, canları, hânümanları...
Ayakta, Medine Müslümanları. (15)


1- Şuarâ, 214.
2- El-Buhârî, 4/255; Tecrid-i Sarih ter
cemesi, 10/86.
3- Prof. Dr. Muhammed Hamidullah;
İslâm'a Giriş, Çev. Cemal Aydın,
T.D.V.Yayınları, Ankara 1996, s,
13,14.
4- Enfâl, 30.
5- Yâ-Sîn, 9.
6- İbn-i Mâce 2/1037 (Hadis no:
3108);
Tirmizi, 5/722 (Hadis No: 3925)
7- Tevbe, 40.
8- El-Buhâri; 4/263; Tecrid-i Sarih ter
cemesi, 10/119 (Hadis No: 1557)
9- İrfan YÜCEL, Peygamberimizin Ha
yatı, D.İ.B. Yayınları, Ankara 1998
s:88-94.
10- Tevbe, 108.
11- İbn-i Mâce, Sünen, C. 1, S.
343. (Hadis No: 1081)
12- İbn-i Hişâm, 2/147.
13- Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saâdet, Terc.
Ö. Rıza Doğrul, İst. 1973, C. 1, s.
203.
14- YÜCEL, a.g.e, 98, 99, 100.
15- Necip Fâzıl KISAKÜREK





Hicret, İslâm tarihinin en önemli olayıdır. Hicret, Müslümanları, müşriklerin zulmünden kurtarmış, İslâm'a yayılma imkânı
sağlamış, böylece İslâm inkılâbının başlanğıcı olmuştur. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer'in halifeliği esnâsında, Hz. Peygamber'in hicret ettiği yılın 1 Muharrem'i olan 16 Temmuz 622 tarihi "Hicri-Kamerî Takvim" için "takvim başı" olarak kabul edilmiştir.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber, Mekke şehrinde doğmuştur. Yüce Allah, O'nu burada peygamber olarak görevlendirmiştir.
Görevinin gereği olarak, "(Önce) en yakın akrabalarını uyar." (1) âyet-i kerimesi gereğince, yakınlarından başlamak üzere,
insanları İslâm'a davet etmeye başlamıştır. Kendilerini İslâm'a da'vet ettiği kimseler O'nu, el-Emin = güvenilir kişi olarak
tanıyorlardı. O'nun dürüstlüğü ve ahlâkî üstünlüğü üzerinde ittifak halinde idiler. Kendisinin Allah tarafından gönderilmiş ve
görevlendirilmiş Peygamber olduğunu duyunca, O'na inanmaya ve etrafında toplanmaya başladılar. Müslümanların sayısı
günden güne artıyor ve İslâmiyet hızla yayılıyordu. Ancak Mekke'de Kureyş kabilesinin ileri gelenleri bundan endişe duyuyor, toplum üzerindeki hâkimiyetlerini kaybedeceklerinden korktukları için O'na engel olmaya çalışıyorlardı. Bunun için
Peygamberimize ve O'na inananlara amansız düşman kesilmişlerdi. Müslümanlara zulmediyor, akıl almaz işkenceler
yapıyorlardı. Hz. Peygamber, Mekkelilerin kendisine ve Müslümanlara karşı takındıkları tavır karşısında, hiçbir zaman yılmadı, doğacağına kesinlikle inandığı İslâm güneşine, başka ufuklar aramayı düşündü.
Müşriklerin, tahammülü çok ğüç olan bu zulümleri karşısında, Mekke'de Müslümanlar korunamaz hale gemişlerdi. Bu sebeple
Müslümanların Medine'ye hicret etmeleri kararlaştırılmıştı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ; "Sizin hicret edeceğiniz yerin iki
kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi..." (2) diyerek, Müslümanların Medine'ye hicretlerine izin verdi.
Böylece Peygamberliğin 13'üncü yılının ilk ayı Muharrem'de (Temmuz 622) Medine'ye hicret başlamış oldu.
