Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

hatemül evliya

Berr2

New member
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Kinde Kabilesinden ayağı sakat adam veya Hatemül Evliya (1)
Yazar Ebubekir Sifil

Soru

… mensupları Mehdi a.s.’dan önce Hatemül Evliya ismiyle bir zatın zuhur edeceğini, bu zatın evliyaullahın sonuncusu olacağını; Efendimiz sav. nasıl nebiliği mühürleyip bitirdiyse bu zatın da veliliği bitirip mühürleyeceğini iddia ediyorlar. Bu hususta Hakim et-Tirmizi ve Muhyiddin-i Arabi’nin eselerini referans gösteriyorlar. Söylediklerinin bir kısmı şöyle:





“Hazret-i Mehdi’nin faziletini herkes biliyor, fakat Hâtem-i veli’yi kimse bilmez. İnsan hafsalası almaz, ilmi de yetmez. Yalnız bu hususta gerek Hadis-i şerif’lerle, gerek geçmişte yaşamış Evliyâullah’tan bazı zevât-ı kiram’ın beyanlarını arzetmekle müslümanları tenvir etmiş ve hakikatı duyurmuş olacağız. Çünkü âhir zamanda geleceği haber verilen Hâtem-i veli ve Bayraklılar ashâbı hakkında bazı Hadis-i şerif’ler ve şu ana göre kırk kadar evliyâullahın ifşaatları elimizde mevcuttur.


“Bayraklılar Ashâbı” ve başlarındaki zâtın vasıfları:

Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar’ın çıkmasıdır.” (Suyûtî, Kitabu’l-Arfi’l-Verdi fî Ahbâri’l-Mehdi; Cârullah, no: 1494, s. 99. Bl. 7, Hadis no: 13)

1. Batıda doğması.

Doğuş yerim Yugoslavya’nın Yenipazar şehridir.

2. Kinde kabilesi’nden olması.

Dedemiz, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in neslinden olan Şeyh … Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri, Medine-i Münevvere’nin şeyhi idi. Bir sebeble geçici olarak …’nın … şehrine geldiğinde orada vefat etmiş, daha sonra torunları Medine-i Münevvere’ye değil de Türkiye’ye gelmişlerdir. … yılından beri Türkiye’de bulunmaktayız.

Muhyiddîn İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhâtü’l-Mekkiyye”nin 18. Bâb’ında yer alan bir ifşaatında, bu Hâtem-i velâyet’in Araplar arasından seçilecek en şerefli bir kimse ile gerçekleşeceğini haber vermektedir.

Buyururlar ki:

“Velâyet-i Muhammedî’nin Hâtem’i bu Arap soyundan bir kişidedir ki, o bu milletin en asillerinden bir zâttır.” (s. 214)

3. Ayağının sakat olması.

Gerçekten de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in buyurduğu şekilde sağ ayağım sakattır.

4. Bayraklılar’ın başına geçmesi.

İkinci bin yılın fazileti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu Hadis-i şerif’i ile tarif ettiği Bayraklılar’ın çıkması ile başlıyor.

Bayraklılar’ın başına geçmesinden murad; Allah-u Teâlâ bu fakiri ilk olarak iman kurtarma cihadına koymuştur…”

Cevap :

Meselenin can alıcı noktasına geçmeden önce şunu belirteyim ki, ayetlerin sebeb-i nüzulüne ve hadislerin sebeb-i vüruduna bizzat şahitlik etmiş olan Sahabe halkası dışında birilerinin, “şu ayette/veya hadiste anlatılan kişi benim” demesi o kişinin mürüvvetinin azlığına ve nefsani davrandığına delalet eder. Üveys el-Karenî (Veysel Karanî)’yi hatırlayın. Efendimiz (s.a.v) tarafından ayan-beyan haber verildiği halde kendisini sürekli gizlemeye çalışmış, caka satarak ortalıkta dolaşmayı aklından bile geçirmemişti. Bazı hadislerde geçen “Farslılar’dan bir kişi” ibaresini İmam Ebû Hanîfe üstüne alınmamış, İmam eş-Şâfi’î de “Kureşy alimi” diye övülen kişinin kendisi olduğunu asla ileri sürmemişti. Örnekleri çoğaltmak mümkün...

Mailinizde verdiğiniz linki ziyaret ettim. Orada yer alan yazının her yerinden cehalet ve sefalet dökülüyor. Özetle:

1. Anılan rivayet bir “hadis-i şerif” (Hz. Peygamber (s.a.v)’in mübarek sözü) olmadığı gibi, Sahabe’den birine ait de değildir. Yahudi iken Hz. Ebû Bekr veya Hz. Ömer (r.anhuma) döneminde müslüman olmuş Ka’b el-Ahbâr’ın sözüdür. Dolayısıyla verdiğiniz adreste geçen, “Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır...” ifadesi Efendimiz (s.a.v)’e iftiradır!

2. Ne bu rivayeti zikreden Nu’aym (Naim değil!) b. Hammâd (Kitâbu’l-Fiten, 205), ne de ondan naklen aktaran es-Süyûtî (el-Arfu’l-Verdî, (“el-Hâvî” içinde), II, 144) bu sözü Efendimiz (s.a.v)’e izafe etmiştir. Her iki eserde de açıkça sadece Ka’b el-Ahbâr’a izafe edilen bu sözü “hadis-i şerif” diye takdim etmek –kasıtlı bir hareket değilse– büyük bir cehalet ve cinayettir!

3. Ka’b el-Ahbâr Tabiun’dan sayılır ve Ehl-i İslam’a ait rivayetler arasına girmiş birçok İsrailiyat onun eseridir. Her ne kadar şahsında güvenilir ise de, sonuçta böyle bir meselede Ka’b el-Ahbâr’ın sözünün herhangi bir kimsenin sözünden daha değerli olmasının hiçbir sebebi yoktur.

4. Bu rivayeti nakleden Ebû Nu’aym hicri 229 yılında vefat etmiştir. Ka’b el-Ahbâr ise Hz. Osman (r.a)’ın hilafetinin sonlarına doğru (yani hicri 35 yılından önce) vefat etmiştir. Dolayısıyla Nu’aym b. Hammâd ile Ka’b el-Ahbâr arasında 194 yıl bulunmaktadır. Söz konusu rivayetin senedinde ise Nu’aym b. Hammâd ile Ka’b arasında sadece iki ravi yer alıyor. Adı geçen eserinde Nu’aym b. Hammâd’ın Ka’b’dan başka rivayetleri de vardır ve ikisi arasındaki ravi zinciri en az üç halkadan oluşmaktadır. Dolayısıyla burada Ka’b’a kadar olan senedin kesintisiz olması için arada en az 1 ravi daha bulunmalıdır. Yani senedde (teknik tabiriyle) “inkıta” vardır.

