Saygıya değer candost'umuz;
Endişe olarak dile getirdiğiniz konuya casus ve Bekir kardeşim cevap vermişler. Bu konulara özellikle hararetli yazılar yazdığımız için bizi yakından ilgilendiren bir mevzuu.
Kabul edersiniz ki; doğu da Allah'ın (cc), batı da! Sen de Allah'ın (cc) ben de Allah'ın bir yarattığıyız. Rabbimiz bizleri çeşit çeşit, ırk ırk, renk renk ayırmış. Kimimizi sakat yaratmış, kimimizin bir uzvunu eksik, kimimizi de sağlıklı. Kimimize akıl vermiş, kimimizi eksik bırakmış. Akıl verdiklerinin kimine kullanma yetisi vermiş, kimine ise daha sonra kullanma yetisi kazandırmış, kimimize ise hiç vermemiş. Bunların hepsini bizler için bir imtihan aracı vesile etmiş. Sabr ve itaat derecelerine göre de rızasını ve hoşnutluğunu hak edeceğiz, yahut (Allah korusun) edemeyeceğiz.
Yukarıda dile getirdiğimiz bu farklılıklar, asla birimizin diğerinden üstün olacağı anlamını taşımıyor. Anlam bütünlüğü, bu belirtilen yada burada zikredilmeyen daha nice eksikliklere yada farklılıklara rağmen, içinde bulunduğumuz halin karşılığı olarak ne derecede bu imtihana karşılık verebildiğimizdir. Esas önemli olan nokta burasıdır.
Hiç kimsenin kıldığı namaz diğerinden bir rekat fazla değil. Yada tuttuğu oruç diğerine göre bir gün fazla değil. Peygamberler de dahil (aleyhissalatü vesselam ecmain) herkesin ki aynı. Buradaki anlamın bütün özü ihlas ve samimiyette! İhlas ve samimiyet de akıl ile sağlanır. Bunu kullanma ile kazanılır. Kur'an'ı okumuşsanız eğer, Rabbimiz bir çok ayette "düşünmezmisiniz" yahut "akletmezmisiniz" diye buyurmaktadır. Düşünenlerin (tefekkür edenlerin) bazı halleri, diğerlerine nazaran daha hassas olarak kavrayacağına işaret eder bu gibi emr kiplerinde. Şimdi, burada durun ve lütfen düşünün: bir Peygamber ile sizin kıldığınız namaz bir olabilir mi bu açıdan bakınca ? Örneğin; siz hiç abdest alırken, korkudan bayılacak haddeye gelip de renginiz sapsarı oldu mu ? Hazreti Hüseyin (r.anh) efendimizin oldu. Neden diye soranlara, "az sonra kimin huzuruna duracağımızın farkındamısınız ?" diye hayret ve taaccüp ile cevapladığı bu duruma, o an yanındakiler neden ulaşamadı. Eksikliklerinden mi ? Yoksa saydığımız nedenlerden mi? Cevabını kendi içinizde verin.
Hazreti Hüseyin (r.anh) alimdir. Dedesi Peygamber (s.a.v.), babası ise ilmin kapısı Hazreti Ali (K.v)'dir. Böyle değerlerin elinden çıkan da elbette diğer insanlardan farklı bir boyutu görecek, yaşayacak ve izin verildiği miktarda anlatacaktır. Neden siz yahut ben göremiyoruz, yaşayamıyoruz yahut anlatamıyoruz. Öyle ya bütün insanlar yaratılmış olmak adına, Rabbül Alemin nazarında eşit değilmiyiz ? Elbette eşitiz. Ayrıldığımız nokta işte burası. O'nlar verileni daha güzel ve anlamlı değerlendirmişler, bizler ise biraz daha farklı değerlendiriyoruz.
