fetih
New member
- Katılım
- 16 Şub 2007
- Mesajlar
- 1,994
- Tepkime puanı
- 355
- Puanları
- 0
- Yaş
- 45
Güneşe dost olan bir dostumuz varsa, onun nur saçan yüzüyle güneşten feyizlenebiliriz. Ona, ‘Sen aziz dost! Sen asırlardır beklenen, bulutların arasına gizlenmiş güneştin benim için!’ diyerek seslenme lütfuna erebiliriz. Ayın güneşi tutması ve ışınlarından direkt olarak istifade etmesi gibi, işte o zaman ‘ben de güneşi tuttum’ diyebiliriz.
Fîhî Mâfih isimli eserde, “İnsan, güneş ışığında görülebilen bir toz zerresi kadardır.” diye yazar. Böyle bir varlık nasıl olur da güneşe kement atabilir? İnsan zerre iken kement atabilecek seviyeye nasıl gelebilir? Ve bu arada zerre olduğunu unutup varlık iddiasıyla ‘ben’ derse şirke düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaz mı? İkbâl’in, “Ben bir zerreyim, lâkin güneş benim malımdır.” sözünü söylemenin kolay olmadığı böylece ortaya çıkmaktadır. İnsan bir zerredir ama kendisini olgunlaştırabilirse bu zerreden nice güneşler doğabilir:
“Sen ey insan; bu parlak, bu nûr saçan güneşten
Daha aydınlatıcı ve çok daha parlaksın.
Öylesine yaşa ki, her bir zerreye senden
Nûr aksın, idrak aksın.”
Güneş, mükerrem bir varlık olan insan için yaratılmıştır; ona hizmet için vardır: “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ay’ı sizin hizmetinize verdi.” (Nahl, 12) “Güneşi, ay’ı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette yaratan O’dur. İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (A’raf, 54)
Güneşi tanıyabilmemiz, yani onun var olduğunu anlayabilmemiz ve onunla diyaloğa girebilmemiz için öncelikle yüzümüzü ona doğru çevirmeliyiz. Yüzünü güneşe çevirenler, güneşle konuşmaya başlayabilirler. Ancak yüzümüz güneşe dönünce ona ayna olabilecek mi? Eğer bu yetkinliğe sahipsek veya yaratılışımızdaki bu kabiliyetin tezahürünü Cenabı Allah bizlere lütfedecekse, ayna olan yüzümüzde nelerin belireceğini kimler bilebilir ki!
Güneşte yanıp ağarmak için
Artık aynamızda parlayan, güneşin yüzlerinden bir yüz değil midir? Şair ne güzel söylemiş:
“Güneşten bir yüz aldım Gölgem ateşten.”
Güneşlenmiş adam, ruhunun bütün girdaplarını güneşin şualarıyla aydınlatabilmiş adam, güneş gibi nur saçan yüzüyle artık yol alabilir... Eldeki güneşi ile hızla hakikatin sonsuzluk merkezine doğru ilerlerken, ardında bıraktığı gölgesi de, ışığı seven yolcular için takip edilecek coşku verici kutlu bir izdir. Hakikati ve bütün güzelliklerin kaynağını arayan yürekler onu takip edeceklerdir.
Güneşe dost olan bir dostumuz varsa, onun nur saçan yüzüyle güneşten feyizlenebiliriz. Ona, ‘Sen aziz dost! Sen asırlardır beklenen, bulutların arasına gizlenmiş güneştin benim için!’ diyerek seslenme lütfuna erebiliriz. Ayın güneşi tutması ve ışınlarından direkt olarak istifade etmesi gibi, işte o zaman ‘ben de güneşi tuttum’ diyebiliriz. Bundan dolayıdır ki İkbâl, güneşin tecelli ettiği yeri istemektedir. Çünkü arzusu, orada olgunlaşabilmektir: “Gonca gibi işimize bin bir düğüm vuracaklar. Biliyorum. Lâkin güneşin tecelli ettiği yeri istiyorum. Orayı yana yana söylüyorum. Ben orada yetişeceğim, ne olursa olsun!”