Toparlayacak olursak:

- Söz, Efendimiz (s.a.v)’e ait değildir. Dolayısıyla bu söz ile hiçbir şey isbatlanamaz.

- Sözün sahibi Ka’b el-Ahbâr, rivayetleri temkinle karşılanması gereken birisidir.

- Ka’b’ın diye nakledilen söz, ona kadar kesintisiz bir rivayet zinciriyle ulaşmamaktadır.

Bütün bunları bir an için bir kenara bırakıp şu noktaya bakalım:

Rivayette Kinde’li bir adamın, bayrak taşıyan bir gruba liderlik edeceği ve bunun Mehdi (a.s)’nin zuhurunun alameti olacağı söyleniyor. Rivayetin önü de, sonu da bundan ibaret. Şimdi;

(…) zat-ı muhteremin dedesinin Kinde kabilesinden olduğunu nereden bileceğiz? Ortada sadece kendi beyanı var. Bu beyan da delile, hüccete, bürhana şiddetle muhtaç. Aksi halde ayağı topal olan ve bu işlere az-buçuk merakı bulunan herkesin, “Benim dedem Kinde kabilesindendir” diyerek ortaya atılmaması için bir sebep gösterilebilir mi?

Ve nihayet bu zatın “Hatemu’l-evliya” olacağına dair rivayette hiçbir kayıt yok. Esasen “velilik” mertebesinin/kurumunun herhangi bir zat ile son bulmasının –nass bulunması dışında– ne aklen, ne de naklen tatmin edici bir izahı olamaz. Bu din yaşanmaya devam ettikçe elbette veliler de mevcut olmaya devam edecektir…

Bir önceki yazıda yer alan meseleye verdiğim cevabın buraya almayı uygun gördüğüm kısmı bu kadar. Bir insanda mevcut bir arızadan ciddi ciddi toplumsal bir hareketin nasıl zuhur ettiğine tipik ve ibretamiz bir örnek…

Milli Gazete , 09-10.07.2006
 

Berr2

New member
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Kinde Kabilesinden ayağı sakat adam veya Hatemül Evliya (2)
Yazar Ebubekir Sifil

Geçtiğimiz ayın 9, 10 ve 15’inde bu köşede, kendisini “Hatem-i Evliya” ilan eden bir zatla ilgili üç yazı okudunuz. Hatem-i Evliya meselesiyle hiç alakası olmadığı halde bu “zat-ı muhterem”in, Ka’b el-Ahbâr’ın bir sözünde geçen “siyah bayraklılar”ın başındaki “ayağı sakat adam” olduğu iddiası üzerine, Ka’b el-Ahbâr’ın bu sözü üzerinde durmuştum. Dikkat çekmeye çalıştığım noktalar kısaca şunlardı:

1. Hatem-i Evliya meselesi ile Ka’b el-Ahbâr’ın “siyah bayraklılar” ve başlarındaki topal kişiden bahseden sözü arasında herhangi bir ilişki yoktur.

2. Bahse konu “siyah bayraklılar” rivayeti Hz. Peygamber (s.a.v)’in mübarek ağzından çıkmış bir söz (yani “hadis-i şerif”) değil; Ka’b el-Ahbâr’ın sözüdür. Dolayısıyla bu sözü “Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki…” diyerek nakletmek son derece büyük bir yanlıştır.

3. Ka’b el-Ahbâr’a isnad edilen bu sözün ona ait olduğu da şüphelidir. Zira senedinde inkıta (kesinti) vardır.

Bu yazıların ardından, muhatap kitlenin “Allah razı olsun; Efendimiz (s.a.v)’e ait olmayan bir sözü O’na ait gösterme hatasını işlediğimizi ortaya koydun. Biz de bundan rücu ediyoruz” demesini beklemiyordum elbette. Ama “hazımsızlığın” “cinnet”e dönüşebileceğini tahmin edemediğimi de itiraf etmeliyim.

Hakikat dergisinin bu ayki sayısında bana “cevap verme” sancısıyla kıvranan bedbaht, sadece cehaletine ayna tutmamış, aynı zamanda kendilerine hatırlattığım gerçeğe bile bile ve inatla arka çevirerek kendi kalbine kendisi mühür vurmuş.

Bu bedbaht eğer bana cevap yetiştirme işine “zat-ı muhterem” tarafından memur edilmişse, doğrusu çok kötü bir seçim! İnsan, “alimi böyleyse cahili nasıl olur?!” diye düşünmeden edemiyor! Öyle değil de, bu işe kendiliğinden soyunmuşsa, kendisine söyleyebileceğim şey: Eğer nasibin varsa, Ebubekir Sifil’in yazdıklarını kendini mahkûm ettiğin bataklıkta debelenmekten kurtulmaya vesile olarak değerlendir ve git biraz mürekkep yala…

Eğer gerçek ortada gün gibi aşikâr bir vaziyette duruyorsa ve bunu birisi öyle ya da böyle dile getirmiş, hatırlatmışsa, “ehl-i irfan”a düşen odur ki, “yanılmışız; rücu ediyoruz” dekten imtina etmesin ve bunu, Allah’ın huzurunda ve Resulü’nün karşısında mahcup duruma düşmeye tercih etsin.

Ayet ve hadislere getirdiği sübjektif yorumunu, şeytanının iğvasıyla “Allah’ın ve Resulü’nün emri” sanan ve böylelikle neredeyse kendisi dışındaki herkesi Allah’a ve Resulü’ne karşı gelmekle, şirke düşmekle, kâfir olmakla itham eden bu zavallılığa “Tasavvufî irfan” dememiz mümkün mü Allah aşkına? Tarih içinde böyle bir Tasavvufî oluşuma rastlayanınız var mı?

