Ebrar_2007
New member
- Katılım
- 22 Haz 2007
- Mesajlar
- 26
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 39
Kuran “İnsanların çoğu ancak şirk koşarak iman ederler.”(Yusuf/106) buyurarak şirkin küfür ehlinin değil, iman ehlinin yani mü’minlerin problemi olduğunu vurgular. Ayrıca şirkin en büyük zulüm olduğunu (Lokman/13) ve ALLAH’ın ahirette affetmeyeceği günahın şirk olduğunu, bunun dışındakileri dilediği kimseye bağışlayabileceğini (Nisa/48,116) ve şirkin amelleri tamamen boşa çıkarıp hüsrana uğratan bir sebep olduğunu (Zümer/65) belirterek, bu konunun ne kadar önemli olduğuna dikkatlerimizi çekmektedir.
Dolayısıyla bir insanın iman ettikten sonra ölümüne kadar en çok dikkat edip sakınacağı husus şirk olmalıdır. İman olgusu karşısında her zaman birinci tehdit şirktir.
Geçmişte te’lif edilen akaid kitaplarına bakıldığında maalesef bu konuya gereken önemin verilmediğini görüyoruz. Oysa bu konunun akaid kitaplarının baş konusu olması gerekiyordu.
Sonraki zamanlarda da akaid kitaplarının gelişen hayatın sürecine uygun olarak güncellendiği pek söylenemez. Bu yüzden günümüzde eskiden yazılmış akaid kitaplarıyla yetinmenin bir anlamı kalmamıştır. En azından bu kitaplar modern şirk kavramını anlamamızda yetersiz kalmışlardır.
Pozitif bilimlerin fizik alemi anlamada takip ettiği yöntem, hakkı olmadığı halde metafizik aleme de uygulandığından vahiy bilgi kaynağı olarak görülmemiş, bunun doğal sonucu olarak ALLAH’ın varlığı, birliği ve yüceliği kabul edildiği halde hayat bilgisi olan ALLAH’ın kitabı hayatın dışına itilmiştir. Bu şekilde ALLAH’tan kopartılan insanlar ideolojiler çağı dediğimiz günümüzde ideolojilerin tahakkümüne terkedilmiştir. Bu gün çeşitli ideologlar ve ideolojiler insanlara tahakküm edip birer mabud edasıyla onları kendi kulluk alanlarına dahil etmek için adeta yarış içerisine girmişlerdir.
Kur’an indirildiği zaman ilk muhatapları olan Mekkeli insanlar ALLAH’ın hem “var” hem de “bir” olduğuna inanıyorlardı. Ama ALLAH’ın dışında da birtakım ilahi vasfa sahip, ALLAH’ın karşısında etkili ve kudretli varlıkların olduğunu kabul edip ALLAH ile ilişkilerinde onlara bir şekilde yer verdiklerinden, onların bu tutumları reddedilmiştir. Şirkten arınıp tevhide yönelmeleri istenmiştir.
Şirk; ortaklık anlamına gelen bir kelimedir. Mesela, birden fazla kişinin iş yapmak için bir araya gelip sözleşme yapmalarına şirket diyoruz. Dini bir kavram olan şirk, Kur’an’da tevhidin zıddı olarak ele alınır. Tevhid inancı, ALLAH’ın tek olması anlamını ifade eder. Ama bu “tek olma” ALLAH’ın “bir” den fazla olmaması anlamından ziyade “senin gibisi yoktur, sen bir tanesin, senin gibisini görmedim.” cümlelerinin ifade ettiği anlamdan hareketle “ALLAH gibi başka bir varlık yoktur” anlamındadır. Mesela; yaratma, rızık verme, her şeyi bilmek, her şeyden haberdar olmak, hükmetme yetkisine sahip olmak… gibi konularda ALLAH gibi başka varlık yoktur. Yani ALLAH’ı hem zatında hem de sıfatlarında ikinci bir benzeri olmayan bir varlık olarak kabul edip öyle hareket etmektir. Yoksa Kur’an’ın indirildiği toplumda “Acaba ALLAH var mı, yok mu? Veya varsa kaç tanedir?” şeklinde sorular yoktu. Onların ALLAH’ın hem varlığına hem de bir olduğuna dair inançları netti. Ancak onlar hayatlarında sanki ALLAH’ın otoritesine etki eden, hükümranlık noktasında sanki ALLAH’ın yetkilerine haiz bir takım varlıkların da olduğuna inanıyorlardı. ALLAH ile olan ilişkilerinde bu tür varlıkların etkisi söz konusuydu.
Mesela; Meleklerin ALLAH’ın kızları olduğu düşünülerek bir çocuğun babasının yanında nasıl ki onun otoritesine etki edecek bir yakınlığı varsa, melekleri de öyle tasavvur ederek hareket ediyorlardı. Bundan dolayı görünmez varlıklar olan melekleri sembolize eden birtakım putlar yaparak bunlara tapınma yoluyla ALLAH’a yakın olacaklarını düşünüyorlardı. Putlarına genellikle dişi isimler koymaları bundan dolayı idi. Lat, Menat, Uzza…gibi. Yine cinlerin gaybı bildiklerini düşünerek cinlerle irtibat kurmak suretiyle birtakım gaybi bilgilere sahip olacaklarını zannediyorlardı. Böylece sadece ALLAH’a ait olan bu hususa cinleri de ortak etmişlerdi.