Mevlâna Hazretleri, Tebriz’in Güneşi’yle karşılaşınca onun etrafında dönmeye başlamadı mı? Şems ona hayat vermedi mi? “Gül, bülbül bahanedir, kastedilen O’dur.” diyen Mevlâna’nın maksadı Hak olsa da, O’na ulaşacak olan yol, hakikatin tecelligâhı olan güneşte yanmaktan geçiyor. Bu tecelligâh topraktan doğmuş olsa da, gözlerindeki basiretinin kaynağı güneştir: “Ey gönül, hayat sırrını goncadan öğren; çünkü onun mecazında hakikat apaçık görünür. Gonca bu kara topraktan doğar, lâkin gözü güneş ışıklarındadır.”
Bilindiği üzere, mevlevîlerde post semâı vardır. Kutuphane’de, yani merkezde sadece güneş dostu vardır. O, merkezde güneş gibidir, etrafındakiler de yıldızlar gibi. Nice Hak aşıkları dönerler; güneşin, gece ve gündüzün dönmesi gibi.
Gölge perdedir güneşe
Güneşe ayna olabilmek, ‘er’ kişinin işi olsa gerektir! Gerçek mümin, gece evinde lambası yanandır; kâfir ise karanlıkta kalandır. Ancak gündüzleyin hakikat güneşi ortaya çıktığında lambaların hükmü kalır mı? Her taraf aydınlanır. Dost-düşman herkes ve her varlık güneşten istifade ederler; karanlığı seven yarasalar ise güneş doğunca ortadan kaybolurlar.
Evet, güneş herkese ve her eve aynı düzeyde yansır; ancak insanlar istidatları ölçüsünde ondan istifade ederler. Güneşe nasıl ayna olacağız? O’na ulaşmada hicap perdelerini kaldırabilirsek!.. O demde Hakk’a da vâsıl olabiliriz.
Güneşte yanmayı göze alabilmek, onda ruhumuzu eritebilmek, ‘eren’ kişinin işi olsa gerektir!
İkbâl der ki; “Eğer güneşe benzer bir hararet ve sûzişin varsa, göğün genişliğine ayağını bas!” Eren, güneşteki harareti kalbinde taşıyandır ve sadece dünyaya değil evrendeki her mekâna ayak basabilir.
Güneşin yüzey sıcaklığı 6000 dereceyi bulmaktadır. Güneşin iç katmanlarına inildikçe bu sıcaklığın korkunç derecede arttığı ve yaklaşık olarak 15 milyon ila 20 milyon derecelik bir değeri temsil ettiği tespit edilmiştir.
Hangimiz tek bir hücremizin bile kavrulacağı güneşin bu merkezine inebilmeyi veya bu merkeze doğru yükselebilmeyi göze alabilir? Bilim adamlarının derecesini tahmin etmekte zorlandığı bu ısıda yok olmayı göze alsak bile, 250 milyar atmosferik değer gibi aklın alamayacağı kadar yüksek değerlere varan bu bölgenin iç basıncına dayanabilecek miyiz?
Söz konusu basınca, ancak aşk zırhını giyebilmiş isek katlanabiliriz. Çünkü yoğun bir ateşin özünden gelen aşk, kendi cinsinden doğan basınca kalkan olabilir. Aşk nedir sorusu ile gelen bir adamı Abdülkadir Geylanî Hazretleri, “Karındaşım Ahmed Rufaî’ye git.” diye gönderir. Adam, Ahmed Rufaî’ye aynı soruyu sorar. Rufaî Hazretleri dönmeğe başlar. “Ennâru aşk!” diye diye kaybolur ve yine döne döne belirir. Böylece sözü ve hareketiyle aşk-ateş ilişkisini ortaya koyar.
Aşkın kaynağı kimdir? Aşk ışınları bizlere Hz. Peygamberimiz’in güneşinden gelmektedir. Bu gelen ışınlarla canımız, gönlümüz, kalbimiz hayat buluyorsa yaşıyoruz demektir. Bulutlu ve soğuk hava şartlarından sonra gökyüzünde ışımaya başlayan güneşi görünce insan nasıl sevinmez ki! Çünkü bedeni ve ruhu üşümekten kurtulacaktır...