Tasavvuf’un kuşatıcı, kucaklayıcı tavrı ile bu kitlenin marjinal tavrı birbiriyle uzlaştırılabilir mi? Bu tavır olsa olsa tarih içindeki oluşumlardan Haricilikle, günümüzdeki yapılanmalardan da et-Tekfir ve’l-Hicre ile örtüşür ki, bu iki hareketin ve benzerlerinin Tasavvufî duruşla uzaktan yakından alakası yoktur.

Dolayısıyla Tasavvuf adına hareket eden, ama Tasavvuf’a asla mal edilemeyecek davranışlarıyla Tasavvuf’a da leke sürebilecek olan bir oluşumla karşı karşıya bulunuyoruz.

Hakikat dergisinin Ağustos sayısında, yıllardır tekrarladıkları teraneleri aktararak bana mukabele ettiğini düşünen kapasite fukarasının beni itham ettiği hususlara tek tek cevap vereceğim. Ta ki cehalet ve taassubun insanı ne hallere sürüklediği ibretle izlensin!

1. “… Ebubekir Sifil, “Hâtemü’l-evliyâ”nın zuhûruna delâlet eden bir Hadis-i şerif’i inkâr etmiş…”

İnkâr ettiğim söylenen “hadis-i şerif”(!), daha önce de vurguladığım gibi Ka’b el-Ahbâr’a aidiyetinin dahi şüpheli olan bir söz! Bu yazının ilerleyen bölümlerinde bu söz üzerinde yine duracağım.

Peki bu söz hatem-i evliyaya nasıl delalet ediyor? Ka’b’ın söylediği nakledilen söz şundan ibaret: “Mehdi’nin çıkışının alameti, batıdan gelecek, başlarında Kinde’li topal bir adamın bulunduğu bayrak(lı)lardır.”

Bu rivayette geçen “topal adam” ve “bayraklılar” kimlerdir? Çıkışları “hayır” mıdır, “şer” midir? Batı tarafından gelip nereye gidecekler ve ne yapacaklar? Bunlar ve benzeri soruların “meskûtun anh” geçildiği bir sözün “hatem-i evliya”ya delalet ettiğini söyleyebilmek için ya uçuk bir muhayyileye yahut geniş bir işkembeye sahip olmak gerekir!

Öte yandan bizzat kendilerinin muhtelif yerlerde Hâkim ve İbn Mâce’den aktardıkları rivayetler –ki Hadis musannefatının ilgili bölümlerinde daha fazlası görülebilir–, Mehdi’den hemen önce zuhur edecek olan “siyah bayraklılar”ın “batı”dan değil, “doğu”dan çıkacağını anlatmaktadır! Bu durumda iki ihtimalden söz etmek durumundayız:

A. Ka’b el-Ahbâr’ın batıdan çıkacağını söylediği nakledilen rivayette geçen “bayraklılar”, doğu tarafından çıkacak olan “siyah bayraklılar” ile aynı zümre değildir. Hatta “siyah bayraklılar”dan bahseden rivayetlerin muhtevasına bakıldığında bunların Mehdi (a.s)’ın zuhurunun öncüleri olduğu görülüyor. Dolayısıyla “topal adam”ın liderliğinde batıdan çıkacak olan ve bayraklarının rengi belirtilmemiş bulunan kimselerin “kötü adamlar” olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim aynı söz, Ebû Amr ed-Dânî’nin es-Sünenu’l-Vâride fi’l-Fiten’inde (IV, 913-4) –yine Ka’b’dan olmak üzere– şöyle naklediliyor: “Mehdi’nin çıkışının alameti, batı tarafından gelecek olan, başlarında Kinde’den topal bir adamın bulunduğu bayrak(lı)lardır. Batılılar Mısır’a galip geldiğinde, o gün Şamlılar için yerin altı üstünden daha hayırlıdır.” Efendimiz (s.a.v)’den nakledilen, “Şamlılar helak olduğunda ümmetimde hayır yoktur” (Nu’aym b. Hammâd, Kitâbu’l-Fiten, 136) rivayeti ile birlikte düşünüldüğünde Batı’dan gelecek olanların “kötü adamlar” olacağı daha bir netleşmektedir.

İşte bu söz hakkında daha önceki yazılarda muhtasaran dile getirmeye çalıştığım bu durum, kapasite fukarasına göre “hadis-i şerifi inkâr” oluyor!

B. Bu sözde anlatılanlarla, rivayetlerde "doğu"dan çıkacağı haber verilenler aynı kimselerdir. Ancak bu sözü Ka'b'dan aktaranlar "doğu" yerine "batı" ifadesini kullanmıştır. Bu durumda da "zat-ı muhterem"in "hatem-i evliya" olduğu tezine bu sözle istidlalin imkânsızlığı ikiye katlanmış olmaktadır.

2. “… cehâlet ve cinayet dolu ‘sefâletnâme’ler neşrederek Resulullah Aleyhisselâm’a iftirâ atan” bir kimse olduğu…”

Hezeyanın had safhaya çıktığı yerlerden biri, burası. Benim, Alemlerin Efendisi (s.a.v)’e –haşa– iftira attığım yalanını ifraz ederken bu zavallının aklının başında olduğunu sanmıyorum. Muhtemelen geçici bir “nöbet” halindeyken kustuğu bu dehşetengiz herzeyi olduğu yerde bırakması ve bir daha bu mevzuya dönmemesi de bunu gösteriyor. “Hitap” için “akıl” gerektiğinden, bu herze de sahibinden –muhtemelen– bir “cünun” halinde sadır olduğundan bu nokta üzerinde fazla durmayacağım.

3. "… Buna göre kendisinin (…) böyle bir zâtın nesebini diline dolaması sebebiyle, gerçekte kendisinin nesebine dair araştırılması gereken noktalar bulunduğu anlaşılmıştır."

Sadece "zat-ı muhterem"in değil, herhangi bir insanın nesebini "dile dolama"yı düşkünlük, acziyet, hatta "ahlaksızlık" sayarım. Benim söylediğim şey şu: "Zat-ı muhteremin dedesinin Kinde kabilesinden olduğunu nereden bileceğiz? Ortada sadece kendi beyanı var. Bu beyan da delile, hüccete, bürhana şiddetle muhtaç. Aksi halde ayağı topal olan ve bu işlere az-buçuk merakı bulunan herkesin, "Benim dedem Kinde kabilesindendir" diyerek ortaya atılmaması için bir sebep gösterilebilir mi?"

