Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Gladyo nedir? İnançla ilgisi varmıdır?

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Selamün aleyküm.

>'Çakıcı'yı dönmesi için ben ikna ettim'

Uzun yıllar Özel Harp’te ve MİT’te çalışan Yavuz Ataç, Gladyo'dan Alaattin Çakıcı’nın kullanıldığı özel operasyonlara ve Mehmet Eymür’ün iddialarına kadar birçok konuda açıklamada bulundu.
Türkiye Gladyo'yu ilk kez, 3 Mayıs 1990 günü üç İtalyan jandarmasının Kuzey İtalya'da, şüphelendikleri bir araçta arama yapmak için bagajı açmalarıyla başlayan olaylar sırasında duydu.

--------------------------------------------------------------------------------

Çok sayıda kitaba konu olan Gladyo, geçenlerde bir kez daha gündeme geldi; Özel Harp'te ve Milli İstihbarat Teşkilatı'nda (MİT) uzun yıllar çalışmış bir devlet görevlisinin, Yavuz Ataç'ın, Milliyet gazetesinde yayımlanan "Türkiye'de Gladyo'nun başıydım" sözleriyle.

MİT'in dış operasyonlardan sorumlu eski daire başkan yardımcısı olan Ataç, yarbay rütbesinde MİT'e girdi. 1986'da patlak veren MİT Raporu skandalından etkilenmeyen tek kişiydi. Mehmet Eymür ve Hiram Abas ayrılmak zorunda kalırken, o teşkilatta kalmayı başardı. MİT'ten kendi isteğiyle ayrıldığı güne kadar Sudan, Afganistan, ABD, Çin, Malezya, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve birçok Avrupa ülkesinde kurs gördü, görev yaptı.

Hanefi Avcı, Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede; Ataç'ın, arandığı sırada Tevfik Ağansoy'u yurtdışına kaçıran, Alaattin Çakıcı'yı koruyan ve yurtdışına giriş-çıkış işlerini organize eden MİT görevlisi olduğunu ileri sürdü. 1997'de Pekin'e idarî ataşe olarak gönderildi. Şenkal Atasagun'un MİT Müsteşarlığı'na gelmesinden sonra, Çakıcı'nın yakalanmasıyla üzerinden çıkan diplomatik pasaportun Ataç tarafından verildiği öne sürüldü. Ataç, bunun üzerine görev yeri olan Pekin'den geri çağırıldı.

27 Eylül 1998'de MİT'e verdiği dilekçeyle emekliye ayrılan Ataç hakkında; Çakıcı'ya "kaç" demek, kırmızı pasaport sağlamak ve çetelere yardım etmekten soruşturma başlatıldı. Yavuz Ataç'la, Gladyo'dan Mehmet Eymür'ün iddialarına kadar birçok konuyu konuştuk.

-Medyada, "Gladyo'yu ben kurdum" dediğinize ilişkin sözler yer aldı. Gerçekten Türkiye'de böyle bir organizasyon var mı? Bunu siz mi kurdunuz?

Gladyo, Türkiye'ye has bir tabir değil. İtalya'da ortaya çıkmış bir şey iken birileri bunu aldı, ülkemizdeki yapıya zarar vermek için Türkiye'ye monte etti. Gladyo diye tabir edilen ve Türkiye'de 'Özel Harp'e yakıştırılan, öyle sürekli sevk ve idare edilen organize bir yapı yok. NATO'nun askerî harekâtı, gizli servisleri ve gayr-i nizami dediğimiz unsurları için kurulmuş bir yapı var. Askerî harekâtlarda bunlar dikkate alınır. Türkiye harbe girdiğinde sadece ordu mu savaşacak? Hayır. Herkes üzerine düşen görevi yapacak. Türkiye işgal edilirse, işgal edilmiş topraklarda direnişi organizeli şekilde yürütmek ve bunun da hazırlığını şimdiden yapmak gerekir. Hazırlığı olmayan bir hareketin başarı şansı olamaz. Futbol takımı bile antrenman yapıyor. Dolayısıyla, bu kağıt üzerinde yapılan bir planlamadır.

-Kimlerden oluşuyor bu tür ekipler?

Burada görev alacaklar, barış zamanında belirlenir, ne yapacağı konusunda eğitilir. Sonra, o şahıs kendi hayatını yaşamaya başlar. Harp başladığında gördüğü eğitimi kendiliğinden yerine getirir. Bunun organik yapılanması da vardır. Onun da usulleri bellidir.

-Herkes bu organizasyona girebilir mi?

Buradaki yapı gönüllülük esasına dayanıyor. Gönüllü olmayanı bu işe alamazsınız. Elbette, başvuranlar hakkında "bu şahıs gerçekten iyi niyetle mi yoksa başka amaçla mı katılıyor" diye bir araştırma yapılır.

-Sizin göreviniz neydi?

Ben bu organizasyonun NATO makamları nezdindeki temsilcisiydim. "Sorumlusuydum" derken böyle bir şeyin yöneticiliği yok aslında. Ben, kendi bünyemizdeki organizasyonun karargah hizmetlerini belli bir süre yürüttüm.

-Özel Harp Dairesi'nde ve MİT'te çalıştınız. Bahsettiğiniz organizasyonun NATO'daki bazı toplantılarına katılıyordunuz. NATO'nun tehdit algılamalarının nasıl değiştiğini en iyi bilenlerin başında geliyorsunuz.

Bu çok derin bir konu. NATO'yu doğrudan hedef almam doğru olmaz. Ama burada bir husus var. 1979-1982 yılları arasındaki görevim, NATO'daki askerî misyon şefi koramiralin güvenliğini sağlamaktı. O tarihte Ermeni terörü çok üst düzeydeydi. "Bordo Bereliler" denilen birlikte yüzbaşıydım. Lisan imtihanına girdim. Yeterli notu alınca NATO'ya tayin ettiler. O sırada misyon şefi koramiralin hem emir subayıydım hem de güvenliğinden sorumluydum. Belçika mahkemelerinin kararıyla silah da taşıyabiliyordum.

-MİT'te çalışırken de Avrupa'da bulundunuz mu?

Evet. Çeşitli görev ve toplantılar vesilesiyle MİT'teki görevim başladıktan sonra da Avrupa'da bulundum. Gizli servislerin NATO bünyesindeki toplantıları sırasında bir ara İspanya'nın Sudan'ı gündeme getirdiğini hatırlıyorum. İspanya, daha sonraki yıllarda da çeşitli vesilelerle karşıma çıktı. Hıristiyanlık tarihi açısından çok önemli bir ülke.

-Ne diye gündeme geldi Sudan?