Kâbe'ye yapılan senelik hac görevi, Arap yarımadasının bütün noktalarından Arapları Mekke'ye getiriyordu. Hz. Peygamber,
bu sefer, kendisine sığınma imkânı ve peygamberlik vazifesini yerine getirme izni verecek bir kabile bulup, iknâ etmenin yollarını aradı. Birbiri ardınca, yanlarına gittiği onbeş kabilenin temsilcilerinin hepsi de az çok kaba bir şekilde kendisini geri çevirdiler.
Umudunu hiç kaybetmedi, son olarak yarım düzine kadar Medineli ile karşılaştı. Yahudi ve Hristiyanların komşuları olan bu
kişiler, Peygamberler ve ilâhi vahiyler kavramına yabancı değillerdi, üstelik onlar, bu kutsal kitap sahiplerinin, bir Peygamberin, son bir tesellicinin gelmesini beklediklerini de biliyorlardı. O yüzden bu konuda başkalarından önce davranmak fırsatını kaçırmak istemediler, derhal Hz. Muhammed'e inandılar, kendisine Medine'de diğer inananlar bulmaya çalışacakları ve gereken desteği vereceklerine dâir söz verdiler. Ertesi yıl oniki kadar Medineli kendisine bağlılık yemini ettiler ve İslâm'ı öğretecek bir öğretmen-dâvetçi istediler. Bu görevi üzerine alan Mus'ab, bu işte hayli başarılı oldu ve bir sonraki sene Mekke'ye hac sırasında yeni müslüman olmuş, yetmiş üç kişilik bir kafile gönderdi. Bunlar Hz. Peygamberi ve diğer Mekkeli Müslümanları kendi şehirlerine göç etmeye dâvet ettiler, onları koruyacakları ve kendi aile bireyleriymiş gibi bağırlarına basacakları sözü verdiler. Böylece Müslümanların en büyük kısmı gizlice ve küçük gruplar halinde Medine'ye hicret etti, (3) Kısa zamanda, Mekke'li Müslümanların hemen hepsi Medine'ye göç etti. Yanlızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali'yi, Hz. Peygamber Mekke'de alıkoymuştu.
Böylece İslâmiyet Medine'de de yayılmaya başladı. Bu durum Kureyş ileri gelenlerini daha da telâşlandırdı. Medine'nin
kuvvetli bir İslâm merkezi haline gelmesinin aleyhlerine olacağını anladılar. Konuyu tartışmak ve bir hal çâresi bulmak üzere
"Dâru'n - Nedve" denilen yerde toplandılar. Uzun uzun görüştüler ve tartıştılar. Sonunda kendilerine kurtuluş yolunu
göstermekten, dünya ve ahirette mutlu olmaları için çaba harcamaktan başka bir şey yapmayan, Peygamberimiz (s.a.s.)'i
öldürmeye karar verdiler. Kendilerince çok gizli olarak aldıkları bu karar ve plânlarından Kur'an-ı Kerimde şöyle
bahsedilmektedir; "İnkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek, ya da sürmek için düzen kuruyorlardı. Allah düzen yapanların en iyisidir." (4)
Müşriklerin bu korkunç plânlarını Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz'e haber verdi: "Bu gece, her zaman yatmakta olduğun
yatağında yatmayacaksın, evini terk edeceksin..." dedi. Böylece Hz. Peygamber'e hicret için izin verildi. Peygamberimiz Hz.
Ali'yi çağırdı: "Ben Medine'ye gidiyorum. Sen bu gece benim yatağımda yat, hırkamı üstüne ört. Müşrikler beni yatıyor
sansınlar, onlara bir şey sezdirme. Sabahleyin şu emânetleri sahiplerine ver. Ondan sonra sen de hemen gel" dedi.