Kısacası tevhid, en çok ALLAH’ın tesirinde kalarak yaşamak olarak anlaşılırsa bunlar ALLAH’tan başkalarının da tesiriyle hayatlarına yön veriyorlardı. Bugün de durum farklı değildir. Dünyada – bir avuç ateisti ciddiye almazsak- herkes yaratıcının varlığına inanıyor. Hatta onun bir olduğuna da inanıyor. Mesela; toplumumuzda hiç “Ben birden fazla yaratıcıya inanıyorum” diyene rastlıyor muyuz? Hayır! Çünkü böyle bir sorun yok. Sorun, ALLAH’ı kendine yakışır şekilde tanıyıp O’nunla doğru bir ilişki kurmakta düğümlenmektedir.
Şimdi Tevhid ve şirki daha iyi anlamak için yaşadığımız hayattan bazı örnekler vermeye çalışacağım. Umarım bu örnekler üzerinde iyi düşünülürse mesele aydınlığa kavuşmuş olur.
Bilindiği gibi dünyada her devlet kendine ait sınırlar içinde hükümranlığını sürdürür. Bu şekilde varlığını sürdüren hiçbir devlet aynı sınırlar içerisinde hükmetme yetkisine ortak olan ikinci bir güç istemez. Çünkü o sınırlar içinde ikinci bir gücün ortaya çıkıp da insanlara hükmetmeye çalışması, devletin hükümranlığına ortak olması demektir. Kısacası hiçbir devlet kendi hükümranlığına, ikinci bir gücü ortak etmez. Ederse hükümranlıkta ortaklık kurmuş olurlar.
Bütün ülkeler kendi topraklarında kendilerinin dışında ikinci bir gücün başkaldırıp otoriteye ortak olmasını, en büyük affedilmez anayasal suç olarak görür ve ölüm cezasıyla veya en ağır cezalardan birisiyle cezalandırır. Yani her devlet kendi mülkünde tek güç(tevhid) olmak ister. Başka güçlerin bu işe girişmesini şirk!(ortaklık) olarak değerlendirir ve asla kabul etmez.
Bir devlet bile kendi otoritesini başkalarıyla paylaşmayarak tek güç olarak kalmak istiyorsa, ALLAH’ın neden yarattığı tüm varlıklar üzerinde böyle bir hakkı olmasın? Hani vatanın bölünmezliği, üniter devlet yapısının bozulmaması gibi hassasiyetler hep tek olma hassasiyetinden kaynaklanmıyor mu? O zaman soruyorum: Madem sen devletine başka unsurları karıştırmıyorsun, yegane güç olarak hükmetmek istiyorsun da, peki, ALLAH’ın kendi mülkünde ve yarattıkları üzerinde tek güç olarak kalmasını niye anlamıyorsun? Bu ALLAH’ın hakkı değil midir? Devlet bile şirki kabul etmezken, ALLAH niye kabul etsin?
Yine kendimizden bir misal verelim. Hangi birimiz sahip olduğu elindeki mülke başkalarını ortak edip onların da mülkümüz üzerinde tıpkı bizim gibi söz sahibi olmasını ister? Elbette kimse istemez. Peki kendimize yakıştırmadığımız bir şeyi ALLAH hakkında nasıl düşünürüz? Her şeyin mülkünün ALLAH’a ait olduğu şu alemde O’nun dışındaki herhangi bir varlığı ALLAH’la aynı değerde görmek nasıl olur? Bu ALLAH’a en büyük haksızlık olmaz mı?
Başka bir misal: Bir erkek bir kadınla evlendiğinde o kadının kocası olmuştur artık. Her erkek, eşinin hayatında sadece kendisinin olmasını ister. Aksini düşünemez bile. Bu aynı zamanda onun hakkıdır da. Çünkü o erkek eşini koruyor, barındırıyor, ihtiyaçlarını gideriyor…vs. Doğru olan o kadının hayatında, kocasının dışında bir erkek olmamasıdır. Yani bir tek kocayla (tevhid üzere!) hayatını sürdürmektir. Ama o kadın hayatına kocasının dışında başka erkekleri de katarsa onlarla ilişkide bulunursa veya başka erkeklerin tesirinde kalarak hareket ederse bu o kadının kendi hayatına başkalarını da ortak etmesi (şirk) anlamına gelir. Hangi erkek karısının hayatına başka erkeklerin de dahil olmasını arzu eder?! Arzu etmediği gibi bunu en büyük suç ve ihanet olarak görür. Elbette erkek haklıdır. Çünkü nikah kıyılırken o kadın “sen benim kocamsın” demişti. Ama daha sonra başkalarını da koca olarak görmeye başladı. Yani kadının hayatına birden fazla erkek ortak oldu. Yani tevhid(teklik) bozuldu. Bu affedilmez bir suçtur.
