Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Fatihanın Tefsirini Birde Bu Açıdan Okumak

  • Konbuyu başlatan mettin
  • Başlangıç tarihi
M

mettin

Guest
Birinci Bölüm

Genel açıklama:

Gayet açık ve net anlamlı yedi ayetten, yani yedi cümlecikten oluşan fatiha suresi hakkında; ünlü tefsircilerimizden İmam-ı Razi 250 sayfa, İbn-i Kesir 114 sayfa, Elmalılı Hamdi Yazır ise 104 sayfa açıklama yapmışlardır. Bu açıklamalarda,

Surenin bir kere mi yoksa iki kere mi ve nerede indiğini,

Surenin başındaki “Besmele”nin ayet olup olmadığı ve “Besmele”nin önemini,

Surenin kıraat (okunuş) farklılıklarını,

Surenin okunuşunda “istiaze”nin gerekip gerekmediğini,

Surenin namaz ile ilişkisini, olursa olmazları ve olmazsa olmazları,

Sureyi okumanın fazilet ve sevaplarını,

Surenin diğer isimlerini,

İsm-i A’zam’ın (Allah’ın en büyük ismi) neler olabileceğini, neler olamayacağını bin bir rivayetle açıklamaya çalışmışlar ve sonuçta Kur’an’ı anlamak ve anlatmak üzere yazılmış olması gereken bu eserlerde, Fatiha suresinin Kur’an ve İslâm’daki gerçek yeri ve esas mesajı yukarıdaki konular arasında kaybolup gitmiştir. Dolayısıyla bu eserler, insanların Kur’an’ı anlamaları açısından âdeta birer engel konumuna gelmişlerdir. Aslında Kur’an’ı anlatmak için yazılmış her kitap Kur’an ile okuyucu arasına konulan birer engeldir. Kur’an’ı anlamak isteyen herkes ilk müslümanlar gibi direkt olarak Kur’an’ı okurlar ve anlarlar. Kur’an için en güzel tefsir Kur’an’dır.

Fatiha suresine verilmiş olan isimler:

Taşıdığı özellikler dikkate alınarak sureye aşağıdaki isimler verilmiştir:

Mushaflar ve namazdaki okuma bu sure ile başladığından, “فاتحة الكتاب Fatihat-ül Kitap” suresi ya da kısaca “الفاتحة Fatiha” suresi (Fatiha, açış, başlayış demektir).

Yedi ayetli olduğundan ve hem Mekke’de hem de Medine’de indiği rivayetlerine dayanarak, “السّبع المثانى es Seb’ul Mesani” suresi.

Başında “الحمد hamd” sözcüğü bulunduğu için, “Hamd” suresi.

Namazda okunurken diğer sureler gibi bölünmediğinden, “الوافية el Vafiye” (Tam olan) sure.

Başka surelerin yerini tuttuğu, ama diğer surelerin bunun yerini tutamadığı gerekçesiyle, “الكافية el Kâfiye” (Yeten) sure.

İslâm inancının temelini oluşturan ilkelerden bahsettiğinden, “الأساس el Esas” (Temel) sure.

Şükür manası içerdiğinden, “الشّكر Şükür” suresi.

İçinde istekler mevcut olduğundan ve “Allah şöyle buyurdu: Beni zikretmesi, benden bir şey istemesine engel olan kimseye, isteyenlere verdiğimin en iyisini veririm” sözde rivayetine (Müslim, Salât 38; Tirmizi, Tefsir 2) uygun düştüğünden, “السّئال es Süâl” (İstek) suresi.

Bir kısmı dua anlamında olduğundan, “الدّعاء Dua” suresi.

En sağlam hadis derlemecisi olduğu kabul edilen Buhari’de bile yer alan ve tam bir mizah örneği olan; okunduğunda yılan-akrep sokması sonucu meydana gelen zehirlenmelere şifa olduğu ve bayılmışlara okunduğunda ayılttığı yolundaki rivayetlere dayanarak, “الشّفاء Şifa” veya “الرّقية Rukye (Nuska)” suresi.

Namaz Fatiha’sız olmadığından ve aşağıda açıklayacağımız Ebu Hüreyre rivayetine dayanarak, “الصّلاة es Salât” (Namaz) suresi.

Kur’an’ın bütünü içinde yer alan iman, amel (kişisel işler), muamelât (toplumsal işler), ahlâk, kıssa (peygamber hikâyeleri), inzar (uyarma) ve tebşir (müjdeleme) gibi konuları öz olarak içerdiğinden, “امّ القرأن Ümm-ül Kur’an” (Kur’an’ın anası) suresi.



Yukarıdaki isimlere ek olarak Fatiha’nın bugünkü işlevi dikkate alındığında bu sureye “Ölü” suresi, “Mezarlık” suresi, “Türbe” suresi gibi isimler vermekte hiçbir sakınca yoktur.(!)