Bu toplantıların birinde İspanya, Sudan'daki terör kamplarını gündeme getirdi. Hem oradaki askerî istihbarat yetkilisini hem de MİT sorumlusunu aradım. Sudan'da terör kampları olmadığını söylediler bana.

-Hiç Sudan'da bulundunuz mu?

Evet. O dönemde Sudan'da İslamî bir yönetim vardı. Batı dünyası Sudan'ı tecrit etmişti. Ambargo uygulanıyordu. Onlar, bunların doğru olmadığını anlattılar bana. Bildiğiniz gibi "Medeniyetler Çatışması" diye bir tez var. İslam dünyasının hedef tahtasına oturtulduğu belli. Daha o yıllarda bunların temeli atılıyordu.

-Niçin?

Elbette, NATO'nun varlığı için. Çünkü, Varşova Paktı yoktu artık; komünizm bir tehdit olmaktan çıkıyordu.

-İspanya'ya düşen rol neydi peki?

Bu genel faaliyet çerçevesinde İspanya'ya özel bir görev düştü, o da bunu uyguladı. Aslında, İspanya ile Sudan'ın bir irtibatı yok. Sudan'da petrol var. Bu petrolü Çin ve Malezya çıkarıyor. Sudan, İslamî ağırlığı en çok olan bir ülke. Stratejik konumu ile İslam'ı Afrika'ya yayabilecek bir potansiyele sahip. Batı dünyası Sudan'ı tecrit edince, onlar da Malezya ve Çin'e yanaştı.

-Sudan'ın 22 yıldır bir iç savaş yaşaması tesadüf değil o zaman?

Sudan'ın güneyinde bir ayrılıkçı hareket var. Başında, John Garang isimli bir yarbay var. Bu adamın ABD'nin Özel Harp Merkezi'nde eğitim gördüğünü biliyorum.

-Mehmet Eymür, "Yavuz Ataç bomba uzmanı mı ki, Uğur Mumcu suikastinde olay mahalline gidip araştırıyor" diyor. Neden gittiniz oraya?

Uğur Mumcu'nun öldürülmesi Türkiye için çok önemli bir olaydı. Kendisi hassas konuları da ele alan bir gazeteciydi. Bu, ilgili bütün kurumları harekete geçirmesi gereken bir olaydı. MİT, bu tür olaylarda görevli olduğunu kabul etmiyor. Yazılı mevzuatında yok.

-Patlayıcılar konusunda uzman mısınız?

Bu konuda gerek Türkiye'de gerekse yurtdışında eğitim aldım. Bu bilgileri kendime saklamak için edinmedim. Öğrendiklerimi bir şekilde devletin hizmetine sunmam lazımdı. Ayrıca, bu olayın teknik açıdan nasıl yapıldığını yerinde görmek istedim. Bugün ona yapıldı, yarın bir başkasına yapılabilir.

-Olay yerindeydiniz yani...

Evet, o gün suikast mahalline gittim. Evini bilmiyordum. Polise sordum. Olay mahallini gördüm. Patlama sonrası araştırma eğitimi almış biriyim. Bunun nasıl yapılması gerektiğini biliyorum. O tarihte görevlilerin bu konudaki eğitim düzeyi düşüktü. Araştırmanın orada layıkıyla yapılamayacağı açıktı. İmkan bulamadılar. Bomba uzmanları iyi niyet ve özveriyle çalıştı. Oradaki resmi görevli arkadaşlarla da konuştuk. Kendilerine, gayr-i resmi geldiğimi söyledim.

-Sonra ne oldu?
 

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Akşam döndük geldik. Ertesi sabah, o tarihteki MİT Müsteşarı Sönmez Köksal beni odasına çağırdı. "Hemen emniyete git, Uğur Mumcu olayıyla ilgili bilgi al" dedi. O tarihte, teşkilattaki görevim bu tür bir olayı kapsamıyordu. Terör Şube Müdürü idim; ama bizim alanımızda değildi. Müsteşara, olay mahalline gayr-i resmi gittiğimi söyledim. "Durum nedir?" diye sordu. Ben de yeni bir bilgi olmadığını söyledim.

-Mehmet Eymür niye ve ne maksatla gitmiş diyor.

Böyle bir olayı bu şekilde değerlendirmek ancak art niyetli olabilir.

-Mehmet Eymür, MİT'e dönmesini, kontr-terörün başına geçebilecek tek kişi olarak görüldüğü için bizzat Şenkal Atasagun'un teklifi olduğu şeklinde açıklıyor.

Mehmet Eymür, 1988'de MİT'ten ayrıldı, 1994'te de döndü. O tarihte kontr-terör diye bir şey yoktu. Hatta, lafı bile edilmiyordu. Sonradan kendi icat ettiği bir şeydir. O tarihte teşkilatta yeni bir birim kurulması, özellikle dünyadaki gelişmeler sebebiyle gerekiyordu. Bu teşkilatın kurulmasında en önemli rolü ben oynadım.

-Nasıl oldu bu?

İç yapılanmada bir ihtiyaç hasıl oldu. Nasıl giderileceği soruldu. İlgili birimler birer rapor yazdı. Ben de yazdım. Neticede müsteşar, benim yazdığım uygulamaların yararlı olacağı düşüncesiyle "Bunları uygulayalım" dedi. Bunun üzerine neler yapılması gerektiğini yazdım. Neticede o özel birim kuruldu. Zamanla bu birimde Özel Harp'ten 20'ye yakın kişi görev aldı.

-Asıl amaç neydi bu yapılanmaya gidilirken?

Kuzey Irak'taki istihbarat faaliyetlerini yürütmekti. Bu birim kuruldu. Bir daireydi bu ve başında da ben vardım. Gayet de uyumlu çalışıyorduk, hiç bir sorunumuz yoktu.

-Burada tabii Adil Öngen boyutu var.

Adil Öngen benim delikanlılık döneminden arkadaşım. 17-18 yaşlarında askerî lisede okurken, benim mahalle arkadaşlarımdan birkaçının samimi arkadaşıydı. O dönemde tanıştım. Kendisi bankacı olmuş. 20 yıl boyunca görüşmemişiz. Sonra kendisiyle bir yerde buluştuk. Benim bağlantılarımı görünce, "Bazı şeyler yalıda biter" dedi. O tarihte basında Çiller'e yönelik bir kampanya var. Kişilere hizmet etmediğimizi söyledim.

-Ne oldu sonra?