Tevhid, bir kadının sadece bir kocaya bağlı onunla hayatını birleştirerek yaşaması ise, şirk de bir kadının kocasının dışındaki erkekleri de hayatına katarak yaşaması demektir. Bir erkek nasıl ki eşine “Sakın ha! Hayatında benden başka erkek görmeyeceğim, yoksa yakarım seni.” diyorsa aynı şekilde ALLAH da kullarına “Sakın hayatınızda benden başka ilah ve rab görmeyeyim, benden başkasına boyun eğmeyeceksiniz, yoksa yakarım.” diyor. Siz eşinizin başka erkekleri size şirk koşmasını affetmiyorsunuz da ALLAH kendisine şirk koşulmuş olmasını niye bağışlasın!
Demek ki şirk fahişeliktir. Bir kadın hayatına birden fazla erkekleri kattığında nasıl fahişe oluyorsa, ALLAH’ın dışında başkalarını hayatına katarak yaşamak da aynı şekilde bir çeşit fahişelik olmaktadır. Çünkü fahişe -afedersiniz- önüne gelen erkeği nasıl bedeninde söz sahibi yapıyorsa, ALLAH’a şirk koşan bir insan da aynı şekilde ALLAH’ın dışındaki yaratıkları tıpkı ALLAH gibi hayatında söz sahibi kılmaktadır.
Ey mü’minler! Siz ALLAH’ın mülküsünüz. Bundan dolayı ALLAH’tan başkasını hayatınızda tasarruf ettirmeyiniz. Çünkü onlar sizi yaratmadı, sizi ALLAH yarattı. ALLAH’ın hakkını başkalarına vererek onları ALLAH’a ortak yapmayınız.
Tevhid en çok ALLAH’ın tesirinde kalarak yaşamaktır. Eğer biz ALLAH’ın tesirinde kalarak yaşarsak O’nun adaleti, merhameti hayatımıza yansır. O’nun sıfatları hayatımızda tecelli eder. Zaten Peygamberimizin (s.a.v) “ALLAH’ın ahlakıyla ahlâklanınız” buyruğu da ancak bu tevhid şuuruyla gerçekleşir.
Ama birde ALLAH’tan ziyade, başkalarının tesirinde yaşayanları bir düşünün. Paranın, makamların, şehvetin ve zalimlerin tesirinde hareket eden neler yapmaz ki!... Böylece şirkin içindeki bir insan, ALLAH’tan başka şeylerin tesirinde kalarak ifsad olur. Bu şekilde ifsad olan insan başkalarına zarar verir. Şirk bunun için en büyük zulümdür. Çünkü şirk insan hayatına girince onu ifsad ediyor, ifsad olan insanda çevreyi ve kainatı ifsad ediyor.
Şirk zihniyeti, ALLAH’ın alemde kurduğu dengeyi bozan bir yapıya sahiptir. ALLAH’ın dışındaki bir takım varlıklar , ALLAH’a rağmen bağımsız hareket ederlerse bu, ALLAH’ın kâinattaki tesis ettiği tevhidi yapıya zarar verir. Parçalanmışlığı beraberinde getirir. Teklikte ahenk vardır, ama çok başlılıkta rekabet dolayısıyla bunun bir sonucu olarak çatışma vardır. Bu söylediklerimizi bir insanın nefsinde uygulayalım: Bir insan düşünün. Birbirinden farklı rekabet halindeki güçlerin tesiri altında hareket ediyorsa o insanın ruhu savaş alanı gibidir. Çatışma eksik olmaz. Bu da huzursuzluğa yol açar. Demek ki, şirkin tabiatında çatışma vardır. Hani Cenab-ı ALLAH Kuranda şirk ve tevhide örnek verirken çok güzel bir misal getirir.
“ALLAH, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam(köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd ALLAH’a mahsustur Fakat onların çoğu bilmezler.”(Zümer/29)
Misalde anlatılan iki adamdan birincisi birçok efendinin malı olan bir köledir Yani hayatına birden fazla kimseyi ortak ederek yaşayan şirk içindeki insanı temsil ediyor. Köle her bir efendisinin tesirinde kalarak hareket etmek zorundadır. Üstelik bu efendiler birbirleriyle çatışma halindedirler. Köle hangi birinin dediğini yapsın! Zavallı köle efendilerinin savaş alanına dönmüş. O efendilerden kurtulup bir efendiye bağlanmadıkça onların çatışmasını nefsinde yaşamaya devam edecektir.
Öteki köle ise sadece bir efendisi var ve o ne derse itaat ederek yaşıyor. Bu da bir tek yere bağlı olarak yaşayan yani tevhid üzere olan insanı temsil ediyor. Gerçekten bu iki adamın birbirlerine eşit olmadığı gayet açıktır.
Henüz tevhidi yakalayamamış bir insan düşünün. Bu insan birçok şeylerin tesiri altında kalmış yaşıyor. Nefsinin, içinde yaşadığı toplumun, alışkanlıklarının, devletin, paranın, şehvetin…vs. Bu insanın tesiri altında kaldığı her şeyi aynı anda razı etmesi mümkün değildir. Birinin isteğini yerine getirirken sürekli “Acaba, diğerleri ne der?” kaygısıyla hareket edeceğinden korku psikolojisiyle yaşayacaktır. Bu da insanı huzursuz eder. Peki bu insan nasıl kurtulacak bu halden?
