Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hayatin Resmi

Uhud daðý

New member
Katılım
2 Tem 2007
Mesajlar
796
Tepkime puanı
39
Puanları
0
Yaş
40
ŞU DÜNYA ve dünya içindeki insan ruhu ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve eğer hak din olmazsa dünyanın bir zindan olacağını; ve dinsiz insanın en bedbaht mahlûk olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, beşerin ruhunu karanlıklardan kurtaran Yâ Allah ve Lâ ilâhe illâllah olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: "Hangi yol iyidir?" O da onlara dedi ki: "Sağ yolda kanun ve nizama uyma mecburiyeti vardır. Fakat o zorluk içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şikayet vardır. Şimdi seçme hakkı sizdedir."

Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola "Tevekkeltü alâllah" deyip gitti ve düzen ve intizama uymayı kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Maddi olarak hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta boş bir çöle girdi. Birden müthiş bir ses işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta bir metre derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında yükselmiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına yaklaşmış. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı zararlı hayvanlar, etrafını almışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika bir şekilde, çeşitli çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var.

İşte, şu adam, anlayışsızlığından, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acaip işler içinde garip esrarın ve çok büyük bir işlettiricinin olduğunu anlamadı. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu acı vaziyetten gizli feryat ve figan ettikleri halde, kötü nefsi, güya bir şey yokmuş gibi bilmemezlikten geliyor, ruh ve kalbin ağlamalarına kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve zararlıydı.

Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: Kulum Beni nasıl tanırsa, ona öyle muamele ederim." İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve gerçek anladı ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu uğursuzu bu azapta bırakıp döneceğiz. Ta öteki kardeşin halini anlayacağız.

İşte şu mübarek akıllı zat gidiyor. Fakat kardeşi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hayaller kurar, kendi kendine dostluk eder. Hem kardeşi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünkü düzeni bilir, uyar, kolaylık görür. Huzur ve güven içinde serbest gider.

İşte, bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var; hem bakılmadığı için pis şeyler de bulunur. Kardeşi de böyle birisine girmişti. Fakat pis şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zat ise, "Herşeyin iyisine bak" kaidesiyle amel edip, pis şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gitti.

Sonra, git gide, bu da önceki kardeşi gibi büyük bir çöle girdi. Birden, hücum eden bir arslanın sesini işitti, korktu. Fakat kardeşi kadar korkmadı. Çünkü, hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle, "Şu çölün bir hâkimi var. Ve bu arslanın o hâkimin emri altında bir hizmetkâr olma ihtimali var" diye düşünüp tesellî buldu. Fakat yine kaçtı. Ta altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rast geldi, kendini içine attı. kardeşi gibi, ortasında bir ağaca eli yapıştı, havada asılı kaldı. Baktı, iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi, bir acaip vaziyet gördü. Bu da korktu fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünkü güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş; ve güzel fikir ise, ona herşeyin güzel yönünü gösteriyor. İşte, bu sebepten şöyle düşündü ki: "Bu acaip işler birbiriyle alâkalıdır. Hem bir emirle hareket eder gibi görünüyor. Öyleyse bu işlerde bir sır vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyleyse ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni deniyor, bir gaye için beni bir yere sevk edip davet ediyor."

Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak ortaya çıkar: "Acaba beni deneyip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acayip yolla beni bir gayeye sevk eden kimdir?"

Sonra, tanımak merakından, sır sahibine sevgi meydana geldi. Ve bu sevgiden, sırrı açmak arzusu belirdi. Ve o arzudan, sır sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek güzel bir hal alma düşüncesi doğdu.

Sonra, ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında binlerce ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün korkusu gitti. Çünkü kesin anladı ki, bu incir ağacı bir listedir, bir sözlüktür, bir sergidir. O gizli hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin örneklerini, bir tılsım ve bir mucize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine hazırladığı nimetlere işaret için süslemiş olmalı. Yoksa, bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez. Sonra niyaza başladı. Ta tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki:

"Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana sığınıyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum."

Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, hoş, güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki, ejderha ağzı o kapıya dönüştü ve arslan ve ejderha iki hizmetkâr şekline girdiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine yardımcı bir at şekline girdi.

İşte ey tenbel nefsim ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz, bu iki kardeşin vaziyetlerini değerlendirelim. Ta, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık nasıl fenalık getirir, görelim, bilelim.
Bakınız, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeyi bekliyor:titriyor.
Ve şu bahtiyar ise, meyveli ve renkli bir bahçeye davet ediliyor.

Hem o bedbahtın acı bir dehşette ve büyük bir korku içinde kalbi parçalanıyor. Ve şu bahtiyar ise, lezzetli bir ibret, tatlı bir korku, sevgili bir ilim içinde garip şeyleri seyrediyor. Hem o bedbaht, korku, ümitsizlik ve kimsesizlik içinde azap çekiyor. Ve şu bahtiyar ise, ümit ve şevk içinde lezzet alıyor.

Hem o bedbaht, kendini vahşî canavarların saldırısına maruz bir mahpus gibi görüyor. Ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu mihmandar-ı kerîmin (misafir sahibi) hizmetkârlarıyla dostluk edip eğleniyor.