Ben bunu reddedince, Adil Öngen bu kez Mehmet Eymür'le temas kuruyor. Eymür'ü, Özer Çiller'le tanıştırıyor. Eymür, öyle MİT'e girdi. "Beni Şenkal önerdi falan" diyor. Bunu Şenkal Atasagun ile de görüştüm. Kendisi aracı olmuş, ama şu amaçla: Mehmet Eymür "Dev-Sol'un ölüm listesindeyim. Tehdit alıyorum" diyor. Şenkal Atasagun, "Biz onu korumak için MİT'e aldık" dedi. Burada enteresan bir şey var. Hiram Abas dışarıda kalıyor öldürülüyor. Mehmet Eymür korunmak için MİT'e alınıyor.

-Eymür'ün MİT'e geleceğini nasıl öğrendiniz?

Sönmez Köksal beni çağırıp, Eymür'ün geri döneceğini söyledi. Bir şey söylemedim. Bizim birimin başına geçeceğini söyleyince, bunu kabul edemeyeceğimi belirterek, "O zaman ben ayrılayım" dedim. Sönmez Köksal'ın söylediği aynen şudur: "Üzerimde baskı var. Gelecek. Rica ediyorum, sen de kalacaksın ve yetkili olacaksın." Hatta bana bir de unvan uydurdular: Yardımcı Daire Başkanı. Halbuki, öyle bir unvan yok. Böyle bir unvan uydurup Eymür'ün iki numaralı adamı konumuna getirdiler. O tarihe kadar Sönmez Köksal'la son derece uyumlu faaliyet yürüttük. Hiç bir sorun yoktu. Eymür'ün dönüşüyle sorunlar yeniden başladı. Asala operasyonları falan diyor. Nuri Gündeş'ten, Şenay Gürvit'ten bahsediyor. Niye onlar yürütmüş? Operasyoncu ise o zaman kendisinin yürütmesi gerekirdi.

-Eymür, Öcalan'ın ortadan kaldırılması için taşeronlara yüklü paralar verildiğini söylüyor. Hatta o tarihte PKK kampları ve Öcalan’ın kaldığı yer bilinmiyormuş. Bunlara ne diyeceksiniz?

Mehmet Eymür, 6 sene dışarıda kaldıktan sonra teşkilata dönmüş biri. Ondan çok önce sadece Öcalan'la ilgili değil, PKK ile ilgili son derece kapsamlı çalışmalar yapıldı Kuzey Irak'ta. Ben öteden beri bu tür işlerde taşeronların kullanılmasına karşıyım. Dünya kadar paralar verildiğini söylüyor. Hiç öyle paralar verilmedi. Birtakım masraflar yapıldı. Bu adamları da biz kendimiz bulmadık. Ya cumhurbaşkanı, ya başbakan ya da yetkili birileri gönderdi. Bu insanlarla görüştüm ve çoğunu da reddettim. Bir iki kişi oldu. Çok da faydalandık. Çok cüz'i miktarlarda masrafları verildi. Kendisi çok daha fazla para sarf etmiştir bu işlere.

-Ancak Eymür'ün geçmişinde iki önemli operasyon var. Biri Savaşman, diğeri de Turan Çağlar'a suç üstü olayı...

Ben o tarihlerde teşkilatta değildim, ama bu olaylara da temkinli yaklaşıyorum. Elimde belgeler yok. Bütün teşkilatlara sızmalar olur, olmuştur. Hiç kimse ile ilgili kesin bir bilgim yok. Ama kimisi bizden bilgi almak, kimisi de iç yapıyı sabote etmek için kendisi bile farkında olmadan başka güçlere hizmet edebilir.

-Birinci Körfez Savaşı'nda Kuzey Irak'taki göreviniz tam olarak neydi?

Müttefiklerimizin Irak'taki operasyonlarının Türkiye üzerinden yürütülenlerinin koordinasyonuydu. Amerikalıların 38. paralelin ötesinde yürüttükleri istihbarat operasyonlarında irtibat noktalarına tayin edildim. Biz de millî politikalarımız çerçevesinde yardım ediyor ya da etmiyorduk. Amerikalıları iyi tanırım. Onları epey tahdit ettim. O sıralarda Amerikalıları Ankara'nın doğusuna geçirmezdim. Bize ihtiyaçlarınızı söyleyin, yerine getiririz derdim. Bütün görüşmelerimizi Ankara'da yapardım. Kuzey Irak'taki tüm görüşmeler bizim gözetimimizde olurdu. Amerikalıları pek rahat ettirmedik yani. Mehmet Eymür daha sonra beni by— pass etti. Buradaki faaliyeti kendi yürütmeye başladı.

-İspanya'nın bölgeye özel bir ilgisi olduğunu söylüyorsunuz?

Birkaç tane unsur var. Amerikalılar Kuzey Irak'tan Türkiye'ye gelen mülteciler arasından kendilerine hizmet edecek olanlara İspanyol vatandaşlığını garanti ediyordu. Acaba niye Amerikan değil de İspanyol vatandaşlığını garanti ediyor? Sonra bu 10 bin Kürt peşmergesi niye Guam adasına götürüldü? Bunlar hep manidar konular. Ayrıca İspanyol büyükelçiliğinden birileri Birinci Körfez Harekatı bittikten sonra çok sık aralıklarla Erbil'deki üniversiteye niçin "ders vermeye" gidiyordu?

-Alaattin Çakıcı ile ilişkiniz nasıl başladı?

1984'te PKK faaliyeti başlamıştı. Gayr-i nizami harp usulleriyle faaliyet gösterdiği için PKK'ya yönelik çalışmaları, planlamaları büyük oranda Özel Harp Dairesi yürütüyordu. Bu sırada Özel Harp birliklerinin eğitilmesi görevi bana verilmişti. 1986'da Polis Özel Harekat Timleri'nin eğitilmesiyle ilgileniyorduk. Ben, Korkut Eken ve Kaşif Kozinoğlu bu görevi birlikte yürütüyorduk. Bu sırada İsrail'de de bir kurs gördük. Erkan Gürvit de benimle birlikteydi. 1987'de Hiram Abas, benimle görüşmek istedi. Ertesi sabah buluştuk ve bana yurtdışında yapılacak bir operasyonun yürütülmesi ile ilgili bir teklifte bulundu. 1986 mayısıydı. Korkut Eken'e konuyu açtım. Tamam dedi. Uygulama Şube Müdürü olarak görev benim şubem tarafından yürütülecekti.