Bize göre yukarıdaki isimler arasında itibar edilecek olanları; “Fatiha”, “Hamd” ve “Ümm-ül Kur’an” isimleridir.

Fatiha suresini anlamak için önerdiğimiz yol:

Biz bu sureyi peygamberimiz gibi, onun arkadaşları gibi, hatta Mekke müşrikleri gibi anlamak için, Kur’an ile anlama yöntemini önermekteyiz. Şöyle ki:

Bilindiği gibi Fatiha suresi Mekke’de ve 5. sırada inmiştir. Yani bu sure indiği sırada, Kur’an ve İslâm adına iman edeceğimiz sadece dört sure (Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir) mevcuttu.

Rabbimiz;

Alak suresinde, peygamberimiz ile muhatap oldu, onu peygamber yaptı ve ona Rabbi adına okumasını emretti,

Kalem ve Müzzemmil surelerinde, onu eğitti ve hizmete hazırladı,

Müddessir suresinde ise, ona üniformasını giydirdi, teçhizatını kuşandırdı ve “KALK. HEMEN UYAR! VE RABBİNİN EN BÜYÜK OLDUĞUNU İLÂN ET!” diyerek göreve çağırdı.

Dikkat edilirse bu dört surede Rabbimiz hep peygamberimizi muhatap almıştır. Peygamberimiz ise bu olanları henüz kimseye söylememiştir.

Fatiha suresi ise, Rabbimizin insanlara ilk beyanıdır, ilk açıklamasıdır. Peygamberimiz de bu mesajı Rabbi adına okuyarak, Rabbinin en büyük olduğunu ilân etmiş ve insanları uyarmıştır.

Biz bu çalışmayı yaparken sadece Kur’an ayetleri ile yetinmeye ve hangisinin doğru hangisinin düzmece olduğunu bilmediğimiz bir çok rivayetten uzak durmaya özen gösterdik. Ancak burada konunun daha iyi anlaşılabilmesi açısından faydalı olabileceğini düşündüğümüz bir rivayeti, (tevhit açısından da sakıncası olmadığından) tarih belgesi niteliği taşıması nedeniyle sunuyoruz.

Rivayete göre; “Kalk. Hemen uyar! Ve Rabbinin en büyük olduğunu ilân et!” emrini alan peygamberimiz Safa tepesine çıkmış ve “Ya sabahâh! Ya sabahâh!” diye seslenmiştir. (Bu ifade o günkü toplumda, bir nevi “Dikkat! Dikkat! Beni dinleyin!” anlamına gelen bir çeşit anons olup savaş gibi önemli duyurular yapılacağı zaman kullanılırdı.) Bu davete gelenlere; “Ey Abdülmuttalib oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Şu dağın arkasında size saldırmak isteyen bir süvari birliği var desem, bana inanır mısınız?” dedikten sonra, onların “Evet!” cevabı ile kendisine duyulan güveni teyit ettirten peygamberimiz, topluma mesajı iletmiştir:

Ey insanlar! “Rahman ve Rahîm Allah adına” okuyorum.

“Hamd/övgü, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din Günü’nün sahibi Allah’adır.

Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım isteriz.

Bizi, üzerlerine gazap dökülmüşlerin ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet sunduklarının yolu olan dosdoğru giden yola ilet!”

Peygamberimiz Rabbi adına okumuş, Rabbinin en büyük olduğunu ilân etmiş ve insanları uyararak ilk görevini tamamlamıştır.

İşte Fatiha suresinin Kur’an’ımızdaki, dinimizdeki konumu budur. Bu husus bilinmeden, bu noktadan hareket edilmeden Fatiha suresinin anlaşılması mümkün değildir.

Ayetlerin meali:

1- Rahman Rahîm Allah adına…

2 – 4- Hamd/övgü, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din Günü’nün sahibi

Allah’adır.

5- Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım isteriz.

6, 7- Bizi, üzerlerine gazap dökülmüşlerin ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun

dışındaki, kendilerine nimet sunduklarının yolu olan dosdoğru giden yola ilet!

Ayetlerin tefsiri:

1. Ayet:

Rahman rahîm Allah adına…

Hatırlanacak olursa Alak suresinin 1. ayetinde, peygamberimizden okumasının Allah adına olması istenmişti. Kişisel hayat bitmişti, artık çalışmalar Allah adına olacaktı. Bu işten maddî ve manevî çıkar da söz konusu değildi. Burada şu hususu hatırlamakta yarar vardır: Bütün peygamberler tebliğlerini ve davetlerini Allah adına yapmışlardır. Örnek olarak, güneşe tapan Sebe halkını bu sapıklıktan kurtarmak için Süleyman peygamber, kraliçeye yazdığı mektupta “Rahman Rahîm Allah adına” hareket ederek isteklerde bulunmuştur (Neml; 30).