Herhangi bir gününüzü düşünün, öğle yada ikindi veyahut akşam namazı gecikmiştir. Yahut istemeden de olsa kazaya kalmıştır, hani o uyanamadığınız geçen günkü sabah namazınız. Ama; O'nlar işte öyle değildi, O'nlar; yaşantılarını kaza ederler, namazı vaktinde eda ederlerdi. Namaz saati O'nlar için; avını bekleyen kartalın hassasiyetinden daha hassas saatlerdi. Oysa O'nlarda sabah namazını iki rekat kıldılar, bizde iki rekat kılıyoruz. Fark ? Evet, şimdi takdir buyuracağınız gibi, fark işte bizlerin çok ciddiye almadığı, hele bir kırkına varalım da o zaman güzel bir tövbe ile namaza da başlarız, oruca da...bakışımız ile, sabah namazını ömrü hayatında bir kere kaçırıp da öğle vaktine kadar ağlayan Ali'nin (k.v.) samimiyetinde. Yada abdest aldığında sapsarı kesilip, korkudan bayılacak raddeye gelen Hüseyin (r.anh) aşkında! fark işte burada!
Konunuzda zikrettiğiniz alimler de işte bu gibi değerlerden aldılar ilimlerini. Önlerinde diz çöktüler de ağızlarından çıkanı yuttular, sonraki gelenlere net! olarak anlatabilmek için zühd ile takva ile amel ile bu yolu geçip, bir sonraki nesile bayrağı taşıdılar. Alah'u Zülcelal (cc) "indirilen bu Din'i koruyacak olan da biziz!" derken, elbette kendi kudreti ile korumaya muktedir, fakat Adetullahı gereği bu Din'i yaşayarak koruyacak kullarının varlığını işaret etti. Hatta Kur'an'ı Kerim'inde bu gibi insanlara, anlamadığımız konuları götürmemizi, içinden çıkamadığımız konularda Onlar'ın çıkaracağı hükümü almamızı ve kabul etmemizi işaret buyurdu.
İlim sahipleri de, ilimlerinin gereği, korkarak da olsa bu emr'i gördüler ve bunun sözünü vererek irşada (insanları bilgilendirmeye,anlatmaya) başladılar. Bu kadar ilimden sonra, Hazreti Rasulullah'ın (s.a.v) ağzından birde yalan uydurmalarını beklemek, ne kadar akıl karıdır? Bu durum akılsızlık karından başka bir şey değildir. Yalan uydurmak ile insanların Din'ine yardımcı olacağını sanmak, akılsızların işidir. Oysa; ilim ile akılsızlık, hiç bir zaman bir arada bulunmayan iki varlıktır. İlimi olan, aklını kullanarak bunu yaşantısına dökerse, etrafındaki insanlara tebliğ ve tebyin ederse, çevresindeki insanların itikad ve inançlarında sağlamlık oluşturmaya çalışırsa; işte bu alimdir ve Allah'tan (cc) gereği gibi korkmaktadır. Bu gibi insandan, Din adına; gerçeğin hilafına bırakın bir hadisi, bir tek harf dahi duyulmaz. Eğer ilmi ile amil değilse, söylediklerinin hiç birisini daha en başta kendi nefsinde tecrübe etmekten dahi acz ise, bırakın yakasını zavallının...
Onun derdi zaten ona yetmektedir. Kitap taşıyan merkeb ile aynı kefeye girmiş olmak; onun için yeter de artar bile!
Her ne yaparsanız yapın, okuyun, tartışın, dinleyin dinletin, ama; mutlaka öğrendiğiniz eğer hakk ise, kendi nefsinizde düşünerek, misallendirerek tecrübe edin. Göreceksiniz, sayfalarca yazı yazan, yada saatlerce vaaz veren kişinin aksine, sizin bir tek cümleniz dahi muhatabınızın kalbine ok gibi saplanacak ve tesirli olacaktır. İşte alimlerin irşadları da böyleydi. Tecrübe etmek çok basit.
Deney tahtası, kendi nefsiniz!