Bir sene sonra 13 Mayıs 1987'de MİT'e katıldım. Mehmet Eymür bu sırada Daire Başkanı'ydı. MİT Müsteşarı da Burhanettin Bigalı'ydı. Şimdi burada üstüne basa basa belirtiyorum. Biz bu operasyonun gerçekleştirilmesini sağlamaktan sorumluyduk. Kimlerle gerçekleştirileceğini belirlemek ve planlamaktan değil. Bu operasyonun kimlerle gerçekleştirileceğini planlayanlar Mehmet Eymür ve dönemin MİT Müsteşarıydı. Ben o sırada teşkilatı tanımıyordum. Biz bu operasyonda görev alacak insanların eğitilmesinden ve görevin başarıyla tamamlanmasını sağlamaktan sorumluyduk.

Nitekim bu tür operasyonlarda aylarca süren tecrit süreci yaşanır. Alaattin Çakıcı ve dört arkadaş ile birlikte aynı ortamda aylarca birlikte yaşadık. Bu tür görev insanlara 'Git, ailenle helalleş, bir daha onları göremeyebilirsin' denir. Bu süreçte bu insanların güvenilir olup olmadıkları, sır verip vermeyecekleri de ortaya çıkar. O sırada Mehmet Eymür yine büyük bir tecrübesizlik örneği sergiledi. Hedefin fotoğraflarını bunların önüne attı. Acele etti. Çünkü tecrit süreci bitmemişti.

-Bu operasyonda görev alan diğer isimler kimlerdi?

Ben bu isimleri söylemeye mezun değilim. Aladdin Çakıcı'yı devletin yöneticileri açıkladıkları için artık isim vererek konuşabiliyorum. Biz bu arkadaşlarla yurtdışına hareket ettik. Ben hedef mahalline gittim. Keşif yapacaktım. Bir de baktım ki hedef mahalli mühürlenmiş. Yani hedef ülke operasyonu haber almış. Operasyon deşifre olmuştu. Gruba ya sızma olmuştu ya da operasyon bir şekilde karşı tarafa duyurulmuştu. Harekat güvenliği zedelenmişti. Çakıcı, benden haber bekliyordu. Operasyon ertelendi ve icra edilmedi. Alaattin Çakıcı, oraya kadar gönüllü geldiğine göre görev yapılmış kabul edilir. Suçlu olabilir. Hesabını verir. Nitekim ben o sırada Çakıcı'nın polis tarafından arandığını bilmiyordum. Türkiye'ye döndüğümüzde öğrendim. Öğrendikten sonra da kendisiyle konuştum ve onu ikna ettim. Derhal polise teslim oldu. Yargılandı. 1-5 sene kadar cezaevinde kaldı. Sonra tahliye oldu. Benim kızkardeşinin düğünü sırasında çekilen fotoğrafım, sabıkalı ama aranmadığı dönemde olmuştur. Alaattin Çakıcı, 1993 yılında yine teşkilatla bağlantılı bir şekilde yurtdışına çıktı.

-Görev neydi?

Bu görevi söylemeye yetkim yok. Çakıcı'nın bağlantılarını devlet biliyor. Böyle bir adamın yabancı servislerin eline geçmesine devlet müsaade etmemeliydi. Çünkü her ülke böyle bir adamın ne bildiğini bilmek ister. Eymür teşkilata dönünce Çakıcı'yı kendi özel işlerinde kullanmak istedi. Özel bazı talepleri oldu. Öğrendiğim kadarıyla Eymür, Çakıcı'ya arandığı dönemde de bazı vaatlerde bulunmuş.

Alıntı: http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=15465
 

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Derin devlet, Ağca, Gladyo-A.Bayramoğlu
18-01-2006 Yeni Safak
Ali BAYRAMOĞLU
[email protected]
Zaman zaman saflığım tutar. Daha doğrusu saflığım tutsun isterim. Ve böyle zamanlarda kimi açıklama ve tutumları ahlaken açıklamakta zorlanırım.

Genelkurmay'ın Gladyo açıklaması karşısında bu tür bir zorluk yaşıyorum...

Zira gazeteci tarihe tanıklık eder...

Nitekim 1997 yılında katıldığım bir Güneydoğu ziyareti sırasında sorduğum bir soru üzerine dönemin Genelkurmay Genel Sekreteri Tümg. Erol Özkasnak, "Susurluk ile Türk Silahlı Kuvvetlerini aynı kaba sokan vatan hainidir, JİTEM diye bir örgüt yoktur..." demişti...

Ne gariptir ki, ertesi gün Gürvil tepesindeki askeri birlikte bir itirafçıyla karşılaşmış, bu itirafçının "bir tek Diyarbakır'da rahat etmem, çünkü orada Cem Ersever'le birlikte JİTEM'de çalışmıştım..." sözlerine tanık olmuştuk, üstelik Özkasnak'ın önünde...

Şimdi "saf adamın ahlaki sorusu" şu:

JİTEM'in varlığından söz etmek vatan hainliği oluyorsa, ama JİTEM diye bir örgüt olmuşsa, bunu bile bile inkar eden, Türkiye'yi altüst eden bir gerçeğin üstünü örten yetkiliyi nasıl tanımlamak gerekir?

Vatan hainliği benim kullandığım tabirlerden değildir.

Ama gördüğüm şudur: Vatan kavramı, hainlik suçlaması bu ülkede gayrimeşru ilişkilerin paravanı haline gelmiştir. Ve bu, ülkeye akıl almaz derecede zarar vermektedir...

Değil mi ki, Kahramanmaraş, Sivas, Çorum katliamlarından 16 Mart 1978 hadisesine, Abdi İpekçi'nin katlinden Uğur Mumcu cinayetine, Çetin Emeç'in vurulmasından Hiram Abas'ın öldürülmesine, Ecevit'e yönelik suikastten Özal'a sıkılan kurşunlara, Vedat Aydın'dan Güneydoğu'daki Kürt aydınlarının yokedilmesine uzanan bir "faili meçhul hadiseler" ülkesidir Türkiye.

25 yıl öncesinden yola çıkıp, olup bitenlere bir bütün halinde ve uzak açıdan bakıldığında, "unutturan zaman faktörü" bir kenara itildiğinde ortaya çıkan tablo korkunçtur.

Bu kritik cinayetler ve hadiselerden bir tanesinin bile faili bulunamamış, bir tanesi bile aydınlatılamamış. Hemen hepsinin dosyaları küllenmeye bırakılmış, soruşturmalarda izler ya bir anda ortadan kaybolmuş ya "devlet sırrı" duvarına çarpmış ya da resmi kuruluşlar gerekli belge ve bilgileri yargıdan gizlemiştir.

Hadiseler; nedenleriyle failleriyle tahmin edilmiş, tekerrür etmeyeceğine dair garip bir inançla bu olaylara çözülmüş muamelesi yapılmıştır.