2 – 4. Ayetler:

Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din Günü’nün sahibi

Allah’adır.

Hamd:

“الحمد Hamd”, bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. Bir başka ifadeyle “hamd”, isteğe bağlı bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir yardıma karşı, gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Hamd yapılırken nimet sahibi hem övülür, hem yüceltilir, hem de ona şükredilir.

Hamd, şükürden farklıdır. Şükür bir nimet karşılığı yapılır ama hamd bir nimet karşılığı olmadan, bir nimet ve güzellik ulaşmasa da yapılır. Ayrıca şükürün sözle, davranışla ve kalpten yapılabilir olmasına karşılık hamd sadece söz ile yapılır.

Hamd, bir iyiliğin karşılığı olmaktan çok, Yaratıcı’nın sonsuz güç ve kuvvetine, verdiği nimetlerin çokluğuna, O’nun Rabbliğine duyulan hayranlığın övme yoluyla dile getirilmesidir.

Hamd, methetmeye benzese de her methetme hamd sayılmaz. Çünkü methetmede riyakârlık, dalkavukluk şaibesi olabilir. Hamd ise samimiyetle yapılan övgüdür.

Hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri sonsuz olan Yüce Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz. Teşekkür ise insanlara da yapılabilir. Hamd ve önemi konusunda şu ayetlere bakılabilir: En’âm; 1 , A’raf; 43 , Yunus; 10 , Ta Ha; 130 , Kasas; 70 , Zümer; 74.

Âlemlerin Rabbi:

er-Rabb:

Kur’an’daki “مولى Mevlâ” kelimesi ile eş anlamlı olan الرّب Rabb, şu özellikleri taşır:

Rabb; emri, kudreti altında bulunan bir şeyin yegâne sahibi ve yöneticisi olup, her şey üzerinde kendi isteği ve ilmine uygun olarak tasarrufta bulunandır.

Rabb; kendisine itaat edilerek boyun eğilecek, emirlerine uyulup, yasaklarından uzak durulacak yegâne, tek efendidir.

Rabb; her şeyi düzelten, sivrilikleri çıkıntılıkları tesviye eden, yaratılışı tam bir şekilde hâlden hâle geçirerek düzenleyen, arıtıp saflaştırıp olgunlaştıran, ıslah eden, terbiye edendir.

Yukarıda söz edilen üç özellikten de kolayca anlaşılabileceği gibi Rabb kelimesi sadece ve sadece Yüce Allah için kullanılabilir. Fakat Arap dilinde izafet terkibi (isim tamlaması) olarak (meselâ, evin sahibi, devenin sahibi gibi), insanlar için de kullanılmıştır.

Özetle Rabb; “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten” demektir.

er-Rahman er-Rahîm:

الرّحمن Rahman ve الرّحيم Rahîm isimleri Allah’ın Esma-i Hüsna’sındandır (en güzel isimlerindendir). Yani Allah’ın en güzel isimlerindendir.

Rahman, Yüce Allah’ın en güzel isimlerinden ve sıfatlarından biridir. İbranî kökenli olduğu da ileri sürülen Rahman kelimesi; rikkat (sevecenlik), karşılıksız yardım iyilik, bağışlama, acıyıp esirgeme anlamlarına gelen “رحمة rahmet” kelimesinden türetilmiştir. Mübalâğa sigalarından (artı anlam ifade eden yapılar) olduğundan, rahmetin en yüce derecesine sahip olan demektir. Yani rızıkları, ihtiyaçları ve her türlü iyilikleri bağışlama hususunda, rahmetini yarattığı varlıklardan hiç esirgemeyen demektir.

Kur’an’da insanlar için hiç kullanılmayan er-Rahman ismi, elli yedi yerinde Allah için geçmektedir. Kur’an’da bu isimle bir sure de vardır: er-Rahman suresi. Bu surede Yüce Allah, insanlar, cinler ve hayvanlar için rahmet olarak yarattığı nimetleri saymakta, ins ve cinnin, bunların kıymetlerini bilip nankörlük etmemeleri gerektiğini tekrar tekrar vurgulamaktadır.