Ortada son derece önemli bir iddia var. Birisi, "hadis-i şerif" olduğunu ileri sürdüğü bir sözde geçen kişinin "hatem-i evliya"ya delalet ettiğini, o kişinin de kendisi olduğunu söylüyor. "Hatem-i evliya"yı da, "ahir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir" diye açıklıyor. Bu Ümmet'in bir ferdi olarak bu durum beni elbette ilgilendirecektir. Zat-ı muhteremin yaşı seksen civarındadır ve kendisi için emr-i hak vaki olduğunda artık bu Ümmet içinden hiçbir veli çıkmayacaktır!! Bu iddianın gerçeğe ne ölçüde tetabuk ettiğini soruşturmayı, komplekse girerek "birisinin nesebini diline dolamak" diye değerlendirmek anlamsızdır. İsbat yükümlülüğü müddeiye aittir. Varsa belgeniz gösterirsiniz; ben de hakkı teslim ederim. Yoksa benim "ahlaksızlık" dediğim şeyi yaparak, anlamlı imalarla karşı tarafın nesebinde "araştırılması gereken noktalar" bulunduğunu söylemek sadece kişinin seviyesiyle ilgili bir problemi ortaya koyar. Sizi tatmin edecekse buyurun, nesebimi gidebildiği yere kadar araştırın! Yarası olan gocunur…

4. "… Hadis-i şerif'i inkâr, râvîlerine iftira ile yetinmemiş; Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh-, Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- başta olmak üzere; altmışa yakın Evliyâullah Hazerâtı'nın da "Hâtemü'l-Evliyâ" hakkındaki, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde neşrettikleri ifşaatlarını "Esasen 'velilik' mertebesinin/kurumunun herhangi bir zat ile son bulmasının –nass bulunması dışında– ne aklen, ne de naklen tatmin edici bir izahı olamaz." diye inkâr ederek kendi cehâletini ve kibrini ortaya koymuştur."

Kapasite fukarasının "Hadis-i şerif" dediği sözün durumuna daha önce değinmiştim. "Ravilerine iftira" meselesine gelince, öyle anlaşılıyor ki burada, Ka'b el-Ahbâr hakkında söylediklerim kastediliyor. Bu zat hakkında yazdıklarımın iftira mı, yoksa ulemadan nakil mi olduğunu gösterip, gerçek müfterinin kim olduğunu belgelemek için "çapsız" muhatabımın isimlerini andığı alimlerden İbn Hacer ve el-Kevserî'nin tesbitlerini kısaca aktarmakla yetineceğim.

İbn Hacer: İmam el-Buhârî'den naklen: Mu'âviye (r.a) Kureyşli bir topluluktan söz ederken Ka'b'ı da zikretmiş ve şöyle demiştir: Her ne kadar Ehl-i Kitap'tan rivayette bulunan şu muhaddislerin en doğru sözlüsü idiyse de, kendisini yalanla imtihan ederdik." (Tehzîbu't-Tehzîb, VIII, 394.)

el-Kevserî: "Ka'b el-Ahbâr ve İsrailiyat" başlıklı makalesinde Ka'b'ın durumuyla ilgili bir hayli nakil yaptıktan sonra şöyle der: "Bu kısa malumattan ortaya çıkan odur ki, kendisinden İbn Ömer, İbn Abbâs ve Ebû Hureyre'nin bazı rivayetleri bulunmakla birlikte Hz. Ömer, Huzeyfe, Ebû Zerr, İbn Abbâs. Avf b. Mâlik ve Mu'âviye (Allah hepsinden razı olsun) Ka'b'a tam anlamıyla güveniyor değillerdi…" (Makâlât, 39.) Yer darlığı sebebiyle el-Kevserî merhumun konu hakkındaki diğer önemli tesbitlerini burada zikredemiyorum. Dileyen Makâlât'a bakabilir.


05-06-07.08.2006 Milli Gazete
 

Berr2

New member
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Kinde Kabilesinden ayağı sakat adam veya Hatemül Evliya (3)
Yazar Ebubekir Sifil

İslâm kaynaklarında bulunan bir kısım İsrailiyat’ın Ka’b el-Ahbâr’ın eseri olduğunu söylememe fena halde bozulan çapsız kahraman, “Hatemu’l-Evliya” konusundaki ezberinin alt-üst olmasına tahammül edemediği için çözümü bana saldırmakta buluyor. Ne var ki saldırdığı aslında Ebubekir Sifil değil; o, Donkişot’un yel değirmenlerine saldırması gibi, Ka’b el-Ahbâr’ın İsrailiyat’la ilişkisini bize aktaran kaynaklara ve alimlere tosluyor.

Ka’b hakkındaki değerlendirmemi, “… imân etmeden önce Yahudi olduğu için “Ehl-i İslâm’a ait rivayetler arasına girmiş birçok İsrailiyat onun eseridir” diyerek iftirâ etmiştir” ifadesiyle sözüm ona eleştiren bu çapsıza faydası olmaz biliyorum; ama Ka’b hakkında söylediklerimi belgelendirmiş olmak için sadece iki iktibasa yer vereceğim:

ez-Zehebî: “Hz. Ömer (r.a) döneminde Yemen’den Medine’ye geldi. Hz. Peygamber (s.a.v)’in ashabının meclislerinde bulundu. Onlara İsrailî kitaplardan nakiller yapardı…” (Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, III, 489)

İbn Kesîr: (Hz. Mu’âviye (r.a)’ın İmam el-Buhârî tarafından nakledilen, bir önceki yazıda aktardığım sözü üzerine): “Bunun anlamı şudur: Ka’b’dan, lugat anlamıyla ve kasdî olmaksızın yalan sadır olurdu. Çünkü o, haklarında hüsn-ü zan beslediği (İsrailî) kitaplardan nakiller yapardı. Oysa bu kitaplarda uydurma ve düzmece şeyler vardı…” (Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, III, 416.)

5. Yine Ka’b el-Ahbâr hakkında, “Her ne kadar şahsında güvenilir ise de, sonuçta böyle bir meselede Ka’b el-Ahbâr’ın sözünün herhangi bir kimsenin sözünden daha değerli olmasının hiçbir sebebi yoktur” şeklindeki sözlerim üzerine şöyle diyor: “… Nitekim kendi yazısında bu çelişkisini ele vermiştir (…) Hem bu kıymetli “Tâbiîn”i herhangi biri gibi göstermeye çalışıyor, hem de güvenilir olduğunu itirâf ediyor. Bu ifâde ancak ifâde sahibinin “Tâbiîn”i küçük gördüğüne ve kibrine delâlet eder.”