Bir defa bu insan parçalanmışlıktan yani şirkten kurtulup tabir yerindeyse sadece bir yerle bağlantılı şekilde hayatını sürdürecek. Şüphesiz o da ALLAH’tır. Sadece ALLAH’ın hoşnutluğu onun kalbinde huzura yol açacaktır. Şirksiz bir imanın kalpteki sonucu budur zaten.
“İman edip imanlarına zulüm(şirk) bulaştırmayanlar, işte emniyet bunların hakkıdır ve bunlar doğru yolda olanlardır.”(Enam/82)
Bu ayette bahsedilen emniyet sadece ahiretle ilgili olmayıp aynı zamanda dünyada da yaşanan huzur halidir. Şirk içinde olanlar ise bir yeri razı etmeye çalışırken sürekli öteki yerlerin tepkisini çekme psikolojisiyle hareket ettiklerinden emniyetten uzak bir ruh hali içindedirler. Kısacası tevhid emniyettir, şirk ise korku halidir
İnsan kayıtsız ve şartsız bir şekilde düşünmeden sadece ALLAH’a teslim olmak zorundadır. Peygambere itaat etmek de ALLAH’a itaat etmek cümlesinden sayılacağından peygambere de böyle bir teslimiyet gerekir. Vahiy bağlamında iman böyle bir teslimiyet istiyor. Vahiy bağlamında diyoruz. Çünkü peygamberimizin bazı içtihadi davranışları karşısında sahabi “Ya Resulallah! Bu vahiy mi yoksa kendi görüşün mü? diye sormuş. Resulullah(s.a): “Bu benim görüşümdür” deyince o konuda sahabi :”Ya Resulallah! Şöyle şöyle yapsak daha iyi olur” demişler. Resulullah da sahabinin görüşü üzere hareket etmiştir.
Demek ki, bu manada tam teslimiyet sadece ALLAH ve Resulüne tabi olurken gösterilir. ALLAH ve Resulünün dışında kimseye böyle mutlak bir teslimiyet gösterilmez.
Mesela; askeri mantıkta sergilenen emre itaat biçimini ele alalım:
-Asker, gel buraya!
-Emredersin komutanım!
-Git şunu yap!
- Emredersin komutanım!
-………………………
- Emirleriniz yerine getirilmiştir komutanım!
Dikkat ederseniz burada askerin verilen emri yerine getirmekten başka bir şansının olmadığı bir ilişki biçimi kurulmuştur. Yani içinde düşünmenin olmadığı robot bir ilişki…Askerin verilen emri düşünmeden, tartışmasız yerine getirmesi öngörülmüştür. Yani mutlak bir itaat söz konusudur. Vallahi böylesine bir itaat yukarıda söylediğimiz gibi sadece ALLAH’a ve Resulüne yapılır. Başkasına da bu manada itaat edilirse mutlak itaat konusunda ALLAH ile başkaları bir tutulmuş olur ki bunun adı şirk olur.
Mutlak itaat yanlış yapmayan kimselere uygulanır. Bu manada yanlış yapmayan varlık sadece ALLAH’tır. ALLAH’ın emirlerinde yanlış olmaz. Maalesef askeri mantık, sanki emreden kişinin yanlış yapmayacağı üzerine kurularak mutlak itaat zeminine oturtulmuştur. Oysa askerde bir insandır , o da hata yapabilir.
Yine bir yere memur (=emredilen) oluyorsunuz. Siz emredilen makamında olduğunuz için o sürekli emrediyor, sizde hiç düşünmeden onun tek taraflı hükmetmesine “Ne yapayım, emir kuluyum” diyerek her emrin altına yatıyorsunuz. Vallahi dilediği şekilde ancak ALLAH insana hükmeder.Bu şekildeki bir amir-memur ilişkisi ancak ALLAH ile kul arasında olur. Dolayısıyla bir insanın, ALLAH’ın dışında herhangi birini emrinin mahiyetine bakmaksızın tıpkı ALLAH gibi hayatına hükmetmesine izin vermesi ALLAH ile o kişiyi bir tutması anlamına gelecektir ki bu şirk olur.
Çağımızın totaliter rejimlerinde insanların özel hayatlarını dahi kendilerinin hükümranlık alanı olarak gören anlayışlara bir mü’minin asla prim vermemesi lazım.
ALLAH’ın dışındaki hiçbir şey ALLAH gibi tutulmaya layık değildir. İtaatte ve sevgide bu sınırı gözetmek gerekir.
“İnsanlardan bazıları ALLAH’tan başkasını ALLAH’a denk tutarlar da onları ALLAH gibi severler. İman edenlerin ALLAH’a sevgileri ise çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin ALLAH’a ait olduğunu ve ALLAH’ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.”(Bakara-165)
Bugün ALLAH’a olması gereken ilginin ve sevginin yerini ne yazık ki başka şeyler almıştır.