Rahîm; çok merhametli, merhamet olunan; “رحمة rahmet, مرحمة merhamet ve رحم ruhm” mastarından ism-i fail ve ism-i mef’ul anlamlı bir sıfattır. Kök anlamı acımak, merhamet etmek ve bağışlamak demektir. Rahîm’in çoğulu “رحماء ruhama”dır. Merhamet, iyilik ve nimet anlamına da gelir. Kur’an’da,114’ü Allah bir tanesi de Rasülüllah için (Tevbe 128) olmak üzere 115 kez yer alır. Rahîm sıfatı, Kur’an’da genellikle “çok bağışlayıcı” anlamına gelen “غفور gafur” sıfatı ile birlikte kullanılmıştır. Bu durum, Allah’ın ne kadar bağışlayıcı ve merhametli olduğuna bir delil teşkil eder. Kur’an’ın dört ayetinde de “ارحم الرّاحمين erhamü’r-rahîmin (merhametlilerin en merhametlisi) tamlaması şeklinde kullanılmıştır.

Allah’ın Rahman ve Rahîm sıfatlarının her ikisi de “رحمة rahmet” mastarından türemiş olmakla birlikte, aralarında anlam farklılıkları vardır.

Rahman sıfatı ezel ile, rahîm sıfatı ise daha çok ebet ile ilgilidir. Bu yüzden Allah için “dünyanın Rahman’ı, fakat ahiretin Rahîmi’dir” denilmiştir. Çünkü Allah’ın; tüm varlıkları yaratması ve yaşatması, insanlar arasında mümin-kâfir, adil-zalim, çalışkan-tembel ayrımı yapmadan hepsine rızıklarını vermesi, inkârcıların çalışma ve gayretlerin karşılığını dünyada tam olarak görmesi, zulme ve kötülüklere müdahale etmeksizin insanların kendi tercihlerini kullanmalarına fırsat vermesi, hep Rahman sıfatının sonucudur.

Rahîm sıfatının ortaya çıkışı ise daha çok ahirette görülecektir. Kur’an’da pek çok ayette, Allah’ın müminleri Rahîm sıfatı ile bağışlayacağı belirtilmiştir.

Ayette geçen bu ifadeler ile İslâm dışı Allah anlayışı ters yüz edilmiş, yıkılmıştır. Şöyle ki: İslâmiyet geldiğinde, yani bu ayetler indiğinde insanlık, çeşitli fikir akımları, vehimler, efsaneler ve felsefî görüşler üzerine oturmuş bir sürü saçma inançları yaşıyordu. İnsanların bir kısmı Aristo’nun “Şüphesiz Allah kâinatı yarattı. Bundan sonra bıraktı, ona önem vermedi. Zira Allah, daha aşağı olan bu âlemle uğraşmaktan münezzehtir. O ancak kendi zatını düşünür” şeklindeki görüşünü benimsemişlerdi. Başka bir kısmı da Yunan mitolojisindeki Olimpos tanrıları gibi, sürekli kullarına karşı öfkeli, sürekli onların takipçisi ve onlara hileler hazırlayan ve onlardan intikam alan tanrıya inanıyorlar ve bundan kurtulabilmek için aracı, şefaatçi ilâhlar ediniyorlardı. Alt tabaka ise, Dar-ün Nedve (Halk Meclisi) üyelerinin dışında Rabb tanımamıştı.

Sonuç olarak İslâm ile, insanlık, gerçek ilâh ve gerçek Rabbı; Rahman Rahîm Allah’ı tanımış oldu.
 
M

mettin

Guest
Fatihanın Tefsirini Birde Bu Açıdan Okumak

İkinci Bölüm


Din Günü’nün sahibi:

Bu ifade, Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir surelerinde de konu edilen Din Günü’nü yalanlayanlara bir uyarıdır. يوم الدّين Din Günü, “Karşılık Günü” demektir ki “herkesin iyi yada kötü yaptıklarının karşılığını göreceği, bulacağı ahiret günü” kasdedilmektedir. Esas açılımını bizzat Rabbimiz, İnfitar suresinin 15 – 19. Ayetlerinde yapmıştır.

İnzar:

“إنذار İnzar” Adakta bulunma, üzerine borç olmayan bir şeyi herhangi bir münasebetle kendi üzerine borç kılma manasına gelen “نذر nezere” kökünden türemiş bir kavramdır. Kelime anlamı; bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber verip sakındırmak, dikkati çekmek, korku verip uyanık kılmak demektir. Sevinç haberi verip müjdelemek anlamına gelen “tebşir”in zıddıdır.

Dinî açıdan inzar; Allah’ın peygamberleri aracılığı ile kullarını uyarması, onları kötü akıbetten sakındırmasıdır.

Âlemlerin Rabbi olması sebebiyle kullarını en iyi tanıyan ve onlara nasıl hitap edilmesi gerektiğini en iyi bilen Allah, insanlık tarihi boyunca, hak yoldan saparak şirk ve inkâr bataklığına saplanan kavimleri uyarmaları için peygamberler göndermiş ve bunların uyarılarına kulak asmayanları, Kur’an’da pek çok ayette gördüğümüz gibi kendilerinden sonrakilere ibret olacak şekilde cezalandırmıştır.