Donkişotumuz ya “çelişki” kelimesinin anlamını bilmiyor, ya da ne söylediğinden habersiz! Ka’b el-Ahbâr’ın –Hz. Peygamber (s.a.v) adına yalan uydurmama anlamında– şahsında güvenilir olması ile sözünün “bağlayıcı dinî kaynak” hüviyetinde olmaması iki farklı doğrudur; dolayısıyla aralarında çelişki bulunduğu söylenemez. Bunu, “Tabiun’u küçük görmek” olarak takdim etmek ise “laf ebeliği”nden başka bir şey değildir. Zira Tabiî sözünün “ahkâm” sahasında bile delil olup olmayacağı Usul’de tartışılmış bir mesele iken, Ka’b el-Ahbâr’ın “Efendimiz (s.a.v)’e nisbet etmeksizin” (burası önemli!) gaipten verdiği bir haberi “nass” seviyesine çıkarmak neyle izah edilebilir?

Üstelik burada Ka’b el-Ahbâr’ın “özel” bir konumu var: O, İsrailiyat nakilcilerinden birisidir. O, “Yeryüzünde tek karış toprak yoktur ki Allah Teala orada kıyamete kadar cereyan edecek hadiseleri Musa (a.s)’a indirdiği Tevrat’ta zikretmiş olmasın” (İbn Abdilberr, el-İstî’âb, III, 1287; İbn Hacer, el-İsâbe, V, 465) diyen, İsrailiyat kitaplarında haber verildiğini öne sürerek Hz. Ömer (r.a)’in şehid edileceğini önceden söyleyen (oysa kendisi Hz. Ömer (r.a)’e suikast düzenleyenlerle birlikte görülmüştü; el-Kevserî, Makâlât, 39) birisidir! Dolayısıyla onun söylediği sözün dinî bakımdan bir kıymet ifade etmesi için behemehal ya kimden aldığının bilinmesi veya İslâmî nasslar’ın tasdikinden geçmiş olması gerekir!”

6. Donkişotumuz, “Sifil’in inkâr ettiği hadis-i şerif” şeklinde bir arabaşlık koymuş ve altında Ka’b el-Ahbâr’ın malum sözünü yine “hadis-i şerif” diye aktararak şöyle devam etmiş: “… Sifil bu Hadis-i şerif’i inkâr edebilmek için Hadis ilminin en temel kurallarını hiçe saydığı gibi; en meşhur ve muteber muhaddisleri, aslında Hadis olmayan bir sözü Hadis kitaplarına almakla itham etmiştir…”

Hemen akabinde üç madde halinde bize “mürsel hadis”in ve “tahric”in ne olduğunu bir güzel öğreterek, Ka’b’ın sözünü eserlerinde “hadis” diye zikreden ulemadan örnekler zikrederek ve bu sözün teknik olarak Efendimiz (s.a.v)’e ait olarak görülmesi gerektiğini ileri sürerek çapsızlığına bir de “ukalalık” ekleyen çokbilmişin bu iddialarını da ilerleyen yazılarda mercek altına alacağım.

7. “Mürsel Hadis “Tâbiîn’in, Sahâbe’nin ismini yâd etmeksizin rivâyet ettiği” Hadis-i şerif’lerdir.” buyurarak Ka’b el-Ahbâr’ın malum sözünün “mürsel hadis” olarak görülmesi gerektiğini ima eden, ardından da mürsel hadisi delil olarak kabul eden imamların isimlerini zikreden çapsız kahraman, bu müthiş tesbitini taçlandırmayı da ihmal etmemiş: “Sifil “Mürsel Hadis”in ne demek olduğunu bilmeyecek kadar câhil midir, yoksa sırf inkâr etmek için hakikati gizleyecek kadar gözünü karartmış bir kimse midir?”

Sifil mürsel hadisin ne demek olduğunu bilmeyecek kadar cahil değil hamdolsun. Onun bütün sıkıntısı senin gibi malumatfuruşlarla bu meseleleri konuşmak zorunda kalması…

Senin anlayabileceğinden kuşkuluyum; ama belki aldattığın kitle içinde anlayan birileri olur diye “mürsel hadis” hakkında kısa bir izahat yapayım:

Mürsel hadis, esas mahreç olan sahabî zikredilmeden sahabî veya tabiî ravinin, Efendimiz (s.a.v)’den bizzat işitmediği halde işitmiş gibi naklettiği hadistir. Dikkat edilmesi gereken husus, “irsal” yapan söz konusu ravinin, “Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu” tarzında bir ifade kullanmış, rivayeti O’na izafe etmiş olmasıdır.

Şimdi ben sana, “Tabiun kuşağına mensup birisinin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e isnad ve izafe etmediği, dolayısıyla “kendisine ait” olarak görülmesi gereken bir söze “mürsel hadis” dendiğini söyleyen bir tek kaynak ismi ver” desem, “kem-küm” edip mugalata yapmaktan başka ne yapabilirsin?

Malum sözün “mürsel hadis” olarak nitelendirilebilmesi için, Ka’b el-Ahbâr tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e izafe edilmiş olması gerekirdi. Oysa sen kendini paralasan, Ka’b’ın o sözü Hz. Peygamber (s.a.v)’e izafe ettiği bir tek varyant bulamazsın! O söz Ka’b el-Ahbâr’ın kendi sözü olarak nakledilmiştir ve bu haliyle “mürsel hadis” değil, “maktu hadis”tir!

Evet, Ka’b el-Ahbâr’ın o sözü Hz. Peygamber (s.a.v)’e izafe edilmediği için “maktu hadis” olarak kabul edilmek zorundadır. Ama Ka’b’ın –buradaki durumun aksine– Efendimiz (s.a.v)’e izafe ettiği rivayetler konusunda da bilesin ki naklettiğin yarım-yamalak malumat senin derdine deva olacak cinsten değildir! Zira zikrettiğin alimlerin –yine Usul kitaplarında yer aldığı gibi– mürsel hadisin makbuliyeti konusunda öngördükleri bir şart var: İrsal yapan ravinin, sadece sika ravilerden rivayet alan birisi olması. İşte bu şart Ka’b el-Ahbâr’da mevcut değildir. Zira onun İsrailiyat naklettiğini artık senin bile inkâra gücün yetmez!