Her şeye rağmen ortada izini sürebileceğimiz çıplak bir gerçek var:

Birçok Avrupa ülkesinde 50'lili yılların ortasında kurulmuş, 80'li yıllarda tasfiye edilmiş, yasa ve denetim dışı, paramiliter Gladyo örgütleri...

Ama Türkiye gibi bazı ülkelerde gladyo, sistemin ruhuna o denli uygun düştü ki, iktidar kavgalarında, iç hesaplaşmalarda rol oynamaya, kullanılmaya devam etti. Böylece kökleştiler, sistemin parçası olma sınırını geçip, sistemin ana mekanizması haline geldiler. Bu, zaman zaman sistem dışına çıkmalarına, rant çeteleri kurmalarına yol açtı. Örneğin Ağar'ın sık ima ettiği, "vatan adına" ve "para için" ayrımı temelinde çatışmalar da bu yüzden yaşandı ve bu ayrım yüzünden sistem zaman zaman daraldı, içini sınırlı biçimde temizlemeye kalktı. Ve bu temizlik çabaları "münferit hadiseler" adıyla ünlendi.

Milli politikalar adına asayiş mantığının yüceltildiği bu düzende gayrimeşru resmi örgütlenme ve eylemler; kişileri aşan kurumlara sirayet eden, her sorumluyu suç ortağı kılan tavra, politikaya dönüştü.

70'lerde Batur-Gürler ile Türün-Sancar ekipleri arasındaki hesaplaşmada, yani ordu içi iktidar kavgalarında işkencelerle, sorgularla, kumpaslarla, sabotajlarla MİT ve Özel Harp Dairesi üzerinden aktif rol oynayan bu yapılanma değil midir?

O günlerdeki başrol oyuncularının, Susurluk skandalının önde gelen isimleri olmasının hiç bir anlamı yok mu?

Kıbrıs'ta Türk Direniş Güçlerini örgütleyen anlayış, yapı ve eylem tarzıyla, JİTEM'inki arasında paralellikler yok mu? Daha da öte bu konuda Veli Küçük, Korkut Eken gibi uzmanlaşmış kişiler yine iki dönemin de starları değil mi?

"Genelkurmay Başkanlığı bize bunları mı hatırlatmak istedi", diye düşünüyor, saf adam...

Genelkurmay kimi örgütler açısından hassas olabilir, biz de bu faaliyetler açısından hassasız...

Okumak istediğiniz dökümanın başındaki ataça tıklayın
Eymür: ''MİT'te suikast planlandı'', Basın Arşivi
'Ağca'yı kaçıracaksın dediler', Milliyet, Basın Arşivi
Ulusalcı kanatta Ağca çatlağı, Zaman, Basın Arşivi
Ortak adres Nevşehir-C.Dündar, Milliyet, Gündem Yazıları
Ağca, Şemdinli, derin devlet, Özel Harp-M.Yetkin, Radikal, Gündem Yazıları
Ağca’nın masrafları Çakıcı’dan, Zaman, Basın Arşivi
Ağca, Çelik, Çatlı, Şener ve Ötekiler...-E.Tuşalp, bianet.org, Gündem Yazıları
Gladyo ve Genelkurmay-A.Bayramoğlu, Yeni Safak, Gündem Yazıları
'Özel Harp'çinin tırmanış öyküsü-C.Dündar, Milliyet, Gündem Yazıları


Alıntı: http://www.savaskarsitlari.org/arsiv.asp?ArsivTipID=1&ArsivAnaID=30704
 

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Öncelikle kısa olarak gladyonun kısa tarihinden ve geçmişten günümüze gelişine kadar olan dönemi incelemek gerekirse;Gladio dünyada ilk ortaya çıkışı;1952 yılında amerikan ve ingiliz kontregerilla örgütlenmesi stay behind tarafından kurulmuştur,latincede kılıç anlamına gelmekte ve kurulduğu günden bugüne kadar da cıa tarafında finanse edildiği bilinmektedir.ingiliz ve amerikan gizli servisleri tarafından eğitilip,yetiştirilmiştir,bu örgüt çeşitli ülkelerde çeşitli isimlerle varlığını göstermiştir;italyada'GLADİO',Almanya da'Gehlen harekatı,sword,staybehind'yunanistanda'b8'belçikadâ'sdra8' ve böyle devam ediyor,varlık göstermiştir,Tabiki türkiyede kontregerilla olarak bilinmektedir,ve daha sonrada ÖHD olmuş ve devam etmektedir,şimdi soruya geri gelirsem eğer,bu örgütlerin bir kısmı faaliytlerine devam etmektedir,zamanında bu örgütle bağlantısı olan kişilerin isimlerinide bilmekteyiz,ve bakıldığı zaman Türkiyede de bu örgütler farklı isimlerle halen varlıklarını sürdürmektedirler,Dünyada bu konuyu çözüme kavuşturmuş ülke olacağınıda tahmin etmiyorum,sadece bu örgütlerin sessizlik dönemleri başladığına inanıyorum,tabiki aynı zamanda da bu örgütlerin devlet kontrolü altında da faydalı olduklarına amacı dışına çıkmdığı sürece doğru olduğunada inanıyorum,bu örgütün asıl kuruluş amacıda komünizm karşısında gerilla savaşı ile cevap verebilmek için kurulmuş fakat ilerleyen dönemlerde örgüt amacı dışına çıkıp çeşitli illegal yollara saparak dönemin yönetimleri ile şahsi çıkarlar için kullanılmıştır.

Alıntı: http://www.insanbilimleri.com/ekampus/mod/forum/discuss.php?d=
389

Bana tapınak şovalyelerini hatırlattı. Bunun kanuna uygun olduğunu söylemek, Bush' un yasasını kabul gibi birşey oluyor. "Tehdit teşkil eden islam ülkesine saldırırız." gibi. Okuduğum bir kitapda bu şekilde örgütleşmenin geri tepeceğini söyleyen bir müfettiş vardı. Kitabın sonunda geri tepti ve eşref bitlis gibiler öldü.
 

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
http://www.acikistihbarat.com/Dosyalar.asp?dosya=18
dosyayı indirmenizi tavsiye ederim. Yalnız ingilicedir. Çeviri yapabilen bir arkadaş önemli yerleri yazarsa faydası olabilir. Aslında ne olduğunu anlatıyor sanırım.
 