Ortalık kararınca, Kureyş'in seçme cânileri evin etrafını sardılar. Sabahleyin evinden çıkarken hep birden saldırıp
öldüreceklerdi. Hz. Ali, Rasûl-i Ekrem'in yatağına yattı. Hz. Peygamber eline bir avuç kum alıp evini çeviren müşriklerin
üzerine saçtı. Saçılan kum taneleri, cânilerden her birine isâbet etmiş, hepsi de derin bir uykuya dalmışlardı. Peygamberimiz
(s.a.s.) "Yâ-sin " Süresi'nin şu anlamdaki âyetini okuyarak aralarından geçip gitti: "Biz onların önlerine ve arkalarına birer
sed çektik, böylece gözlerini perdeledik. Onlar artık elbette görmezler." (5)
Rasûlü Ekrem gece evinden ayrıldıktan sonra Kabe'yi tavaf etti. Sonra doğduğu yerden ayrılış hüznünü ifade eden şu sözleri
söyledi. "Ey Mekke! Sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve en bana sevimli yerisin. Eğer çıkmak zorunda
bırakılmasaydım senden ayrılmazdım." (6) Ertesi gün öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın emriyle beraber
Medine'ye hicret edeceklerini bildirdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Hz. Ebû Bekir'le birlikte Mekke'den çıkıp, Sevr Dağı'na gelerek oradaki
mağarada saklandılar. Kureyş'in araması bitinceye kadar, üç gün üç gece mağarada kaldılar. Hz. Peygamber'i ve Ebû
Bekir'i arayanlar, iz sürerek nihâyet Sevr'deki mağaranın ağzına kadar geldiler. Ayak sesleri ve konuşmaları içeriden
duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir, başını kaldırdığı zaman onların ayaklarını görmüş ve heyecanla: "Ya Resûlâllah, eğilip baksalar,
bizi görecekler" demişti, bunun üzerine Peygamber Efendimiz: "Korkma, Allah'ın yardımı bizimledir. (7) İki yoldaş ki,
üçüncüsü Allah'tır, hiç endişe edilir mi?" buyurdu.(
cool.gif

Takipçiler Sevr dağına henüz çıkmadan, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş, bir çift beyaz güvercin yuva yapıp yumurt-
lamıştı. Bu durumda Kureyşliler, mağaranın içine bakmanın ahmaklık olacağını düşünerek bırakıp gittiler.
Resûlüllah'a ilk vahiy Hîra (Nûr) dağındaki mağarada gelmişti. Hiradaki mağara ile Serv'deki mağara arasında geçen müddet,
Hz.Peygamberin, Peygamberlik hayatının Mekke devrini teşkil etmişti. Sevr dağındaki mağaradan başlayan hicret ise, Mekke
devrinin sonu, Medine devrinin başlanğıcı olmuştur.(9) Hicret yolculuğunda Peygamberimiz, iki önemli takiple karşılaştı.
Müdliçoğullarından Surâka, Kureyş'in ilân ettiği mükâfatı ele geçirmek hevesiyle, kendi bölgelerinden geçmiş olan hicret
kafilesini tâkibe koyuldu. Atını dörtnala sürerek Resûlûllah'a ve arkadaşlarına yaklaştığı sırada atı sürçüp kapaklandı. Kendisi
de yere yuvarlandı. Yeniden atına binip koşturdu. Tam yaklaştığı sırada atının ön ayakları kuma saplandığı için, yine düştü. Atını
zorlukla kurtardı. Surâka'nın morali iyice bozulmuştu. Hz. Peygamber'den özür diledi. Yazılı bir emanname alarak geri döndü, diğer takipçileri de "ben aradım, boşuna yorulmayın, bu tarafta yok" diyerek geri çevirdi.
Eslemoğullarından Büreyde de, Kureyş'in ilân ettiği mükâfatı alabilmek için Resûlüllah'ı tâkibe başlamıştı. Fakat ilk görüşte
yanındakilerle birlikte müslüman oldu. Daha sonra başındaki beyaz sarığı çözerek mızrağının ucuna bağladı; "sizin gibi şanlı bir
kafile bayraksız gitmez. İzin verirseniz ilk alemdârınız olayım" diyerek tâ Kubâ Köyü'ne kadar bu şanlı Kâfileye bayraktarlık
yaptı.