5. Ayet:

Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım isteriz.

Arapça bir sözcük olan “عبادة ibadet”, mastardır. Sözlük anlamı; kulluk yapmak, kölelik etmek, kayıtsız şartsız teslim olmak, itaat etmek ve boyun eğmek demektir.

İnsanların belirli kişilere, güçlere, ideolojilere, otoritelere gösterdikleri mutlak itaat ve tamamen teslimiyet bu kapsamdadır. Bunun örneğini Kur’an, Müminun suresinin 45 – 47. ayetlerde anlatılan Firavun ile İsrail oğulları ilişkisinde vermiştir.

Dinî açıdan ise ibadet; kulun sahibine/yaratanına karşı, sahibi/yaratanı tarafından verilen görevleri kayıtsız şartsız kabullenip yerine getirmesi demektir. Gerçekte de Allah bir talimatname (Kur’an) ile kullarına bir takım görevler bildirmiş ve bu görevlerin dünyada, kayıtsız şartsız bir itaat ve teslimiyet içinde yapılmasını istemiştir. Seçtiği peygamber de usta bir öğretmen gibi verilen görevleri önce kendisi uygulamış, sonra diğer kullara göstermiş ve öğretmiştir.

İşte ibadet/kulluk yapmak; yukarıda bahsedilen görevlerin kullar tarafından yerine getirilmesidir. Bir başka ifade ile ibadet; Allah’ın hoşnut ve razı olduğu bütün eylem ve davranışlarda bulunmak suretiyle Allah’a gösterilen saygı ve hürmetin en yüksek derecesinin sergilendiği bir tutumdur.

Ancak, ibadet kelimesi dilimize Türkçe bir karşılık verilmeden aynen alındığı için, geniş halk kesimleri anlamını tam olarak bilmedikleri bu kavramdan, yine anlam ve içeriğini bilmedikleri üç-beş tane davranışı anlar olmuşlardır. Oysa ibadet, “İslâm’ın şartı beştir” gibi belirli davranışlarla sınırlı değildir. Allah’a ibadet etmek; insanın her adımında, her hareketinde, her sözünde, O’nun koyduğu kurallara uymak, O’nun hükümlerini yerine getirmek ve O’nun gösterdiği yoldan yürümek demektir.

Yalnızca O’ndan;

yardım istemek,

korkmak,

başkasını veli edinmemek,

başka koruyucu, kollayıcı kabul etmemek

ve

yalnızca O’na;

dayanmak,

güvenmek,

sığınmak,

Allah’a ibadetin boyutlarını oluşturur.

İbadetin sadece Allah’a yapılacağı ise Kur’an’da tekrar tekrar vurgulanmış, peygamber bile olsa Allah’tan başkasına yapılacak ibadetin şirk olacağı açıkça belirtilmiştir.

Şirk:

الشّرك Şirk, sözlükte; mülk ve saltanatta ortaklık demektir. Dinî açıdan ise; Allah’ın yetki ve imtiyazlarından, zatî ve sübutî sıfatlarından, en güzel isim ve sıfatları arasında yer alan sıfat ve tasarruflarından birinin ya da bir kaçının, Allah’tan başka somut ya da soyut herhangi bir şeye yakıştırılması, verilmesi ya da uyarlanmasıdır.

Bu inanç ve eylemde bulunana “مشرك müşrik” denir. Müşrik; ateist/tanrı tanımaz veya sadece tanrı ikidir, üçtür vs. diyen değildir. Müşrikler Allah’a inanırlar ama bu inançla birlikte yedek ve yardımcı bir takım ilâhları da kabul ederler. Şirke af yoktur.

Tevhit:

التّوحيد Tevhidin sözlük anlamı; “birleme” demektir. Dinî açıdan da “Kelime-i Tevhit”de (lâ ilâhe illâllah) ifade bulduğu şekliyle; önce tüm ilâhları reddedip, sonra ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmektir. Pek tabiî ki bu kabul yalnızca bir söz halinde kalmamalı, tüm düşünce ve eylemlerde de kendini göstermelidir.

Kelime-i Tevhit’in yapısına dikkat edilirse, önce tüm ilâhların reddedilmesi gerekmektedir. Bunu yapabilmek için ise, insanın neyi reddedeceğini bilmesi, yani yapay ilâhları ve ilâh yerine konulanları iyi bilmesi gerekir. Ancak bu yapıldıktan sonradır ki, ilâh olarak sadece Allah’ın kabulü yapılacaktır. Allah’ın tek ilâh olarak kabul edilmesi ise Allah’ı tanımadan sadece “kabul ettim” demekle mümkün olmaz. Bunun için Allah’ın zatî, sübutî sıfatlarının ve güzel isimlerinin Kur’an’dan tanınması ve bunlara inanılması lâzımdır.