Hem o bedbaht, görünüşte leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azabını çabuklaştırıyor. Zira o meyveler, örneklerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemeyi erteler ve gözleyerek lezzet alır. Hem o bedbaht kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikati ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliğiyle kendisine karanlık bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate layıktır ve ne de kimseden şikayete hakkı vardır. Meselâ, bir adam, güzel bir bahçede, ahbaplarının ortasında, yaz mevsiminde, hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis haram içeceklerle sarhoş edip kış ortasında, canavarlar içinde, aç, çıplak hayal edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl ki şefkate lâyık değildir, kendi kendine zulmediyor, dostlarını canavar görüp suçluyor. İşte bu bedbaht da öyledir.

Ve şu bahtiyar ise, hakikati görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatin güzelliğini anlamakla hakikat sahibinin kemaline hürmet eder, rahmetine müstehak olur. İşte, "Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil" (Nisâ, 79) Kur'ânî hükmün anlamı ortaya çıkar.

Daha bunlar gibi diğer farkları kıyas etsen, anlayacaksın ki, birincisinin kötü nefsi ona bir mânevî cehennem hazırlamış. Ve ötekinin güzel niyeti ve hüsn-ü zannı ve güzel hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze kavuşturmuş.
Ey nefsim! Ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam!

Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur'ân'ı dinle ve hükmüne teslim ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.

Şu temsili hikâyede olan hakikatleri eğer anladıysan, dinin hakikatlerini ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim; incelerini sen kendin çıkar.
İşte, bak: O iki kardeş ise, biri mü'min ruhlu ve salih kalblidir. Diğeri kâfir ruhlu ve fâsık kalblidir. Ve o iki yoldan sağ ise, Kur'ân ve iman yoludur. Sol ise, isyan ve küfran yoludur.
Ve o yoldaki bahçe ise, beşer camiası ve insanlık medeniyeti içinde geçici dünya hayatıdır ki, hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki, "Huz mâ safâ, da' mâ keder" kaidesiyle amel eder, huzurlu bir kalble gider.

Ve o çöl ise, şu yeryüzü ve dünyadır. Ve o arslan ise, ölüm ve eceldir. Ve o kuyu ise, insan bedeni ve zaman-ı hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, vasat ömür olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömür müddeti ve hayattır. Ve o siyah ve beyaz iki hayvan ise gece ve gündüzdür.

Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan mezar yolu ve uhrevî bir çardaktır. Fakat o ağız, kafir için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır. Ve o zararlı hayvanatlar ise dünyalık musibetlerdir. Fakat, mü'min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı, İlâhi ikazlar ve Rahmânın lütuflarıdır.

Ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyalık nimetlerdir ki, Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem hatırlatıcı, hem benzerleri, hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden örnekler şeklinde yapmış.

Ve o ağacın, birliğiyle beraber çeşitli başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i Samedâniyenin damgasına ve rubûbiyet-i İlâhiyenin mührüne ve saltanat-ı Ulûhiyetin imzasına işarettir. Çünkü birtek şeyden herşeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanâtı yaratmak, hem basit bir yemekten bütün hayvanın organlarını var etmek; bununla beraber herşeyi birtek şey yapmak, yani, canlıların yediği gayet çeşitli cinsten yiyeceklerden o canlıya bir et yapmak, bir cild dokumak gibi san'atlar, Zat-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin hususi damgasıdır, özel mührüdür, taklit edilmez bir imzasıdır. Evet, birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir âyettir.

Ve o tılsım, o sır ise, iman sırrıyla açılan yaratılış hikmetlerinin sırrıdır. Ve o anahtar ise, Yâ Allah, Lâ ilâhe illâllah "Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O ezelî hayat sahibidir ve kayyûmdur; varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, herşey Onun yaratmasıyla vücut bulur." (Bakara, 255) dır

Ve o ejderha ağzının bahçe kapısına dönüşmesi ise işarettir ki, kabir, ehl-i dalâlet sapkınlar için vahşet ve unutulmuşluk içinde zindan gibi sıkıntılı bir ejderha karnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur'ân ve iman için, dünya zindanından sonsuzluk mekanına ve imtihan meydanından cennet bahçelerine ve hayat zahmetlerinden Rahmân'ın rahmetine açılan bir kapıdır. Ve o vahşî arslanın dahi sevimli bir hizmetkâra dönmesi ve yardımcı bir at olması ise, işarettir ki, ölüm, ehl-i dalâlet için, bütün sevdiklerinden acı bir ebedi ayrılıktır. Hem kendi yalancı cennetti olan dünyasından ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde mezar zindanına ithal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'ân için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî saadet makamlarına girmeye vasıtadır. Hem dünya zindanından cennet bostanlarına bir davettir. Hem Rahmân-ı Rahîmin fazlından, kendi hizmetine karşılık aldığı bir ücrettir. Hem hayat vazifesi külfetinden bir kurtuluştur. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimâtından bir paydostur.

Elhasıl: Her kim fâni hayatı esas maksat yapsa, zahiren bir cennet içinde olsa da, mânen cehennemdedir. Ve her kim bâki hayata ciddî düşkün ise, her iki dünya saadetine mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da, dünyasını Cennetin bekleme salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder.
 
Üst Alt