Güneş olup aydınlatanlar
Güneşi, kutsîleşen yani hakikatle bütünleşen iradesiyle hizmetine alabilmek, ‘pîr’ kişinin işi olsa gerektir!
Çünkü bu kulun mekânı, idrakimizin kabul edemeyeceği kadar geniştir. Güneş ise, “onun yolunun tozundan bir zerredir.” Pîr, bir zamanlar kendisi zerre iken, şimdi yaratılmış diğer varlıkları zerre haline getirebilen insandır.
Pîr kişi, imanın bütün derecelerini aşmıştır. O’nun zâtiyeti bir avcıdır; güneşi de, ay’ı da avlayabilir:
“İmanlı er, ‘lâ ilâhe illâllah’dan aşk ve heyecan alırsa, ay ve güneş, onun iradesi ve arzusu dışına çıkamaz.”
“Bu topraktan yapılmış beden içinde kalp uyanık ve zinde ise,
Senin basiretin, ay ve güneş aynasını kırıp atabilir.”
“Sabahı, yıldızları, şafağı, ay ve güneşi
Derinleşen görüşle satın almak mümkündür.”
Kendi kemendiyle güneşi avucunda tutabilen insan, onun enerjisini tasarruf edebiliyor demektir. Bu enerji, sanıldığından çok daha büyük bir güce sahiptir. Bu gücün iradesi, ancak ve ancak Yüce Rabbimiz’in lütfuyla gerçekleşebilir.
“Güneşteki muazzam enerji, 386 milyar kere milyar megawatt değerindedir ve bu enerji kaynağının nükleer füzyon olarak bilinen termonükleer reaksiyonlar sonucunda her saniyede 564 milyon ton hidrojenin, 560 milyon ton helyuma dönüşmesiyle açığa çıktığı bilinmektedir. Her saniyede açığa çıkan 4 milyon ton maddenin Einstein denklemiyle enerjiye çevrilmesi, yalnız güneşimizin değil, aynı zamanda tüm yıldızların enerji kaynağı olarak tanımlanmaktadır.” (Taşkın Tuna)
Bu seviyedeki bir enerji ile karşılaşmayı ister miyiz? Sonrasında yeniden yapılanacak olduğunu bilsek bile, varlığımızın yokluğuna hazır mıyız? Rochefoucald’ın “Kimse doğrudan güneşe ve ölüme bakamaz.” sözü pek çoğumuz için geçerli olsa da, bunu başarabilen irfan sahibi insanların her asırda olduğunu unutmamalıyız.
Her güneş nurunu O’ndan alır
Peki hangi güneşe döneceğiz? Güneş bir tane midir? Bilimciler, galaksi içinde bizim güneşimiz gibi 200 milyar güneşin var olduğunu söylüyorlar.
Güneş, hakikatin bir tezahürü ise o zaten vahdet mekânıdır. Bu mekânın sahibi, Hazreti Muhammed s.a.v.’dir. Güneş, Yüce Peygamberimiz’in nurundan değil midir? Bu mekânda yaşama lütfuna ermiş sakinlerin sayısı ise çoktur. İşte bu aşk yolcularından biri ne güzel söylemiş:
“Varlığım ve yokluğum senin ışığına borçludur.
Varlık bahçesinin bekçisi sensin.
Sen güzelliğin özü, ben ise senin resminim.
Sen aşk defterisin, ben ise senin anlamınım.
...Vücudum güneş ışığına muhtaçtır.
Senin parlaklığın ise güneşe muhtaç değildir.”
Bizler, hayatımızın seyrini belirleyecek şu kararı vermeliyiz: Bir odaya ışık veren lamba mı olmak istiyoruz, yoksa dünyayı aydınlatacak güneş mi? Lambanın da aydınlattığı mekâna göre bir değeri vardır ama bu değer, güneşin aydınlattığı alana göre kıyas dahi edilemez.