Aksi takdirde;

sahte ilâhlar belirlenip tanınmazsa, reddedilmesi mümkün olmaz ve

Allah gerektiği gibi tanınmazsa, tevhit inancı korunamaz.

Tevhit kelimesi Kur’an’da geçmez. Buna karşılık tevhit inancı çeşitli yönleriyle pek çok ayette dile getirilir. Özellikle Mekke’de inen ayetler, tam olarak kavranması amacıyla tevhit inancı üzerinde yoğunlaşır. Kur’an, tevhit inancını Allah’ın zatı, tekliği, sıfatları, evren ve insanla ilişkileri açılarından çeşitli boyutlarıyla ortaya koyar.

6 ve 7. Ayetler:

Bizi, üzerlerine gazap dökülmüşlerin ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun

dışındaki, kendilerine nimet sunduklarının yolu olan dosdoğru giden yola

ilet!

Hidayet:

Bu kelimenin tüm özelliklerini burada saymak mümkün değildir. Özetlersek hidayet; iyiye, güzele önderlik etmek, hak ve batılı ayırt etmeye yarayan bilgi ve belgeler vermek, peygamber yollamak ve kitap indirmek gibi hayırlı işlerdir. Hemen belirtmek gerekir ki, kötüye yol göstermek hidayet anlamına gelmez.

Hidayet Allah’a aittir. Peygamberler de dahil hiç kimsenin hidayet etmeye yetki ve gücü yoktur. Kur’an’da bunun böyle olduğunu bildiren tam 304 tane ayet vardır.

Sırat-ı müstekim:

Bu tamlama Kur’an ayetleri ışığında değerlendirilirse; “Allah’ın yolu”, “Hak yol”, “Allah’ın kitabı”, “İslâm dini”, “İslâm milleti” anlamları ortaya çıkar. Zaten en güzel tarif de bu surede verilmiştir: “üzerlerine gazap dökülmüşlerin ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet sunduklarının yolu olan dosdoğru giden yol”

Sırat-ı Müstekım ile ilgili şu ayetlere göz atabilirsiniz: Âl-i Imran suresi ayet 51; En’am suresi ayet 126, 153; Hıcr suresi ayet 41; Nahl suresi ayet 76; Meryem suresi ayet 36; Yasin suresi ayet 61 Ve Zuhruf suresi ayet 64.

Fatiha suresinin cümle yapıları:

Bu surede edebî sanatların bir çoğu mevcuttur. Ebu Hayan, el Bahr-ül Muhit adlı tefsirinde on tane edebî sanatın Fatiha suresinde mükemmel olarak uygulandığını bildirmiştir. Bu sanatlar; Beraat-i istihlâl (güzel başlangıç), İstiğrak lâmı, Hitap şeklini zenginleştirme, Lâm-ı tahsis, Hazf, Kasr, Leff-ü neşr, İltifat, Seci, Var olan bir şeyi yokmuş gibi kabul ederek devamını istemek, sanatlarıdır.

Bu sanatlardan üç tanesi surenin anlaşılması bakımından çok önemli ve dikkat çekicidir:

Hitap şeklini zenginleştirme: Bu sanatta haber cümlesi, cümledeki sözcük anlamından çıkıp dilek kipli cümle halini alır. Surede “Elhamdülillâhi Rabbilâlemin” cümlesi ile, inkâr eden muhataplara inkâr etmezlermiş gibi hitap edilerek, onların inkâr etmeyenler olmaları temenni edilmiştir.

İltifat: Gaipten (üçüncü şahıstan) muhataba (ikinci şahısa), muhataptan gaibe (üçüncü şahıs) ve gaipten mütekellime (birinci sahısa), mütekellimden muhataba geçiş suretiyle yapılır. Surede haber cümlesi “Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahîm, Din Günü’nün sahibi Allah’adır” diye gaibe yönelik başlamışken buradan sonra söz akışı “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım isteriz” diye muhataba yöneliyor. Bu tarz cümle yapısı Türkçe’de anlam bozukluğuna yol açmasına karşılık Arapça’da edebî sanattır.

Kasr: Özgeleştirmek demektir. Suredeki “İyyake ne’büdü ve iyyake nestein” cümlesinde, mef’ul/tümleç ve fiil arasında takdim tehir yapılmak ( öne almak, arkaya atmak) suretiyle özgeleştirme sanatı yapılmıştır. Bu sanatın uygulanış nedeni, dinleyeni daha bir kabul edecek noktaya getirmesi, dinleyenin tepkisini azaltması, dinleme gücünü tazelemesi ve dinlerken daha çok zevk vermesi gibi hususlardır.