Nüzhetu’n-Nazar ve şerhlerinde de görülebileceği gibi, hem sika (güvenilir) kimselerden hem de sika olmayanlardan irsal yapan ravinin rivayetinin kabul edilmeyeceği konusunda Hanefîler ve Mâlikîler ittifak halindedir. (Mürsel hadis konusunda geniş bilgi edinmek isteyenler için el-Alâî’nin Câmi’u’t-Tahsîl’i bulunmaz bir kaynaktır.)

Tekraren belirteyim, bu söylediklerim Ka’b el-Ahbâr’ın “mürsel” rivayetleri için geçerlidir. “Bayraklılar ve topal adam” rivayeti ise “mürsel” değil, “maktu”dur; yani Ka’b’ın kendi sözü olup Efendimiz (s.a.v)’e izafe edilmemiştir.

8. “İmâm-ı Suyûtî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri gibi büyük bir muhaddisin Hadis kitabına aldığı bir rivâyete “Hadis değildir!” demek nasıl bir cür’ettir?”

Bu sözlerin sahibinin, İmam es-Süyûtî’nin, el-Arfu’l-Verdî isimli risalesine, “Bu, Mehdi konusunda varit olmuş hadis ve eserleri (âsâr) topladığım bir cüzdür” sözleriyle başladığını, dolayısıyla bu risalede yer alan rivayetlerin tamamının “hadis-i şerif” olmadığını bizzat müellifinin söylediğini görmemesi için ya gözünde veya kalbinde bir arıza olmalı! Allah şifa versin. Başka ne diyebilirim ki!

Burada geçen “âsâr” tabirinin merfu hadisler dışındaki rivayetleri anlattığı, bilhassa Sahabî sözü (mevkuf hadis) ve Tabiî sözü (maktu hadis) hakkında kullanıldığı, biraz Usul bilgisi olanların malumudur.

9. Perişanlığını her bahiste devirdiği çamlarla daha da katmerli hale getirmede hayli mahir olan bedbaht, akıllara durgunluk verecek bir soğukkanlılık ve aymazlıkla, Mehdi hakkında eser vermiş birkaç müellife, Ka’b el-Ahbâr’ın bu sözünü “hadis-i şerif” olarak niteledikleri iftirasında bulunuyor.

Ne Nu’aym b. Hammâd’ın Kitâbu’l-Fiten’inde, ne Ebû Amr ed-Dânî’nin es-Sünenu’l-Vâride fi’l-Fiten’inde, ne de daha sonraki kaynaklarda mezkûr sözün Ka’b tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e nisbet edildiğini görmek mümkün.

Bütün bu müelliflerin bu söze “hadis” dediğini ispatlamak yerine, onu eserlerinde zikretmiş olmalarını sıkılmadan “ona hadis dediklerinin delili” diye takdim eden ve “Bu zâtların “Hadis’tir.” dediğine Sifil neye dayanarak “Hayır, Ka’b el-Ahbâr’ın sözüdür.” diyebiliyor?” diyen zavallı, bu tavrıyla bakın iftiranın kaç türlüsünü aynı anda işlemiş oluyor:

A. Bu söz Efendimiz (s.a.v)’e ait olmadığı halde O’na ait olduğunu ısrarla söylemeye devam ediyor. (“Men kezebe aleyye müte’ammiden…” hadisinin muhatabı olabileceğini düşünmüş müdür acaba?!.)

B. Ka’b el-Ahbâr bu sözü Efendimiz (s.a.v)’e isnad ve izafe etmediği halde o etmiş gibi göstererek Ka’b’a da iftira atmış oluyor!

C. Adını verdiği müelliflerden hiç birisi bu sözü Efendimiz (s.a.v)’e isnad ve izafe etmediği halde, o ettiklerini söyleyerek onların da her birine ayrı ayrı iftira ediyor!

Daha önce de belirttiğim gibi es-Süyûtî, el-Arfu’l-Verdî’nin girişinde sadece Efendimiz (s.a.v)’e ait hadisleri değil, aynı zamanda Sahabe ve Tabiun’a ait “eser”leri de zikredeceğini peşinen söylemiş. Dolayısıyla onun bu eserde yer verdiği rivayetlerin tamamının “hadis-i şerif” olduğunu söylemek es-Süyûtî’ye iftiradır!

İbn Hacer el-Heytemî, el-Kavlu’l-Muhtasar’da, Mehdi ve zuhur alametleriyle ilgili merfu hadisleri birinci, Sahabe sözlerini ikinci ve Tabiun ve Tebe-i Tabiîn sözlerini de üçüncü babda zikretmiştir. Ka’b’ın sözü de bu üçüncü babda yer almıştır. Dolayısıyla el-Heytemî’nin de bu sözü “hadis-i şerif” olarak gördüğünü söylemek ona yapılmış bir iftiradır!

Müfterinin İkdu’d-Dürer sahibinden yaptığı alıntıya gelince, –bu eserin müellifinin adını kendisine kim belletmişse yanlış belletmiş; İkdu’d-Dürer sahibinin adı Yahya b. Ali değil, Yusuf b. Yahya’dır– orada da “kindeli topal adam” rivayetinin Hz. Peygamber (s.a.v)’e ait bir “merfu hadis” olduğu söylenmiş değildir. Söz konusu rivayete, Mehdi öncesi vuku bulacak hadiseler meyanında –tabii ki Ka’b’ın sözü olarak!– değinilmiştir, o kadar. Dolayısıyla o da iftiraya uğramışlardan birisi durumundadır.

Benim bu söze “Ka’b el-Ahbâr’ın sözüdür” derken neye dayandığım konusuna gelince, dayanağım ilk olarak bizzat rivayetin kendisi, ikinci olarak da yukarıda adı geçen müelliflerdir. Ka’b bu sözü Sahabe’den birisine yahut Efendimiz (s.a.v)’e izafe etmediği gibi mezkûr müellifler de onu Ka’b’ın sözü olarak aktarmaktan başka bir şey yapmamıştır. Bundan âlâ delil olur mu?

10. “Gerek Hazret-i Mehdî, gerekse onun alâmetleri hakkındaki rivayetlerin kaynağı Resulullah Aleyhisselâm’dan başkası olmadığına göre; Ka’b -radiyallahu anh- gibi güvenilir bir tabîin bu bilgiyi kendisi mi uydurmuştur?”