Akif İnan’ın Şehir Gazeli’nin mısralarında, “Doğ ey güneş erit taştan adamı / Ve kurut taşları diken elleri” şeklinde geçtiği üzere içimizdeki güneşimiz doğarsa, taşlaşmış kalbimizi, hatta böyle bir kalpten vücudun her tarafına dağılan kan ile taşlaşan bedenimizin bütünündeki beton kalıpları eritebiliriz. Böylece, en küçüğümüzden en büyüğümüze çevremizdeki bütün insanlar, bizim nazarımızda bir değer kazanırlar.
İnsan, güneşi buldum derken bazen gözden de kaçırabilir. Evet, bu duruma ağlamalıdır ama güneşi kaçırdım diye ağlarken yıldızları da görmemezlikten gelmemelidir. Hiç güneş batar mı? Güneş olanlar kaybolur mu? Onlar başka yerlerde serüvenlerine devam ederler. Biz ise akşam olunca güneşin battığını zannederiz. Ya uzayda olsak güneşi battı diye mi algılayacağız?
Güneş mumla aranmaz. Öncelikle insanın kendi kudretinin farkında olması gereklidir. Pek çok maneviyat büyüğünün söylediği gibi, varlığının derûnunu keşfedebilen insan, güneşin de, ayın da kendi önünde secde ettiğini görebilir. Yusuf a.s.’a güneş, ay ve yıldızlar secde etmemişler miydi? (Yusuf, 4)
Asıl ağlamamız gereken durum, bizler gibi, zamansız öten horozların halidir. İnsanın daha doğmadan güneşin doğduğunu sanmasıdır. G. Dumant’ın dediği gibi, “Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” İnsanın olgunlaşmasının önündeki en büyük yanılgılarından biri, güneşin doğacağı zamanı bilememesidir veya bu zamanı bekleyemeyecek kadar sabırsız olmasıdır.
Oysa güneş, gecemize öyle bir doğsa ki, onu yüreklerimizde taşıyabilsek... Gözlerimiz her sabah güneşi görebilme şevkiyle ufuklarda gezinebilse... Bu arzuyu ancak cennet hesabı yapmayan cennetlik insanlar taşıyabilirler. “Kalenderler göründükleri zaman güneşe, aya kement / Atıp elde ederler. / Halvet aleminde ise / Zaman ile mekânı kucaklamıştır onlar!”
Yeryüzünün en derin kuyusundan, zirvelerde taht kurabilen güneş dostu bu insanlara selam olsun!
SEMERKAND
Fîhî Mâfih isimli eserde, “İnsan, güneş ışığında görülebilen bir toz zerresi kadardır.” diye yazar. Böyle bir varlık nasıl olur da güneşe kement atabilir? İnsan zerre iken kement atabilecek seviyeye nasıl gelebilir? Ve bu arada zerre olduğunu unutup varlık iddiasıyla ‘ben’ derse şirke düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaz mı? İkbâl’in, “Ben bir zerreyim, lâkin güneş benim malımdır.” sözünü söylemenin kolay olmadığı böylece ortaya çıkmaktadır. İnsan bir zerredir ama kendisini olgunlaştırabilirse bu zerreden nice güneşler doğabilir:
“Sen ey insan; bu parlak, bu nûr saçan güneşten
Daha aydınlatıcı ve çok daha parlaksın.
Öylesine yaşa ki, her bir zerreye senden
Nûr aksın, idrak aksın.”
Güneş, mükerrem bir varlık olan insan için yaratılmıştır; ona hizmet için vardır: “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ay’ı sizin hizmetinize verdi.” (Nahl, 12) “Güneşi, ay’ı ve yıldızları buyruğuna boyun eğmiş vaziyette yaratan O’dur. İyi bilin ki, yaratma ve emir O’nundur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir!” (A’raf, 54)
Güneşi tanıyabilmemiz, yani onun var olduğunu anlayabilmemiz ve onunla diyaloğa girebilmemiz için öncelikle yüzümüzü ona doğru çevirmeliyiz. Yüzünü güneşe çevirenler, güneşle konuşmaya başlayabilirler. Ancak yüzümüz güneşe dönünce ona ayna olabilecek mi? Eğer bu yetkinliğe sahipsek veya yaratılışımızdaki bu kabiliyetin tezahürünü Cenabı Allah bizlere lütfedecekse, ayna olan yüzümüzde nelerin belireceğini kimler bilebilir ki!