Her mü’min kendi defterine imanı konusunda her zaman birinci tehdidin şirk tehlikesi olduğunu yazmak ve ölene dek sağlam bir duruş sergilemek zorundadır.Yine her mü’min ALLAH’ın dışındaki hiçbir gücün kendisine ALLAH gibi hükmetmesine izin vermemelidir.
ÖZGÜN İRADE DERGİSİ HAZİRAN SAYISI
Dolayısıyla bir insanın iman ettikten sonra ölümüne kadar en çok dikkat edip sakınacağı husus şirk olmalıdır. İman olgusu karşısında her zaman birinci tehdit şirktir.
Geçmişte te’lif edilen akaid kitaplarına bakıldığında maalesef bu konuya gereken önemin verilmediğini görüyoruz. Oysa bu konunun akaid kitaplarının baş konusu olması gerekiyordu.
Sonraki zamanlarda da akaid kitaplarının gelişen hayatın sürecine uygun olarak güncellendiği pek söylenemez. Bu yüzden günümüzde eskiden yazılmış akaid kitaplarıyla yetinmenin bir anlamı kalmamıştır. En azından bu kitaplar modern şirk kavramını anlamamızda yetersiz kalmışlardır.
Pozitif bilimlerin fizik alemi anlamada takip ettiği yöntem, hakkı olmadığı halde metafizik aleme de uygulandığından vahiy bilgi kaynağı olarak görülmemiş, bunun doğal sonucu olarak ALLAH’ın varlığı, birliği ve yüceliği kabul edildiği halde hayat bilgisi olan ALLAH’ın kitabı hayatın dışına itilmiştir. Bu şekilde ALLAH’tan kopartılan insanlar ideolojiler çağı dediğimiz günümüzde ideolojilerin tahakkümüne terkedilmiştir. Bu gün çeşitli ideologlar ve ideolojiler insanlara tahakküm edip birer mabud edasıyla onları kendi kulluk alanlarına dahil etmek için adeta yarış içerisine girmişlerdir.
Kur’an indirildiği zaman ilk muhatapları olan Mekkeli insanlar ALLAH’ın hem “var” hem de “bir” olduğuna inanıyorlardı. Ama ALLAH’ın dışında da birtakım ilahi vasfa sahip, ALLAH’ın karşısında etkili ve kudretli varlıkların olduğunu kabul edip ALLAH ile ilişkilerinde onlara bir şekilde yer verdiklerinden, onların bu tutumları reddedilmiştir. Şirkten arınıp tevhide yönelmeleri istenmiştir.
Şirk; ortaklık anlamına gelen bir kelimedir. Mesela, birden fazla kişinin iş yapmak için bir araya gelip sözleşme yapmalarına şirket diyoruz. Dini bir kavram olan şirk, Kur’an’da tevhidin zıddı olarak ele alınır. Tevhid inancı, ALLAH’ın tek olması anlamını ifade eder. Ama bu “tek olma” ALLAH’ın “bir” den fazla olmaması anlamından ziyade “senin gibisi yoktur, sen bir tanesin, senin gibisini görmedim.” cümlelerinin ifade ettiği anlamdan hareketle “ALLAH gibi başka bir varlık yoktur” anlamındadır. Mesela; yaratma, rızık verme, her şeyi bilmek, her şeyden haberdar olmak, hükmetme yetkisine sahip olmak… gibi konularda ALLAH gibi başka varlık yoktur. Yani ALLAH’ı hem zatında hem de sıfatlarında ikinci bir benzeri olmayan bir varlık olarak kabul edip öyle hareket etmektir. Yoksa Kur’an’ın indirildiği toplumda “Acaba ALLAH var mı, yok mu? Veya varsa kaç tanedir?” şeklinde sorular yoktu. Onların ALLAH’ın hem varlığına hem de bir olduğuna dair inançları netti. Ancak onlar hayatlarında sanki ALLAH’ın otoritesine etki eden, hükümranlık noktasında sanki ALLAH’ın yetkilerine haiz bir takım varlıkların da olduğuna inanıyorlardı. ALLAH ile olan ilişkilerinde bu tür varlıkların etkisi söz konusuydu.
Mesela; Meleklerin ALLAH’ın kızları olduğu düşünülerek bir çocuğun babasının yanında nasıl ki onun otoritesine etki edecek bir yakınlığı varsa, melekleri de öyle tasavvur ederek hareket ediyorlardı. Bundan dolayı görünmez varlıklar olan melekleri sembolize eden birtakım putlar yaparak bunlara tapınma yoluyla ALLAH’a yakın olacaklarını düşünüyorlardı. Putlarına genellikle dişi isimler koymaları bundan dolayı idi. Lat, Menat, Uzza…gibi. Yine cinlerin gaybı bildiklerini düşünerek cinlerle irtibat kurmak suretiyle birtakım gaybi bilgilere sahip olacaklarını zannediyorlardı. Böylece sadece ALLAH’a ait olan bu hususa cinleri de ortak etmişlerdi.