Apaçık gerçekleri esrar perdelerine bürüyerek “bizden başkasının aklı ermez” yutturmacalarıyla haşır-neşir olmaktan gözünün önünü göremeyen zavallı! Esas mesele de bu ya!.. Ka’b’ın bu sözü kimden/nereden aldığı bilinmedikçe ona “hadis-i şerif” ünvanı vermek Hadis ilimleriyle iştigal eden aklı başında kimsenin yapacağı iş değildir. Yeryüzünün her karışında cereyan edecek hadiselerin tamamının Tevrat’ta bildirildiğini söyleyen birisinin, bu “bayraklılar ve topal adam” haberini de İsrailiyat kaynaklarından nakil veya istinbat etmediğini kim garanti edebilir? Üstelik bu rivayetin ne bir şahid, ne de mütabii var!..

Milli Gazete 12-13-14.08.2006
 

Berr2

New member
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Kinde Kabilesinden ayağı topal adam veya Hatemül Evliya (4)
Yazar Ebubekir Sifil

“Ka’b -radiyallahu anh- gibi güvenilir bir tabîin bu bilgiyi kendisi mi uydurmuştur?” diyen acemi müdafiimiz, anlaşılıyor ki bu sözün “hükmen merfu” olabileceğini anlatmak istemekte, fakat seviyesi ancak bu kadarına yetmektedir. Onun yerine meseleyi ben tavzih edeyim: Sahabe veya Tabiun’dan birisinin, içtihada açık olmayan bir meselede söylediği söz Usul kitaplarında ve Hadis şerhlerinde “hükmen merfu” olarak nitelendirilir. Efendimiz (s.a.v)’e açıkça izafe edilmediği halde bu söze “merfu” hükmü verilmesi, Efendimiz (s.a.v)’den başkasından alınmış olabileceğini gösteren bir delil veya karine bulunmaması durumuyla sınırlıdır.

Radiyuddîn İbnu’l-Hanbelî, Kafvu’l-Eser şerhinde şöyle der: “Kavlî hükmen merfu’un misali, kadîm kitaplardan –ki İsrailî kitaplar bunlardandır– nakilde bulunmayan sahabînin, içtihada açık olmayan bir konuda söylediği sözdür. (…) Bunun merfu hadis hükmünde olmasının sebebi şudur: İçtihada açık olmayan bir meselede söz söyleyen kişiye o konuda birisinin bilgi vermiş olması gerekir. Sahabî ise ya Hz. Peygamber (s.a.v)’den, ya da bazı kadim kitaplardan bilgi almıştır. Söz konusu sahabî, bu kitaplardan bilgi alan birisi değilse, naklettiği bilgiyi Hz. Peygamber (s.a.v)’den aldığı taayyun eder…” (el-Fer’u’l-Esîs, Yusuf Ağa Kitaplığı (Konya), no: 626, 49a-b)

Bu kaideyi Tabiun kuşağına uygulayacak olursak şunu söylemek durumundayız: Tabiun’dan birisinin, içtihada açık olmayan bir konuda söylediği bir sözün Efendimiz (s.a.v)’e ait olarak kabul edilebilmesi için, o kişinin, Sahabe veya güvenilir Tabiun dışında bir kaynaktan bilgi alan birisi olmaması gerekir.

Ka’b el-Ahbâr’ın İsrailiyat nakilcisi olduğu ayan-beyan ortada olduğuna göre, onun “bayraklılar ve topal adam” hakkındaki sözü, sahih bir nakil tarafından teyit/tasdik edilmedikçe –üzerine tasavvur inşa etmek şöyle dursun–, en azından ihtiyatla karşılanmalıdır.

11. “İmâm-ı Suyûtî Hazretleri gibi büyük bir âlim ve diğer meşhur muhaddisler bu Hadis-i şerîf hakkında: “Mütevâtir Haber’dir.” diyerek, Ümmet-i Muhammed’i tutup uydurma ve yalan bir söze mi bağlamışlardır?”

Bir başka iftira, bir başka hezeyan ve bir başka “katmerli cehalet” örneği daha! Ka’b el-Ahbâr’dan bir tek senedle gelen ve bir önceki yazıda da belirttiğim gibi şahid veya mütabii de olmayan “bayraklılar ve topal adam” rivayetinin “mütevatir haber” olduğunu söyleyebilmek için ya Usul-i Hadis’ten tamamen bihaber, ya da “denge” problemi yaşıyor olmak gerekir…

Acemi müdafiimiz tarafından ismi zikredilen müelliflerin hiç birisi Ka’b el-Ahbâr’ın bu sözünün mütevatir olduğunu söylememiştir. Sadece Ikdu’d-Dürer sahibi Yusuf b. Yahya, Mehdi (a.s) öncesinde vuku bulacak fitne, olay ve delaletleri anlatan haberlerin mütevatir olduğunu söylemiştir ki, bundan, Ka’b el-Ahbâr’a ait sözün tevatürünün söylendiği anlamı çıkmaz. Bu ifade, Mehdi (a.s) öncesi birtakım büyük fitneler, olaylar ve karışıklıklar çıkacağını anlatan rivayetlerin tevatürünü kasdetmektedir. Aksi takdirde Mehdi (a.s)’ın zuhurundan önce meydana gelecek en cüz’î hadiseleri dahi anlatan rivayetlerin –söyleyeni kim olursa olsun ve ne anlatırsa anlatsın– tamamının mütevatir olduğunu söylemek gerekir ki, böyle bir şey söyleyen kimse bilmiyoruz.

12. “Tahric” kelimesinin sözlük anlamına bakması bile kâfi iken bu iddia ile ortaya çıkması, eğer cehâletten kaynaklanmıyorsa doğrusu çok büyük bir yalan ve çok büyük bir iftirâdır! Çünkü zâten Hadis ilminde “Tahric”in mânâsı; “Resulullah Aleyhisselâm’dan gelen bir Hadis’i ilk râvîlerine dayandırıp, onların rivâyetlerinden çıkarmak”tır!..”

Benim bu sözden anladığım şu: Herhangi bir sözün senedini ortaya koyduğunuz zaman o söz “sahih hadis-i şerif” olur. Dolayısıyla Ka’b’dan gelen söz de senedli olduğu için Efendimiz (s.a.v)’e aittir!!