Güneşte yanıp ağarmak için
Artık aynamızda parlayan, güneşin yüzlerinden bir yüz değil midir? Şair ne güzel söylemiş:
“Güneşten bir yüz aldım Gölgem ateşten.”
Güneşlenmiş adam, ruhunun bütün girdaplarını güneşin şualarıyla aydınlatabilmiş adam, güneş gibi nur saçan yüzüyle artık yol alabilir... Eldeki güneşi ile hızla hakikatin sonsuzluk merkezine doğru ilerlerken, ardında bıraktığı gölgesi de, ışığı seven yolcular için takip edilecek coşku verici kutlu bir izdir. Hakikati ve bütün güzelliklerin kaynağını arayan yürekler onu takip edeceklerdir.
Güneşe dost olan bir dostumuz varsa, onun nur saçan yüzüyle güneşten feyizlenebiliriz. Ona, ‘Sen aziz dost! Sen asırlardır beklenen, bulutların arasına gizlenmiş güneştin benim için!’ diyerek seslenme lütfuna erebiliriz. Ayın güneşi tutması ve ışınlarından direkt olarak istifade etmesi gibi, işte o zaman ‘ben de güneşi tuttum’ diyebiliriz. Bundan dolayıdır ki İkbâl, güneşin tecelli ettiği yeri istemektedir. Çünkü arzusu, orada olgunlaşabilmektir: “Gonca gibi işimize bin bir düğüm vuracaklar. Biliyorum. Lâkin güneşin tecelli ettiği yeri istiyorum. Orayı yana yana söylüyorum. Ben orada yetişeceğim, ne olursa olsun!”
Mevlâna Hazretleri, Tebriz’in Güneşi’yle karşılaşınca onun etrafında dönmeye başlamadı mı? Şems ona hayat vermedi mi? “Gül, bülbül bahanedir, kastedilen O’dur.” diyen Mevlâna’nın maksadı Hak olsa da, O’na ulaşacak olan yol, hakikatin tecelligâhı olan güneşte yanmaktan geçiyor. Bu tecelligâh topraktan doğmuş olsa da, gözlerindeki basiretinin kaynağı güneştir: “Ey gönül, hayat sırrını goncadan öğren; çünkü onun mecazında hakikat apaçık görünür. Gonca bu kara topraktan doğar, lâkin gözü güneş ışıklarındadır.”
Bilindiği üzere, mevlevîlerde post semâı vardır. Kutuphane’de, yani merkezde sadece güneş dostu vardır. O, merkezde güneş gibidir, etrafındakiler de yıldızlar gibi. Nice Hak aşıkları dönerler; güneşin, gece ve gündüzün dönmesi gibi.
Gölge perdedir güneşe
Güneşe ayna olabilmek, ‘er’ kişinin işi olsa gerektir! Gerçek mümin, gece evinde lambası yanandır; kâfir ise karanlıkta kalandır. Ancak gündüzleyin hakikat güneşi ortaya çıktığında lambaların hükmü kalır mı? Her taraf aydınlanır. Dost-düşman herkes ve her varlık güneşten istifade ederler; karanlığı seven yarasalar ise güneş doğunca ortadan kaybolurlar.
Evet, güneş herkese ve her eve aynı düzeyde yansır; ancak insanlar istidatları ölçüsünde ondan istifade ederler. Güneşe nasıl ayna olacağız? O’na ulaşmada hicap perdelerini kaldırabilirsek!.. O demde Hakk’a da vâsıl olabiliriz.
Güneşte yanmayı göze alabilmek, onda ruhumuzu eritebilmek, ‘eren’ kişinin işi olsa gerektir!
İkbâl der ki; “Eğer güneşe benzer bir hararet ve sûzişin varsa, göğün genişliğine ayağını bas!” Eren, güneşteki harareti kalbinde taşıyandır ve sadece dünyaya değil evrendeki her mekâna ayak basabilir.