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Gladio'nun İ.T.'i İmralı'dan Ses Kaydına Başladı

www.acikistihbarat.com
28.12.2006

(Editörün Notu : Sizleri bu yazı ile birlikte, "Gladio'nun İmralı'daki İ.T.'i ile ilgili yeni sorular" başlıklı haberimizi de okumaya davet ediyoruz. )

----------------------------------------------------------------------------------------------

40 Bin canın katili Teröristbaşı APO, Roj Tv aracılığı ile dünyaya seslendi. 45 Dakikalık ses kaydı yayınlanan Öcalan, Türkiye'yi faşistlikle suçladı, tehditler savurdu. Teröristbaşı 45 dakikalık ses kaydını yaptığı cihazın İmralı'ya nasıl sokulduğu ve o ses kaydının İmralı'dan nasıl çıktığının cevabı aranıyor.

40 Bin canın katili Teröristbaşı APO, Roj Tv aracılığı ile dünyaya seslendi. 45 Dakikalık ses kaydı yayınlanan Öcalan, Türkiye'yi faşistlikle suçladı, tehditler savurdu. Teröristbaşı 45 dakikalık ses kaydını yaptığı cihazın İmralı'ya nasıl sokulduğu ve o ses kaydının İmralı'dan nasıl çıktığının cevabı aranıyor.
Danimarka'da yayınlarını sürdüren Roj TV, terör örgütünün sesi olmayı sürdüyor. Roj Tv, teröristbaşı Öcalan'ın sesi ile yaptığı açıklamaları yayınladı. Teröristbaşı Öcalan, ses kaydında Türkiye'ye tehditler savurdu.

45 dakikadan fazla süren ses kaydının için gereken cihazın, dünyadın en güvenli cezaevlerinden biri olarak tabir edilen İmaralı'ya nasıl sokulduğu, ve kayıt yapıldıktan sonra nasıl çıkarıldığı merak konusu.

Cumhuriyet Başsavcılığı'na konu ile ilgili suç duyurusunda bulunan Haber34.net bu konuşma kayıtlarının hangi tarihte yapıldığı ve nasıl dışarı çıkarıldığını araştırmaya devam ediyor.

Öte yandan ne Roj Tv, ne de Adalet Bakanlığı Teröristbaşı'nın ses kayıtlarının kim tarafından dışarı çıkarıldığı konusunda bilgi vermedi.

Elimizdeki ses kayıtlarının Teröristbaşı Öcalan'a devlet eli ile mi yaptırıldığı yoksa gizlice mi kaydedilip, çıkarıldığı bilinmiyor.

(Terörle Mücadele Yasası'nın ilgili hükümleri gereği ses kaydını ve içeriğini burada yayınlayamıyoruz. Ancak haberin doğruluğu adına 20 saniyelik görüntüyü yayınlayabiliyoruz)

http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=6214
Alıntıdır.
 

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Sevgili Gladio;

Arayı açtığımın farkındayım.

12 Mayısta, "Bunlar Reklam Kokan Hareketler" başlıklı mektuptan bu yana bir satır olsun hatırını soramadım.

Aslına bakarsan;

Sen öyle bir kaç el bombası ile idare etmezsin...

Koskoca Uğur Mumcu'yu C-4'le parçalayıp;

olayın tek görgü tanığını Reha Muhtarın karşısına oturtup rezil ettikten sonra ortadan kaybeden;

ve sonrada yüzbinleri sokağa döküp İran'ı hedef tahtasına oturtan sen nerede...

Cumhuriyet'in bahçesine bir kaç el bombası atıp;

"İstanbul Üniversitesi'nde 31 Mart provası" gibi hikayeler eşliğinde;

Internet'te dolaşan bir kaç e-posta ile kotarılmaya

çalışılan "Millet Uyanıyor" mitinglerinden medet uman sen nerede.

Sana daha büyük bir şeyler lazım Gladio...

Reklam kokan hareketlerin artık kimseyi tatmin etmiyor...


şeklinde yazdıktan bir hafta geçmeden peydahladığın Danıştay saldırısı sonrasında açıkcası korkmadım değil.

Kendi kendime evham yaptım. Seni beceriksizlikle ve eski günlerini aratmakla suçlamakla hata ettiğimi düşündüm.

Neticede; "kurtarıcı" psikolojisine sahip salakları tespit edip,

bunları "kurtarıcı-mesih" propagandasına hakim cemaatlerin bünyesinden geçirip;

öbür tarafta da OYAK'ın "şans eseri" bozulan kamera sistemlerinin şahitliğinde cinayet işletmek bir yana;

(Bkz: " kamera kayıtları silinmiş" demeci ile OYAK'ın kamuoyuna teknik bir konuda doğruyu söylememesi ve bünyesinde, kayıtların silinemeyeceğini, silinse bile geri elde edilebileceğini çok iyi bilen elemanlar bulunan Emniyet'in; cinayet mahallinde kanıt olan bu sistemleri incelemek yerine, bir ulusalcı cadı avı başlatması)

Bir de cinayetten sonra;

dezenformasyon "tabloidine" dönüşen Türk medyasını bir "ulusalcı çete" hikayesi peşinden koşturman açıkcası uzun zamandır çıkardığın en kaliteli işlerden biriydi.

En çok da Nuh Gönültaş'a;

"Açık İstihbarat, VKGB gibi Ergenekon bağlantılı oluşumlar"

cümlesini yazdırtıp, bizi ülkeyi bölmekle suçlamana ve Ata ismini taşımaktan utanmayan emekli bunaklar aracılığı ile kurdurttuğun taşeron yapılarla bir tutmana çok güldüm.

Duygulandım; bizi ihmal etmemişsin.

Nuh'a gidip kaynağını sorduğumda; hakkını yememek lazım, seni açığa vermedi.

Neyse; sonra gazetesindeki bir Gözlemci arkadaş aracılığıyla Nuh'a bu cümlenin hangi emniyetli kaynaklardan yazdırıldığını öğrendik de içimiz rahatladı. Yabancı değilmiş.

Karşımızdakini gazeteci yerine koyup; tekzip bile yolladık ama yayınlamadı.

Öyle; delikanlıca "yayınlamayacağım" deyip, yayınlamamaktan sözetmiyorum...

takiyyenin uzmanlık olarak öğretildiği o cemaat mensuplarına has riyakarlık çizgisinde kendince dans ederek; "yayınlayacağım" deyip, yayınlamadı.

Sonuçta bir insanın önce adam, sonra gazeteci olması gerektiğini bir kez daha teyit ettik. Soğumaya bıraktık...

Hazır seni bulmuşken şikayet ediyim :

Şu bazen parayla, bazen dezenformasyonla beslediklerine nezaket öğret, asalet öğret...en azından kaliteli şekilde taklit edebilecekleri kadar.

Nuh'a daldık, tufanı unutuyorduk...

Bu mektubun esas amacı yeni oluşumunu
"tebrik" etmekti.