Hz. Peygamber'in yola çıktığı Medine'de duyulmuştu. Bu yüzden Medineliler, Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'i karşılamak üzere her
sabah şehir dışına çıkıp bekliyorlardı. 12 Rabîulevvel Pazartesi günü yine öğleye kadar beklemişler, sıcak bastırınca ümitlerini
kesip dönmüşlerdi. Bu esnâda bir iş için evinin çatısına çıkan bir Yahûdi, bir kafilenin uzaktan gelmekte olduğunu gördü ve
yüksek sesle:
"İşte günlerdir yolunu beklediğiniz devletli geliyor "diye haykırdı. Medineliler, bir bayram sevinci içinde yollara döküldüler.
Hz. Peygamberi Medine'ye yaya yürüyüşle 1 saat uzaklıkta Kubâ köyünde karşıladılar. Peygamberimiz burada, Amr b. Avf
oğulları'nda 14 gece misâfir kaldı. Bu esnâda Kur'an-ı Kerim'de "takvâ üzere yapıldığı" bildirilen Kubâ Mescidini binâ etti
ve burada namaz kıldı. (10)
Hz. Peygamber'den 3 gün sonra tek başına yola çıkmış olan Hz. Ali de gündüzleri gizlenip, geceleri yürüyerek, Kubâ'da iken
kafileye yetişti.
14 gün sonra, bir Cuma günü Peygamberimiz devesine bindi. Karşılamağa gelenlerle muhteşem bir alay içinde Medine'ye
hareket etti. Yolda "Sâlim b. Avfoğulları"na ait "Rânûna Vâdisi"nde öğle vakti oldu. Hz. Peygamber, burada arka arkaya iki hutbe okuyarak ilk cuma namazını kıldırdı. Bu ilk cuma hutbesinde, Sevgili Peygamberimiz, İslâm'ın bazı temel prensiplerine temas ettiği için, burada nakletmeyi faydalı görüyorum; Rasûl-i Ekrem, birinci hutbeye Allah'a hamd ve senâ ederek başladı ve şöyle devam etti:
"Ey insanlar, ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz, fırsat elde iken iyi işlere koşunuz. Allah'ı çok anmak, gizli ve âşikar çok
sadaka vermek suretiyle O'nunla aranızdaki bağı kuvvetlendiriniz. Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görürsünüz,
kaçırdıklarınızı tekrar elde edersiniz."
Biliniz ki, Cenâb-ı Hak, içinde bulunduğum yılın bu ayında, bugün şu bulunduğum yerde cuma namazını kıyâmete kadar,
üzerinize farz kıldı. Hayâtımda veya benden sonra -âdil veya zâlim- bir imamı olduğu halde önemsiz gördüğü veya inkâr ettiği
için, kim bu namazı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve hiçbir işine hayır vermesin. Biliniz ki, böylesini,
tevbe etmedikçe, ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de herhangi bir iyiliği Allah katında bir değer taşır. Ancak, kim
tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. (11)
Ey insanlar, âhiret için azık hazırlayıp önceden gönderin. Hepiniz ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız. Sonra Rabbiniz
-arada tercüman veya perdedâr olmaksızın- bizzat:
-Sana benim peygamberim gelip haber vermedi mi? Ben sana mal vermiş, ihsanda bulunmuştum. Sen bunlardan âhiretin için ne
gönderdin, diye soracaktır. O kimse sağına, soluna bakacak, hiçbir şey göremeyecek. Sonra önüne bakacak, orada
cehennem'i görecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa, kendini ateşten korumaya gücü yeten, bunu yapsın. Buna gücü
yetmeyen, bâri güzel sözle kendini kurtarsın. Çünkü bir iyiliğe 10'dan 700 katına kadar sevap verilir. Allah'ın selâm ve
rahmeti üzerinize olsun".