Güneşin yüzey sıcaklığı 6000 dereceyi bulmaktadır. Güneşin iç katmanlarına inildikçe bu sıcaklığın korkunç derecede arttığı ve yaklaşık olarak 15 milyon ila 20 milyon derecelik bir değeri temsil ettiği tespit edilmiştir.
Hangimiz tek bir hücremizin bile kavrulacağı güneşin bu merkezine inebilmeyi veya bu merkeze doğru yükselebilmeyi göze alabilir? Bilim adamlarının derecesini tahmin etmekte zorlandığı bu ısıda yok olmayı göze alsak bile, 250 milyar atmosferik değer gibi aklın alamayacağı kadar yüksek değerlere varan bu bölgenin iç basıncına dayanabilecek miyiz?
Söz konusu basınca, ancak aşk zırhını giyebilmiş isek katlanabiliriz. Çünkü yoğun bir ateşin özünden gelen aşk, kendi cinsinden doğan basınca kalkan olabilir. Aşk nedir sorusu ile gelen bir adamı Abdülkadir Geylanî Hazretleri, “Karındaşım Ahmed Rufaî’ye git.” diye gönderir. Adam, Ahmed Rufaî’ye aynı soruyu sorar. Rufaî Hazretleri dönmeğe başlar. “Ennâru aşk!” diye diye kaybolur ve yine döne döne belirir. Böylece sözü ve hareketiyle aşk-ateş ilişkisini ortaya koyar.
Aşkın kaynağı kimdir? Aşk ışınları bizlere Hz. Peygamberimiz’in güneşinden gelmektedir. Bu gelen ışınlarla canımız, gönlümüz, kalbimiz hayat buluyorsa yaşıyoruz demektir. Bulutlu ve soğuk hava şartlarından sonra gökyüzünde ışımaya başlayan güneşi görünce insan nasıl sevinmez ki! Çünkü bedeni ve ruhu üşümekten kurtulacaktır...
Güneş olup aydınlatanlar
Güneşi, kutsîleşen yani hakikatle bütünleşen iradesiyle hizmetine alabilmek, ‘pîr’ kişinin işi olsa gerektir!
Çünkü bu kulun mekânı, idrakimizin kabul edemeyeceği kadar geniştir. Güneş ise, “onun yolunun tozundan bir zerredir.” Pîr, bir zamanlar kendisi zerre iken, şimdi yaratılmış diğer varlıkları zerre haline getirebilen insandır.
Pîr kişi, imanın bütün derecelerini aşmıştır. O’nun zâtiyeti bir avcıdır; güneşi de, ay’ı da avlayabilir:
“İmanlı er, ‘lâ ilâhe illâllah’dan aşk ve heyecan alırsa, ay ve güneş, onun iradesi ve arzusu dışına çıkamaz.”
“Bu topraktan yapılmış beden içinde kalp uyanık ve zinde ise,
Senin basiretin, ay ve güneş aynasını kırıp atabilir.”
“Sabahı, yıldızları, şafağı, ay ve güneşi
Derinleşen görüşle satın almak mümkündür.”
Kendi kemendiyle güneşi avucunda tutabilen insan, onun enerjisini tasarruf edebiliyor demektir. Bu enerji, sanıldığından çok daha büyük bir güce sahiptir. Bu gücün iradesi, ancak ve ancak Yüce Rabbimiz’in lütfuyla gerçekleşebilir.
“Güneşteki muazzam enerji, 386 milyar kere milyar megawatt değerindedir ve bu enerji kaynağının nükleer füzyon olarak bilinen termonükleer reaksiyonlar sonucunda her saniyede 564 milyon ton hidrojenin, 560 milyon ton helyuma dönüşmesiyle açığa çıktığı bilinmektedir. Her saniyede açığa çıkan 4 milyon ton maddenin Einstein denklemiyle enerjiye çevrilmesi, yalnız güneşimizin değil, aynı zamanda tüm yıldızların enerji kaynağı olarak tanımlanmaktadır.” (Taşkın Tuna)
Bu seviyedeki bir enerji ile karşılaşmayı ister miyiz? Sonrasında yeniden yapılanacak olduğunu bilsek bile, varlığımızın yokluğuna hazır mıyız? Rochefoucald’ın “Kimse doğrudan güneşe ve ölüme bakamaz.” sözü pek çoğumuz için geçerli olsa da, bunu başarabilen irfan sahibi insanların her asırda olduğunu unutmamalıyız.