Bu edebî sanatlar gözden kaçırıldığında sure anlaşılmaz, çıkmaza girilir. O zaman da “Medet ya Ebu Hüreyre” denir. O da hemen “Qale Rasülüllah” bile değil, “Qalellah” (Allah buyurdu ki) diye bir rivayet ortaya atıverir. Yani Kur’an’da olmayan sözde bir vahy ile imdada yetişir. İşte böyle:

“Yüce Allah buyurdu ki: Namaz suresini (Fatiha suresi) benimle kul arasında ikiye ayırdım. Yarısı benim için, yarısı kul içindir. Kulumun dilediği kendisine verilecektir. Kul; ‘elhamdü lillâhi Rabbilâlemin’ dediği zaman Allah; ‘kulum bana hamd etti’ der. Kul; ‘er Rahmanirrahîm’ dediği zaman Allah; ‘kulum benim şerefimi andı’ der. Kul; ‘maliki yevmiddin’ dediği zaman Allah; ‘kulum işimi bana havale etti’ der. Kul; ‘iyyake ne’büdü ve iyyake nesteînü’ dediği zaman Allah; ‘bu benimle kulum arasında bir sırdır, kulumun istediği kendisine verilecektir’ der. Kul; ‘ihdinassıratal müstekim’ dediği zaman Allah; ‘kulumun dilediği verilecektir’ der.” (Ebu Davud, Salât 132; Tirmizi, Tefsir, Nesai İftitah 23; İbn-i Mace, Edep 52)

Bu rivayetle surenin anlaşıldığı kanaatine varılır, üstelik Fatiha’nın sırları vs. diye de bir çok methiye düzülür.

Ama kimse çıkıp da, Allah’ın bu buyruğunun nerede olduğunu sormaz. Ve de Ebu Hüreyre’nin, Fatiha suresinin inişinden tam yirmi bir sene sonra ortaya çıkmış bir adam olduğunu hiç düşünmez.

Ya da sureyi okur ama suredeki Türkçe kurallara göre “anlam bozukluğu” sayılan söz akışına sesini çıkarmaz, sözde Müslümanlık taslar.

Bu sanatsal anlatımları dikkate alarak sureyi okursak, şu anlam ortaya çıkmaktadır:

“Ey insanlar! Rahman Rahîm Allah adına okuyorum, açıklama yapıyorum.

Tüm hamdler/övgüler, âlemlerin Rabbi, rahman, Rahîm, Din Günü’nün sahibi Allah’a mahsustur. Sakın O’ndan başkasına hamd etmeyiniz. O’ndan başkasını övmeyiniz!

İbadet yalnızca O’na yapılır ve yardım sadece O’ndan istenir. Sakın O’ndan başkasına ibadet etmeyiniz/ kul olmayınız/ köle olmayınız.

O, bizi, üzerlerine gazap dökülmüşlerin ve şaşkınlığa saplanmışların yolunun dışındaki, kendilerine nimet sunduklarının yolu olan dosdoğru giden yola iletsin! Çünkü hidayet eden sadece O’dur.”

Bu açıklama, bu şekliyle yapılsa idi, fazlaca tepki doğurabilirdi. Edebî sanatlar marifetiyle mesaj yumuşak bir tarzda iletildi.

Toplum karşısındaki ilk görev peygamberimiz tarafından yerine getirildi. Mesajın sonucunu altıncı sure olan Tebbet suresinde öğreneceğiz.

Fatiha suresinde dikkat edilmesi gereken bir husus da; Kur’an’ın icazıdır, yani kısa ve öz anlatımıdır. Bu kısacık sure, imanıyla, ameliyle ve kıssasıyla tüm Kur’an’ı temsil eder mahiyettedir.
 
M

mettin

Guest
dotefshttp://www.kuranca.net/sureler/Fatiha.htmirinden
Fatihayı günümüze en uygun tefsirinden dolayı Hakkı Yılmaz'a teşekkürlerimizle
 

muhammet

New member
Katılım
22 Şub 2007
Mesajlar
830
Tepkime puanı
14
Puanları
0
Yaş
49
Fatiha 1-2 Ayetlerin Tefsiri