Hz. Peygamber, birinci hutbeyi böylece bitirdikten sonra, ikinci hutbede de şunları söylemiştir:
"Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder, ondan yardım dileriz. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü işlerimizden Allah'a
sığınırız. Allah'ın hidâyet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola koyamaz.
Allah'tan başka ilâh olmadığına şahâdet ederim. O birdir, eşi, ortağı ve benzeri yoktur. Sözlerin en güzeli, Allah Kitabı
(Kur'an-ı Kerim) dir. Allah'ın, kalbini Kur'an ile süslediği, küfürden sonra İslâm'a soktuğu, Kur'an-ı, diğer sözlere tercih
eden kimse felâh bulup kurtulmuştur.
Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı bütün kalbinizle (can ve gönülden) seviniz. Allah kelâmı Kur'an'dan ve zikrinden
usanmayınız. Allah'ın kelâmına karşı kalbiniz katılaşmasın.
Yalnız Allah'a kulluk edip, ibâdetinizde Ona hiçbir şeyi ortak yapmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız. Yaptığınız iyi şeyleri
dilinizle doğrulayınız. Aranızda Allah'ın rahmet ve merhametiyle sevişiniz. Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun"(12)
Cuma namazından sonra Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye hareket etti. Medine, tarihinin en önemli gününü yaşıyordu. Halk,
bayram sevinci içinde, Kubâ'dan itibâren yolu, iki taraflı doldurmuştu. Rasûl-i Ekrem'in anne tarafından akrabası olan
Neccâroğulları, O'nu karşılamaya gelmişlerdi. Ensâr'ın ileri gelenleri O'na yaklaşarak:Ey Allah'ın Resûlü! İşte evlerimiz, işte
mallarımız, işte canlarımız emrinize hazır" dediler. Peygamberimiz, onları taltif ve gönüllerini hoş ederek yoluna devam etti. Tam şehre gireceği sırada kalabalık o dereceyi bulmuştu ki kadınlar, damların üzerine çıkarak şöyle şiir söylüyorlardı:
"Veda tepesinin sırtlarından ay doğdu üstümüze,
Allah'a davet eden bulundukça şükretmek vacip oldu bize."
Küçük kızlar def çalarak şenlik yapıyorlar ve şu şarkıyı terennüm ediyorlardı:
"Biz Neccâr oğullarının kızlarıyız,
Ne mutlu bize Muhammed'in komşularıyız."(13)
Medine halkı, Resûlüllah (s.a.s.)'in gelişinden duyduğu sevinci, hiçbir şeyden duymamıştı. Herkes Peygamber Efendimizi, kendi
evinde misafir etmek istiyor, "Ey Allah'ın Rasûlü, bize buyurunuz..." diyerek deveyi durdurmak istiyorlardı. Hz. Peygamber ise, kimseyi gücendirmemek için devesini serbest bırakmıştı.
"Siz deveyi kendi haline bırakınız. O memurdur, emrolunduğu yere gider" diyerek dâvet edenlerden izin istiyordu. Nihâyet
deve, halen "Mescidü'n-Nebi"nin bulunduğu boş arsada çöktü, Rasûlüllah (s.a.s.) inmedi. Deve kalkarak birkaç adım
gittikten sonra geri dönüp ilk çöktüğü yere yeniden çöktü, bir daha kalkmadı. Hz. Peygamber, devenin üzerinden inerek:
"Akrabamızdan en yakın kimin evi?" diyerek etrafındakilere sordu. Hâlid b. Zeyd:
"İşte evim, işte kapısı, buyurunuz Yâ Rasûlâllah..." diyerek, Rasûl-i Ekrem'i dâvet etti. Peygamber Efendimiz böylece Hz.
Halid'in misafiri oldu. Bu misâfirlik, "Mescidü'n-Nebi" nin inşaatı tamamlanıncaya kadar yedi ay devam etti.
Rasûlüllahın hicreti Peygamberliğin 13'üncü yılında, 12 Rabiulevvel de olmuştur. Bu tarih, aynı zamanda Peygamber
Efendimizin 53'üncü doğum yıldönümüdür.