Yukarıdaki cümleleri başka türlü “anlamlı kılmak” mümkün değil. Ve eğer anlatılmak istenen buysa, Usul-i Hadis’e yapılmış gerçekten “orijinal” bir katkı ile karşı karşıya bulunuyoruz demektir! Ancak bu “orijinal katkı”nın bazı “küçük” maliyetleri olacaktır. Mesela özellikle “mevkuf” ve “maktu” hadisler ya bir an evvel “tahriç edilip” merfu hadis haline getirilmeli, yahut bu kavramlar ivedilikle Usul’den ihraç edilmelidir!

Seviye yoksunluğunun bu derecesinin ortalıkta “evliya müdafii” edasıyla dolaşmasına mı, yoksa insanları yalan-yanlış bilgilerle aldatmasına mı yanmalı, kararı okuyucuya bırakıp Pazar günü bu meseleye nokta koyalım.

Ka’b el-Ahbâr’ın –hem de senedi arızalı– bir sözünü büyük bir aymazlıkla “hadis-i şerif” mertebesine çıkaran, sonra da hiç alakası olmadığı halde o sözden Hatemu’l-Evliya çıkaran ve buradan da “zat-ı muhterem”in Hatemu’l-Evliya olduğuna istidlal eden acemi yazarın devirdiği çamlar hakkında bu kadar izahatın yeterli olacağını umarak sözü bugün noktalayacağım. Konu hakkında okuduğunuz yazılardan ortaya çıkan sonucu şöyle toparlayabiliriz:

1. “Bayraklılar ve Kinde’li topal adam” rivayeti Hz. Peygamber (s.a.v)’in hadisi değil, Ka’b el-Ahbâr’ın sözüdür. Bu zat İsrailiyat nakilcisi olduğu için, kimden aldığını belirtmediği sözleri ihtiyatla karşılamak durumundayız.

2. Bu sözde Hatemu’l-Evliya ile ilgili en küçük bir ima dahi yoktur. Esasen Hatemu’l-Evliya meselesi el-Hakîmu’t-Tirmizî’den önce dile getirilmiş bir husus değildir.

3. Mehdi (a.s) öncesi vuku bulacak olaylara el-Berzencî’nin kurgulaması ile bakılacak olursa Şam’dan çıkacak olan Süfyanî ile, aynı dönemde Batı’dan “topal adam” (A’rac), Arap Yarımadası’ndan “kızıl” (Asheb) ve Mısır’dan “alacalı” (Ebka’) çıkacak, aralarında şiddetli savaşlar olacaktır. (Bkz. el-İşâ’a, 92.) Bu anlatıma göre Kinde’li topal adam, tıpkı diğerleri (“kızıl” ve “alacalı”) gibi, savaşan bir grubun liderinden başka bir şey değildir.

4. Yine Ka’b’a göre bu topal adam batı tarafından gelecek ve Mısır’ı ele geçirecektir. Yani –ille de itibar edilecekse– Ka’b’ın sözü, batı tarafından gelip Mısır’ı istila edecek muharip bir kitleyi anlatmakta ve başlarında da Kinde’li topal bir adam bulunacağını belirtmektedir ki, bu haliyle bu zatın Hatemu’l-Evliya ile uzaktan yakından ilgisi olmadığı açıktır!

5. Konu hakkında eser verenler arasında Ka’b el-Ahbâr’ın sözünün Hatemu’l-Evliya’yı anlattığını, Hatemu’l-Evliya’nın Kinde kabilesine mensup topal birisi olacağını söyleyen kimse bulunduğunu şahsen bilmiyorum.

6. Bu söz Hatemu’l-Evliya’yı anlatsaydı ve onunu tayininde belirleyici olsaydı, başta İbn Arabî olmak üzere kendisinin veya başkasının Hatemu’l-Evliya olduğunu söyleyenler bunu mutlak surette dikkate alırdı.

7. Keza Hatemu’l-Evliya’nın özelliklerini zikredenler arasında, onun ayağının topal olacağını söyleyen birisinin bulunduğu da meçhulümüzdür.

Son olarak bu tartışmadaki üslubumu yadırgayan okuyucular için bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Mesele Efendimiz (s.a.v)’e ait olmayan bir sözü O’ndan uzak tutma meselesidir. Benim bu tartışmadaki bütün hassasiyetim, öncelikle bu sorumluluğu ifaya yöneliktir.

Bizler herhangi bir kimsenin “veli” olup olmadığını bilmekle mükellef değiliz. Allah Teala bir kimseyi bu mertebeye layık görmüşse kimsenin bir diyeceği olamaz.

Ancak Efendimiz (s.a.v)’e ait olmayan bir sözün O’na nisbet edilmesi karşısında sessiz kalmak, meseleden haberdar olanlar için hoş görülebilecek, cevaz verilecek bir husus değildir.

Şimdiye kadar hiçbir muhatabımın dinine, şahsına, haysiyetine, namusuna ve –her ne kadar karşı tarafça benimki söz konusu edilmiş ise de– nesebine dil uzatmadım; uzatmam. Ancak tartışmada muhatap durumundaki kişinin konuştuğu dilin, anladığı dil olduğunu da unutmamak gerekir.

Ortada bütün müslümanları ilgilendiren bir mesele varsa –ki burada “bir” değil “birçok” mesele var–, sessiz kalmam, alttan almam ya da idare-i kelam etmem söz konusu olamaz.

Dolayısıyla “sürç-ü lisan ettimse affola” riyakârlığına sığınarak, yazdıklarımın arkasından çekilecek değilim.

Vesselam

19-20.08.2006 Milli Gazete
 

berr

New member
Katılım
25 Mar 2005
Mesajlar
113
Tepkime puanı
4
Puanları
0
Yaş
50
Forum yöneticilerinin dikkatine.!!

Bu nickle sanki benim ikinci nickim gibi yazan karaktersiz ve kişiliksiz Fethullahçı aynı zamanda dunyadinleri isimli forumunda moddur.Bu kişiliksiz gülenci orada benim mail ve adreslerimi teşhir etmiş ve mailime defallarca hakaret içeren mesajlar yollamıştır.


Mail ve adreslerimi teşhir ettiği konuda burada..

http://dunyadinleri.com/al/forum/forum_posts.asp?TID=8972&PN=1
 
Üst Alt