Kısacası tevhid, en çok ALLAH’ın tesirinde kalarak yaşamak olarak anlaşılırsa bunlar ALLAH’tan başkalarının da tesiriyle hayatlarına yön veriyorlardı. Bugün de durum farklı değildir. Dünyada – bir avuç ateisti ciddiye almazsak- herkes yaratıcının varlığına inanıyor. Hatta onun bir olduğuna da inanıyor. Mesela; toplumumuzda hiç “Ben birden fazla yaratıcıya inanıyorum” diyene rastlıyor muyuz? Hayır! Çünkü böyle bir sorun yok. Sorun, ALLAH’ı kendine yakışır şekilde tanıyıp O’nunla doğru bir ilişki kurmakta düğümlenmektedir.
Şimdi Tevhid ve şirki daha iyi anlamak için yaşadığımız hayattan bazı örnekler vermeye çalışacağım. Umarım bu örnekler üzerinde iyi düşünülürse mesele aydınlığa kavuşmuş olur.
Bilindiği gibi dünyada her devlet kendine ait sınırlar içinde hükümranlığını sürdürür. Bu şekilde varlığını sürdüren hiçbir devlet aynı sınırlar içerisinde hükmetme yetkisine ortak olan ikinci bir güç istemez. Çünkü o sınırlar içinde ikinci bir gücün ortaya çıkıp da insanlara hükmetmeye çalışması, devletin hükümranlığına ortak olması demektir. Kısacası hiçbir devlet kendi hükümranlığına, ikinci bir gücü ortak etmez. Ederse hükümranlıkta ortaklık kurmuş olurlar.
Bütün ülkeler kendi topraklarında kendilerinin dışında ikinci bir gücün başkaldırıp otoriteye ortak olmasını, en büyük affedilmez anayasal suç olarak görür ve ölüm cezasıyla veya en ağır cezalardan birisiyle cezalandırır. Yani her devlet kendi mülkünde tek güç(tevhid) olmak ister. Başka güçlerin bu işe girişmesini şirk!(ortaklık) olarak değerlendirir ve asla kabul etmez.
Bir devlet bile kendi otoritesini başkalarıyla paylaşmayarak tek güç olarak kalmak istiyorsa, ALLAH’ın neden yarattığı tüm varlıklar üzerinde böyle bir hakkı olmasın? Hani vatanın bölünmezliği, üniter devlet yapısının bozulmaması gibi hassasiyetler hep tek olma hassasiyetinden kaynaklanmıyor mu? O zaman soruyorum: Madem sen devletine başka unsurları karıştırmıyorsun, yegane güç olarak hükmetmek istiyorsun da, peki, ALLAH’ın kendi mülkünde ve yarattıkları üzerinde tek güç olarak kalmasını niye anlamıyorsun? Bu ALLAH’ın hakkı değil midir? Devlet bile şirki kabul etmezken, ALLAH niye kabul etsin?
Yine kendimizden bir misal verelim. Hangi birimiz sahip olduğu elindeki mülke başkalarını ortak edip onların da mülkümüz üzerinde tıpkı bizim gibi söz sahibi olmasını ister? Elbette kimse istemez. Peki kendimize yakıştırmadığımız bir şeyi ALLAH hakkında nasıl düşünürüz? Her şeyin mülkünün ALLAH’a ait olduğu şu alemde O’nun dışındaki herhangi bir varlığı ALLAH’la aynı değerde görmek nasıl olur? Bu ALLAH’a en büyük haksızlık olmaz mı?
Başka bir misal: Bir erkek bir kadınla evlendiğinde o kadının kocası olmuştur artık. Her erkek, eşinin hayatında sadece kendisinin olmasını ister. Aksini düşünemez bile. Bu aynı zamanda onun hakkıdır da. Çünkü o erkek eşini koruyor, barındırıyor, ihtiyaçlarını gideriyor…vs. Doğru olan o kadının hayatında, kocasının dışında bir erkek olmamasıdır. Yani bir tek kocayla (tevhid üzere!) hayatını sürdürmektir. Ama o kadın hayatına kocasının dışında başka erkekleri de katarsa onlarla ilişkide bulunursa veya başka erkeklerin tesirinde kalarak hareket ederse bu o kadının kendi hayatına başkalarını da ortak etmesi (şirk) anlamına gelir. Hangi erkek karısının hayatına başka erkeklerin de dahil olmasını arzu eder?! Arzu etmediği gibi bunu en büyük suç ve ihanet olarak görür. Elbette erkek haklıdır. Çünkü nikah kıyılırken o kadın “sen benim kocamsın” demişti. Ama daha sonra başkalarını da koca olarak görmeye başladı. Yani kadının hayatına birden fazla erkek ortak oldu. Yani tevhid(teklik) bozuldu. Bu affedilmez bir suçtur.
Tevhid, bir kadının sadece bir kocaya bağlı onunla hayatını birleştirerek yaşaması ise, şirk de bir kadının kocasının dışındaki erkekleri de hayatına katarak yaşaması demektir. Bir erkek nasıl ki eşine “Sakın ha! Hayatında benden başka erkek görmeyeceğim, yoksa yakarım seni.” diyorsa aynı şekilde ALLAH da kullarına “Sakın hayatınızda benden başka ilah ve rab görmeyeyim, benden başkasına boyun eğmeyeceksiniz, yoksa yakarım.” diyor. Siz eşinizin başka erkekleri size şirk koşmasını affetmiyorsunuz da ALLAH kendisine şirk koşulmuş olmasını niye bağışlasın!