Hicretle, 23 yıl süren peygamberlik devrinin 13 yıllık "Mekke Devri" sona ermiş, 10 yıllık "Medine Devri" başlamıştır.(14)
Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye geldiklerinde, burada yaşayan yabancılarla, dayanışma temeli üzerine bir antlaşma
imzalamıştı. Bu antlaşma, İslâm Dininin Müslüman olmayan topluluklarla barış içinde yaşamaya ve onlarla dâima iyi ilişkiler
içinde olmaya ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Yine Sevgili Peygamberimiz, Mekke'den gelen göçmenlerle Medine'li
Müslümanlar, yani "Muhacirler" ile "Ensar" arasında kardeşlik kurmuştu. Bu kardeşlik esasına göre, Medine'li
Müslümanlar mallarının yarısını göçmen kardeşlerine vermişlerdi ki, tarihte bu dayanışma ve yardımlaşmanın bir benzerini daha
göstermek mümkün değildir. Böylece, Medine şehrinde ilk İslâm topluluğu, kardeşlik ve dayanışma temelleri üzerine oluşmaya
başlamıştır.
Böylece Hicret, ilk Müslümanların, sıkıntılı günlerden kurtulmalarına ve kardeşlik esası üzerine kurulan toplum hayatına
kavuşmalarına vesile olmuştur.
Ayrıca İslâmiyet, Mekke şehri hudutları dışına Hicret'le taşmış ve bu güneş, dünyaya Medine ufuklarından yayılmıştır.
Yazımı "HİCRET" başlıklı aşağıdaki şiirle bitirmek istiyorum:
HİCRET

Mekke'yle Medine arası yollar;
Çizik çizik, hasret arası yollar.
Vardığı her nokta yine başlangıç;
Gitgide Allah'a varası yollar.
Mekke'yle Medine arası yollar.

Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin,
Yalnız iki çift nurdan güvercin.
Bunlar iki dostun ayakları ki,
Yolları göklere bağlayan perçin.
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin.

Hicret, yurtdışında aranan destek
Dâvâ sahibine öz yurdu köstek;
Merkezi dışardan sarmaktır murad,
Merkezi çevreden fethidir istek.
Hicret, yurtdışında aranan destek.

İnsan kaçar, ufuk kaçar beraber,
Ufukta, varılmaz gâyeden haber.
O ki, eteğinde, ufuk ve gâye,
O ki, Gaye -İnsan, Ufuk- Peygamber.
İnsan koşar, ufuk kaçar beraber.


Ayakta, Medine Müslümanları,
İslâm'ın "Yardımcısı" kahramanları...
Rasûller Rasûlü uğruna fedâ
Malları, canları, hânümanları...
Ayakta, Medine Müslümanları. (15)


1- Şuarâ, 214.
2- El-Buhârî, 4/255; Tecrid-i Sarih ter
cemesi, 10/86.
3- Prof. Dr. Muhammed Hamidullah;
İslâm'a Giriş, Çev. Cemal Aydın,
T.D.V.Yayınları, Ankara 1996, s,
13,14.
4- Enfâl, 30.
5- Yâ-Sîn, 9.
6- İbn-i Mâce 2/1037 (Hadis no:
3108);
Tirmizi, 5/722 (Hadis No: 3925)
7- Tevbe, 40.
8- El-Buhâri; 4/263; Tecrid-i Sarih ter
cemesi, 10/119 (Hadis No: 1557)
9- İrfan YÜCEL, Peygamberimizin Ha
yatı, D.İ.B. Yayınları, Ankara 1998
s:88-94.
10- Tevbe, 108.
11- İbn-i Mâce, Sünen, C. 1, S.
343. (Hadis No: 1081)
12- İbn-i Hişâm, 2/147.
13- Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saâdet, Terc.
Ö. Rıza Doğrul, İst. 1973, C. 1, s.
203.
14- YÜCEL, a.g.e, 98, 99, 100.
15- Necip Fâzıl KISAKÜREK
 
Üst Alt