LOBİ isimli yeni bir örgüt; moda tabirle "oluşum" kurmuşsun.

İsmi şık olmuş...

Pentagon'un Irak'ta özgür medya yaratmak için yarattığı PR (Halkla İlişkiler) şirketleri boş durmuyor tabi...

Nerede Saadettin Tantan'ı o hayvanat bahçesini andıran operasyon adları; nerede "LOBİ".

Amerika görmüş adam başka oluyor tabi.

Yalnız ufak bir sorunun var.

O çok parası ve gücü olanların hatasını yapıp; hızlı ve aşırı hareket ediyorsun.

Ortalık; üniversitelerden, "akademilere" özel "terör"/"psikolojik harp" eğitimi verdiğin adamlarla doldu ve takdir edersin ki; bir anda hepsini sahaya salınca elimiz kolumuz çarpıyor.

Üniversite kampüslerinde FBI üzerinden, "Terörle Mücadele Kursları" kurup, adam eğitmek başka...

Adamlarının çok ufak hatalarla kendini belli etmesi başka.

Geçenlerde bir tanesi belindeki özel telsizin sesini kısmayı unuttuğu için yakalandı bizim arkadaşlara.

Diğeri ise orada burada, "yaklaşık 1000-2000 kişiyiz" diye diye dolaşıyor.

İnce çalışıyorsun.

Kamunun geneline; alt kamu segmentlerine (bürokrasi, v.s.) yönelik çalışmalarından sonra;

özellikle "milli/ulusal cephede" mikro operasyonlara giriştin.

Üşenmiyor; 50 kişinin katıldığı genel toplantıları da, 10 kişinin katıldığı dernek yönetim toplantılarını da ihmal etmiyorsun.

Ne bulduysan...çaycı da oluyor, öğretim görevlisi de...

Nasıl olursa...

kafada kültablası da patlatabiliyorsun;

toplantı mekanını kasaba mitingi zannedip, abartılı "bravo" alkışları ile bir ismi ön plana çıkartmaya çalışırken de görülebiliyorsun...

Kürtlerin mikro milliyetçiliğini bir yere getirdikten sonra, artık Türk Milliyetçiliğini mikro parçalara bölme saplantısı oluştu sende.

Sevgili Gladio;

Bu sürekli "böl-parçala-yönet" paradigmasından sıyrılamadın gitti.

Yöntemlerin daha bir fiyakalı,
gereçlerin daha bir teknolojik,
kod adların daha bir "post-modern"

ama sürekli gelip takıldığın nokta aynı be güzel kardeşim :

"Böl, parçala, yönet"...

Sen böldükçe, biz birleştirmeye çalışıyoruz...

Sıkıldık.

Seni kendi derdinle uğraştırıp, Millet'in ensesinden düşmeni sağlayacak yöntemler yok mu sanıyorsun?

Her yerde kolların olmasının seni aynı zamanda hem güçlü, hem de zayıf kıldığının farkına varmıyor musun?

"Bu ülkede milliyetçi bir dalga olacaksa onu da biz yönetiriz" takıntısının seni bir yere vardırmayacağını görmüyor musun?

En önemlisi;

bu ülkedeki insan kalitesi sorununun senin de başına bela olacağını anlamıyor musun?

Danıştay'da kullandığın salak da;

İmralı'da beslediğin İ.T.'de;

çamur atmak için kullandığın gazeteci de;

yeni peydahladığın LOBİ'nde...

hep aynı dertten muzdarip.

KALİTE.

Kalitesizliği üzerine bolca medya, para, imaj döküp nereye kadar gizleyebilirsin.

Bu devletin her kurumuna monte ettiğin o alçı kafaların;

hani o "büyük resim" uğruna küçük adam heba etme uzmanlarının, kalitesizlikleri ile, seni iliklerine kadar deşifre etmesinden hiç korktun mu?

Sana bir dost tavsiyesi.

Kork.

Kork ki; o kibirli, agresif, fütursuz tavrından bir an önce sıyrılırsın...

Kork ki...

Kaliteni yükseltesin...

Kork ki...

Düşmanımıza saygı duyalım...

Bu halinle bizim için ancak ZAM-AN meselesisin.

B.G.
Bir siteden alıntıdır.
 

yýldýz

New member
Katılım
22 Ağu 2006
Mesajlar
1,359
Tepkime puanı
8
Puanları
0
Selamün Aleyküm.

Kendilerini tüm dünyaya “Dostluk ve Kardeşlik” örgütü olarak tanıtan masonların, gerçek niyetleri ve hedefleri her zaman tartışma konusu oldu. İnsancıl amaçlar için faaliyet gösterdiği söylenen örgütün üyeliğe kabul töreni sırasında ettirdiği yemin bu söylemin ne kadar gerçekdışı olduğunu gözler önüne sermektedir:

“Kalbim göğsümün sol tarafından, dilim ağzımın dibinden koparılacak; boğazım kesilecek; vücudum vahşi atlar tarafından parçalanacak; med ve cezirin aktığı bir noktada deniz kumunun içinde 24 saat gömülecek; sonra kül oluncaya kadar yakılıp dört rüzgârın estiği bir yerde havaya atılacak ve böylece hatıram tamamen kaybolmuş olacaktır. Tanrı yardımcım olsun.”

Gizemli yapısı nedeniyle tarihin her döneminde büyük merak uyandıran bu uluslararası örgütle alakalı bir diğer önemli soru işareti de farklı din, mezhep, ırk ve ideolojiye mensup kişileri nasıl bir dünya görüşü ve felsefe etrafında toplanabildiğidir.

Bu tür sorulara “her dine ve düşünceye kapılarının açık olduğu” cevabını veren Büyük Üstatlar kurumlarının neden Papalık tarafından yasaklandığı sorusunu ise yanıtsız bırakmaktadır.
Papa XII. Clement'in 1738 yılında yayımladığı “In Eminenti” isimli bildirisi bu anlamda büyük bir öneme sahiptir. Papa XII. Clement bu bildiriyle masonluğu lanetlerken, örgütün din karşıtı bir yapılanma olduğu uyarısında bulunmaktaydı. Masonların “Milletleri ve devletleri tasfiye etmeyi” amaçladığını söyleyen papalık açıklamasında örgütün dini duyguları değil,
“Biraderlik” adı verilen garip bir dayanışmayı esas alması eleştiriliyordu.


Masonluğun temel prensiplerine göre, üst düzey görevlerde bulunan bir birader eğer bir yönetici tayin etme yetkisine sahipse tercihini kesinlikle bir masondan yana kullanmak zorundadır.