Her güneş nurunu O’ndan alır
Peki hangi güneşe döneceğiz? Güneş bir tane midir? Bilimciler, galaksi içinde bizim güneşimiz gibi 200 milyar güneşin var olduğunu söylüyorlar.
Güneş, hakikatin bir tezahürü ise o zaten vahdet mekânıdır. Bu mekânın sahibi, Hazreti Muhammed s.a.v.’dir. Güneş, Yüce Peygamberimiz’in nurundan değil midir? Bu mekânda yaşama lütfuna ermiş sakinlerin sayısı ise çoktur. İşte bu aşk yolcularından biri ne güzel söylemiş:
“Varlığım ve yokluğum senin ışığına borçludur.
Varlık bahçesinin bekçisi sensin.
Sen güzelliğin özü, ben ise senin resminim.
Sen aşk defterisin, ben ise senin anlamınım.
...Vücudum güneş ışığına muhtaçtır.
Senin parlaklığın ise güneşe muhtaç değildir.”
Bizler, hayatımızın seyrini belirleyecek şu kararı vermeliyiz: Bir odaya ışık veren lamba mı olmak istiyoruz, yoksa dünyayı aydınlatacak güneş mi? Lambanın da aydınlattığı mekâna göre bir değeri vardır ama bu değer, güneşin aydınlattığı alana göre kıyas dahi edilemez.
Akif İnan’ın Şehir Gazeli’nin mısralarında, “Doğ ey güneş erit taştan adamı / Ve kurut taşları diken elleri” şeklinde geçtiği üzere içimizdeki güneşimiz doğarsa, taşlaşmış kalbimizi, hatta böyle bir kalpten vücudun her tarafına dağılan kan ile taşlaşan bedenimizin bütünündeki beton kalıpları eritebiliriz. Böylece, en küçüğümüzden en büyüğümüze çevremizdeki bütün insanlar, bizim nazarımızda bir değer kazanırlar.
İnsan, güneşi buldum derken bazen gözden de kaçırabilir. Evet, bu duruma ağlamalıdır ama güneşi kaçırdım diye ağlarken yıldızları da görmemezlikten gelmemelidir. Hiç güneş batar mı? Güneş olanlar kaybolur mu? Onlar başka yerlerde serüvenlerine devam ederler. Biz ise akşam olunca güneşin battığını zannederiz. Ya uzayda olsak güneşi battı diye mi algılayacağız?
Güneş mumla aranmaz. Öncelikle insanın kendi kudretinin farkında olması gereklidir. Pek çok maneviyat büyüğünün söylediği gibi, varlığının derûnunu keşfedebilen insan, güneşin de, ayın da kendi önünde secde ettiğini görebilir. Yusuf a.s.’a güneş, ay ve yıldızlar secde etmemişler miydi? (Yusuf, 4)
Asıl ağlamamız gereken durum, bizler gibi, zamansız öten horozların halidir. İnsanın daha doğmadan güneşin doğduğunu sanmasıdır. G. Dumant’ın dediği gibi, “Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” İnsanın olgunlaşmasının önündeki en büyük yanılgılarından biri, güneşin doğacağı zamanı bilememesidir veya bu zamanı bekleyemeyecek kadar sabırsız olmasıdır.
Oysa güneş, gecemize öyle bir doğsa ki, onu yüreklerimizde taşıyabilsek... Gözlerimiz her sabah güneşi görebilme şevkiyle ufuklarda gezinebilse... Bu arzuyu ancak cennet hesabı yapmayan cennetlik insanlar taşıyabilirler. “Kalenderler göründükleri zaman güneşe, aya kement / Atıp elde ederler. / Halvet aleminde ise / Zaman ile mekânı kucaklamıştır onlar!”
Yeryüzünün en derin kuyusundan, zirvelerde taht kurabilen güneş dostu bu insanlara selam olsun!
SEMERKAND