Demek ki şirk fahişeliktir. Bir kadın hayatına birden fazla erkekleri kattığında nasıl fahişe oluyorsa, ALLAH’ın dışında başkalarını hayatına katarak yaşamak da aynı şekilde bir çeşit fahişelik olmaktadır. Çünkü fahişe -afedersiniz- önüne gelen erkeği nasıl bedeninde söz sahibi yapıyorsa, ALLAH’a şirk koşan bir insan da aynı şekilde ALLAH’ın dışındaki yaratıkları tıpkı ALLAH gibi hayatında söz sahibi kılmaktadır.
Ey mü’minler! Siz ALLAH’ın mülküsünüz. Bundan dolayı ALLAH’tan başkasını hayatınızda tasarruf ettirmeyiniz. Çünkü onlar sizi yaratmadı, sizi ALLAH yarattı. ALLAH’ın hakkını başkalarına vererek onları ALLAH’a ortak yapmayınız.
Tevhid en çok ALLAH’ın tesirinde kalarak yaşamaktır. Eğer biz ALLAH’ın tesirinde kalarak yaşarsak O’nun adaleti, merhameti hayatımıza yansır. O’nun sıfatları hayatımızda tecelli eder. Zaten Peygamberimizin (s.a.v) “ALLAH’ın ahlakıyla ahlâklanınız” buyruğu da ancak bu tevhid şuuruyla gerçekleşir.
Ama birde ALLAH’tan ziyade, başkalarının tesirinde yaşayanları bir düşünün. Paranın, makamların, şehvetin ve zalimlerin tesirinde hareket eden neler yapmaz ki!... Böylece şirkin içindeki bir insan, ALLAH’tan başka şeylerin tesirinde kalarak ifsad olur. Bu şekilde ifsad olan insan başkalarına zarar verir. Şirk bunun için en büyük zulümdür. Çünkü şirk insan hayatına girince onu ifsad ediyor, ifsad olan insanda çevreyi ve kainatı ifsad ediyor.
Şirk zihniyeti, ALLAH’ın alemde kurduğu dengeyi bozan bir yapıya sahiptir. ALLAH’ın dışındaki bir takım varlıklar , ALLAH’a rağmen bağımsız hareket ederlerse bu, ALLAH’ın kâinattaki tesis ettiği tevhidi yapıya zarar verir. Parçalanmışlığı beraberinde getirir. Teklikte ahenk vardır, ama çok başlılıkta rekabet dolayısıyla bunun bir sonucu olarak çatışma vardır. Bu söylediklerimizi bir insanın nefsinde uygulayalım: Bir insan düşünün. Birbirinden farklı rekabet halindeki güçlerin tesiri altında hareket ediyorsa o insanın ruhu savaş alanı gibidir. Çatışma eksik olmaz. Bu da huzursuzluğa yol açar. Demek ki, şirkin tabiatında çatışma vardır. Hani Cenab-ı ALLAH Kuranda şirk ve tevhide örnek verirken çok güzel bir misal getirir.
“ALLAH, çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam(köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd ALLAH’a mahsustur Fakat onların çoğu bilmezler.”(Zümer/29)
Misalde anlatılan iki adamdan birincisi birçok efendinin malı olan bir köledir Yani hayatına birden fazla kimseyi ortak ederek yaşayan şirk içindeki insanı temsil ediyor. Köle her bir efendisinin tesirinde kalarak hareket etmek zorundadır. Üstelik bu efendiler birbirleriyle çatışma halindedirler. Köle hangi birinin dediğini yapsın! Zavallı köle efendilerinin savaş alanına dönmüş. O efendilerden kurtulup bir efendiye bağlanmadıkça onların çatışmasını nefsinde yaşamaya devam edecektir.
Öteki köle ise sadece bir efendisi var ve o ne derse itaat ederek yaşıyor. Bu da bir tek yere bağlı olarak yaşayan yani tevhid üzere olan insanı temsil ediyor. Gerçekten bu iki adamın birbirlerine eşit olmadığı gayet açıktır.
Henüz tevhidi yakalayamamış bir insan düşünün. Bu insan birçok şeylerin tesiri altında kalmış yaşıyor. Nefsinin, içinde yaşadığı toplumun, alışkanlıklarının, devletin, paranın, şehvetin…vs. Bu insanın tesiri altında kaldığı her şeyi aynı anda razı etmesi mümkün değildir. Birinin isteğini yerine getirirken sürekli “Acaba, diğerleri ne der?” kaygısıyla hareket edeceğinden korku psikolojisiyle yaşayacaktır. Bu da insanı huzursuz eder. Peki bu insan nasıl kurtulacak bu halden?