Örgüt bu nedenle kadrolaşma konusunda kendisine rakip olabilecek her türlü düşünceyi ve onu temsil eden kadroları tasfiye etmeyi ilk hedef olarak görmektedir. Bu hedefe gerçekleştirmeyi getirecek her türlü yol da mubahtır.

Masonlar orduyu nasıl ele geçirdi?
Fransa eski Başbakanı Waldeck Rosseau 1904 yılının Eylülünde önemli ziyaretçiler ağırlamaktadır.

Aralarında emekli generallerin de bulunduğu bir grup üst rütbeli subay eski başbakanın evinde çok önemli bir konuyu görüşmek için toplanmışlardır. Ele alınan konu 1892 yılında uygulamaya konulan personel genelgesidir.

Bu genelge ile ordu içindeki mason subayların korunduğu ve bunların layık olmadıkları halde üst rütbelere kısa zamanda terfi ettirildiği fark edilmiş ve bu durum subaylar arasında ciddi rahatsızlık meydana getirmiştir. Bu sürecin silahlı kuvvetlerin hiyerarşisi ve disiplinini de olumsuz etkileyeceğinden endişelenen Rosseau soluğu hemen halefi Başbakan Emile Combes'in yanında alır. Kendisi de üst dereceli bir mason olan başbakan konuyla yakından ilgileneceği sözünü verir.

Görüşmenin hemen ardından mason locası üyesi olan Savunma Bakanı General Louis Andre'yi yanına çağıran Combes dikkatli harekete edilmesi hususunda kendisini uyarır.

Bu gelişmeler yaşanırken Waldeck Rosseau'nun destek verdiği milliyetçi harekete mensup bir milletvekili, Cadet Sokağında bulunan Grand Orient De Frence (Fransız Büyük Locası) arşivini ele geçirdiğini açıklar.

Fişlerin elinde olduğunu açıklayan milliyetçi cephenin açıklamalarını ciddiye almayan mason locası üyeleri belgelerin açıklanması üzerine büyük bir panik yaşarlar. Fransız kamuoyunda büyük infiale yol açan bu belgelerde çok ilginç bilgiler yer almaktadır.

Subaylar nasıl fişlendi?
Üst düzey bir masona büyük paralar verilerek elde edilen belgelerde ülke yönetiminde söz sahibi isimlerle ilgili çarpıcı bilgilerin yanısıra ülkenin milli güvenliği açısından büyük öneme sahip kurumlardaki masonik yapılanma da ortaya konulmaktadır.

Masonların örgütlenmeye büyük önem verdikleri kurumların başında Fransız ordusu gelmektedir.

Ordu içinde kadrolaşabilmek için komuta kademesinde yer alan tüm isimlerin yanı sıra harp okullarındaki askeri öğrenciler bile yakın takibe alınmıştır.

Açıklanan belgelere göre masonların subaylarda dikkat ettikleri ilk husus dine bağlılıkları ve dini törenlere katılıp katılmadıklarıdır.

Masonların subayları kategorize ederken kullandıkları sistem ise gerçekten çok dikkat çekicidir. Subaylarla ilgili her fişin yanında "Kartaca" ya da "Korent" işareti bulunmaktadır.

“Kartaca” işareti her konuşmasını "Kartaca yıkılmalıdır" diyerek bitiren ve sonunda Kartaca devletinin tarihten silinmesine neden olan ünlü Romalı hatip Marcus Cato'nun anısına olsa gerek meslekten atılması istenen vatansever subaylar için kullanılmaktadır.

“Korent” işareti ise Yunan- Iran savaşlarına atıfla kahramanlar gibi omuzlarda taşınması istenen mason subayları sembolize etmektedir.

Yıllar sonra Fransız Büyük Mason Locası üstadı Fred Zeller bu konuyla ilgili tarihi bir itirafta bulunur:

“Kesinlikle bilmenizi isterim ki bu fişler Savunma Bakanlığı'nın talebi üzerine tutulmuştur.
Önemli bir bölümü Cizvitlerden oluşan ordu kadrolarının sadakatinden duyulan endişe üzerine bu işe girişilmiştir. 1914 yılında kazanılan Marne zaferi muhtemelen ‘Fişlerin' ordunun sadakatini güvenceye alması sayesinde kazanılmıştır.”

Bu durumda akla ilk olarak “Koskoca Fransız ordusunun sadakatini kontrol edecek başka mekanizma kalmadı mı?” sorusu geliyor.

Öyle ya, Büyük Üstad'ın söylediklerine bakılırsa masonlar olmasaymış maazallah Fransa Birinci Dünya Savaşını bile kaybedebilirmiş!

Milliyetçi subaylardan endişe eden bir Genelkurmay Başkanlığı'nın “gayri-milli” ve “gayri-dini” bir örgüte milli güvenliğini emanet etmesinin nasıl bir mantığı olabilir ki? Bütün bu sorulara cevap verecek makam Fransız genelkurmayıdır.

Ancak buradan çıkarılacak öncelikli ders masonların hedefe ulaşmak için hangi yolları kullandığının ortaya çıkmasıdır.

1980'lerde İtalya'yı çalkalayan "P2 Mason Locası" skandalı, masonluğun bu ülkede mafya ile iç içe olduğunu, loca yöneticilerinin silah kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, kara para aklama gibi isler yürüttüklerini, rakiplerine veya kendilerine "ihanet" edenlere suikastlar düzenlettirdiklerini ortaya çıkarmıştı.

1992'de yine Fransa'da gündeme gelen “Büyük Doğu Locası Skandalı” ve hemen ardından 1995 yılında İngiltere'de patlayan “İngiliz Temiz Elleri” operasyonlarının tümünde mason localarının kilit merkezler olması masonların "hümanist ahlak" kavramının sadece sözde kaldığının göstergesidir.

Yaşanan tüm bu olayların ülkemizdeki birtakım olaylarla da ilgisi olduğu görülüyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin mensuplarına Mason, Lions ve Rotary derneklerine üye olmayı yasaklanmasının bu konuyla ilgisi olabilir mi? Sanırım biraz düşünmekte fayda var.
http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=6182
-------------------------------------------------
Yazıyı toparlarsak,
> Kökten dinci hareket var diyerek masonik yapılanma dışındakileri atmak. Yani yukarda alınan kararları uygulamak.
> "Biz sadece onların mevkinden faydalanıyoruz."
> "Onlar, biz Deccal' in ekmeğinden yiyorduk, onunla beraber değildik derler."
> "Onların kalplerinde düşmanlık vardır, fakat sana dost gibi görünürler"
Yani birbirlerine de düşmanlardır.
 
Üst Alt