Bir defa bu insan parçalanmışlıktan yani şirkten kurtulup tabir yerindeyse sadece bir yerle bağlantılı şekilde hayatını sürdürecek. Şüphesiz o da ALLAH’tır. Sadece ALLAH’ın hoşnutluğu onun kalbinde huzura yol açacaktır. Şirksiz bir imanın kalpteki sonucu budur zaten.
“İman edip imanlarına zulüm(şirk) bulaştırmayanlar, işte emniyet bunların hakkıdır ve bunlar doğru yolda olanlardır.”(Enam/82)
Bu ayette bahsedilen emniyet sadece ahiretle ilgili olmayıp aynı zamanda dünyada da yaşanan huzur halidir. Şirk içinde olanlar ise bir yeri razı etmeye çalışırken sürekli öteki yerlerin tepkisini çekme psikolojisiyle hareket ettiklerinden emniyetten uzak bir ruh hali içindedirler. Kısacası tevhid emniyettir, şirk ise korku halidir
İnsan kayıtsız ve şartsız bir şekilde düşünmeden sadece ALLAH’a teslim olmak zorundadır. Peygambere itaat etmek de ALLAH’a itaat etmek cümlesinden sayılacağından peygambere de böyle bir teslimiyet gerekir. Vahiy bağlamında iman böyle bir teslimiyet istiyor. Vahiy bağlamında diyoruz. Çünkü peygamberimizin bazı içtihadi davranışları karşısında sahabi “Ya Resulallah! Bu vahiy mi yoksa kendi görüşün mü? diye sormuş. Resulullah(s.a): “Bu benim görüşümdür” deyince o konuda sahabi :”Ya Resulallah! Şöyle şöyle yapsak daha iyi olur” demişler. Resulullah da sahabinin görüşü üzere hareket etmiştir.
Demek ki, bu manada tam teslimiyet sadece ALLAH ve Resulüne tabi olurken gösterilir. ALLAH ve Resulünün dışında kimseye böyle mutlak bir teslimiyet gösterilmez.
Mesela; askeri mantıkta sergilenen emre itaat biçimini ele alalım:
-Asker, gel buraya!
-Emredersin komutanım!
-Git şunu yap!
- Emredersin komutanım!
-………………………
- Emirleriniz yerine getirilmiştir komutanım!
Dikkat ederseniz burada askerin verilen emri yerine getirmekten başka bir şansının olmadığı bir ilişki biçimi kurulmuştur. Yani içinde düşünmenin olmadığı robot bir ilişki…Askerin verilen emri düşünmeden, tartışmasız yerine getirmesi öngörülmüştür. Yani mutlak bir itaat söz konusudur. Vallahi böylesine bir itaat yukarıda söylediğimiz gibi sadece ALLAH’a ve Resulüne yapılır. Başkasına da bu manada itaat edilirse mutlak itaat konusunda ALLAH ile başkaları bir tutulmuş olur ki bunun adı şirk olur.
Mutlak itaat yanlış yapmayan kimselere uygulanır. Bu manada yanlış yapmayan varlık sadece ALLAH’tır. ALLAH’ın emirlerinde yanlış olmaz. Maalesef askeri mantık, sanki emreden kişinin yanlış yapmayacağı üzerine kurularak mutlak itaat zeminine oturtulmuştur. Oysa askerde bir insandır , o da hata yapabilir.
Yine bir yere memur (=emredilen) oluyorsunuz. Siz emredilen makamında olduğunuz için o sürekli emrediyor, sizde hiç düşünmeden onun tek taraflı hükmetmesine “Ne yapayım, emir kuluyum” diyerek her emrin altına yatıyorsunuz. Vallahi dilediği şekilde ancak ALLAH insana hükmeder.Bu şekildeki bir amir-memur ilişkisi ancak ALLAH ile kul arasında olur. Dolayısıyla bir insanın, ALLAH’ın dışında herhangi birini emrinin mahiyetine bakmaksızın tıpkı ALLAH gibi hayatına hükmetmesine izin vermesi ALLAH ile o kişiyi bir tutması anlamına gelecektir ki bu şirk olur.
Çağımızın totaliter rejimlerinde insanların özel hayatlarını dahi kendilerinin hükümranlık alanı olarak gören anlayışlara bir mü’minin asla prim vermemesi lazım.
ALLAH’ın dışındaki hiçbir şey ALLAH gibi tutulmaya layık değildir. İtaatte ve sevgide bu sınırı gözetmek gerekir.
“İnsanlardan bazıları ALLAH’tan başkasını ALLAH’a denk tutarlar da onları ALLAH gibi severler. İman edenlerin ALLAH’a sevgileri ise çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin ALLAH’a ait olduğunu ve ALLAH’ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.”(Bakara-165)
Bugün ALLAH’a olması gereken ilginin ve sevginin yerini ne yazık ki başka şeyler almıştır.
Her mü’min kendi defterine imanı konusunda her zaman birinci tehdidin şirk tehlikesi olduğunu yazmak ve ölene dek sağlam bir duruş sergilemek zorundadır.Yine her mü’min ALLAH’ın dışındaki hiçbir gücün kendisine ALLAH gibi hükmetmesine izin vermemelidir.
ÖZGÜN İRADE DERGİSİ HAZİRAN SAYISI