Fatiha 1-2 Ayetlerin Tefsiri

1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Besmelenin, her surenin bağımsız bir ayeti mi, yoksa bütün surelere başlarken okunan tek bir Kur'an ayeti mi olduğu konusu tartışmalı bir mesele olmakla birlikte, geçerli görüşe göre o, "Fatiha suresinin ayetlerinden biridir ve bu surenin sayısı besmeleyle yediye tamamlanmaktadır." Nitekim bir yoruma göre yüce Allah: "Andolsun, biz sana ikişer ikişer tekrarlanan yediyi ve bu büyük Kur'an'ı verdik."·(Hicr Suresi, 87) buyruğu ile Fatiha suresini kasdetmiştir. Çünkü bu yedi ayetlik sure yüce Allah'a övgü ifade etmekte ve namazların her rekâtında tekrarlanmaktadır.
Okumaya ve herhangi bir işe yüce Allah'ın adıyla başlamak ise, Allah tarafından Hz. Peygamber'e vahyedilmiş bir edep ve saygı kuralıdır. Bu kural ilk inen ayet olduğu ittifakla kabul edilen "Rabbinin adıyla oku" (Alâk Suresi, 1) ayetinde ifade edilmektedir. Yine bu, Allah'ın "Her şeyin başı, sonu, zahiri ve batını" olduğunu vurgulayan İslâmî düşüncenin temel ilkesiyle uyum içindedir. Buna göre O, her varlığın varoluşunu kendisine borçlu olduğu, her başlananın başlangıcının kendisinden kaynaklandığı tek gerçek varlıktır. O halde her başlangıç, her hareket ve her yöneliş O'nun adı ile olur.
Yüce Allah'ın, başlangıçta "Rahman" ve "Rahim" sıfatları ile nitelenmesi, rahmetin bütün anlamlarını ve tüm değişik hallerini kapsar. Bu iki sıfatı aynı anda kendisinde bulundurmak sadece Allah'a özgüdür; tıpkı "Rahman" sıfatı ile nitelenmenin sadece O'na özgü olması gibi.
Buna göre herhangi bir kulun "Rahim" sıfatı ile nitelenmesi caizdir. Fakat "Rahman" sıfatını herhangi bir kula yakıştırmak iman ilkeleriyle bağdaşmaz. Yüce Allah'ın bu iki sıfatın her ikisi ile birlikte nitelenmesi ise gayet normaldir.
Bu iki sıfattan hangisinin, taşıdığı merhamet bakımından diğerinden daha geniş kapsamlı olduğu tartışmalı bir konudur. Fakat biz burada bu tartışmanın ayrıntılarına girmeyecek, yalnızca, bu iki sıfatın bir arada merhametin bütün anlamlarını, bütün hallerini ve bütün alanlarını kapsadığını belirtmekle yetineceğiz.
Her işe Allah'ın adı ile başlamak ve bu başlamanın yansıttığı Tevhid (Allah'ın birliği inancı) ile edep kuralı nasıl İslâm düşünce sisteminin ilk temel ilkesini oluşturuyorsa, "Rahman" ve "Rahim" sıfatlarının da merhametin bütün anlamlarını, bütün hallerini ve bütün alanlarını kapsaması, bu düşünce sisteminin ikinci temel ilkesini oluşturur ve Allah ile kulları arasındaki ilişkinin gerçek mahiyetini belirler.
Besmelenin ardından, hamd ederek, tüm alemlerin Rabbi olduğuna inandığımız Allah'a yönelmeye sıra geliyor:


2- Hamd, tüm alemlerin Rabbi olan Allah `a mahsustur.
Allah'a hamd etmek, mü'min bir kulun Allah'ı anar-anmaz kalbinden taşan duygularının ifadesidir. Çünkü en başta bu kulun varoluşu bile yaratıcısına karşı hamd ve övgüyü gerektiren ilâhi bir lütuftur. Her an, her saniye ve her adım başında yüce Allah'ın sayısız nimeti ardarda sıralanmakta, birbirini izlemekte ve başta insan olmak üzere bütün yaratıkları kapsamına almaktadır. Bundan dolayı her işin başında ve sonunda Allah'a hamd etmek İslâm düşüncesinin temel kurallarından biridir; "O, kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır. En başta da en sonda da hamd O'na mahsustur." (Kasas Suresi, 70)
Allah'ın mümin kuluna karşı olan bağış ve fazileti o derece yüksektir ki, bu kul "Elhamdülillah (Hamd Allah'a mahsustur)" dediğinde, ona bütün ölçülere baskın gelen ağırlıkta sevap yazar. Nitekim Sünen-i ibn-i Mace'de, Abdullah bin Ömer'e dayanarak kaydedildiğine göre Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: "Allah'ın kullarından biri "Ya Rabbi, sana zatının ululuğuna, saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim" dedi. Bu sözün değerini ölçemeyen kulun amellerini yazmakla görevli melekler ne yazacaklarını bilemediler. Bunun üzerine Allah'ın huzuruna çıkarak: "Ya Rabbi! Senin kullarından biri öyle bir söz söyledi ki, onu nasıl değerlendirip yazacağımızı bilemiyoruz" dediler. Yüce Allah, -kulunun ne dediğini daha iyi bildiği halde- meleklere: "Kulum ne dedi?" diye sordu. Melekler: "Ya Rabbi! O, `Ey Rabbim! Sana zatının ululuğuna ve saltanatının yüceliğine yaraşır biçimde hamd ederim' dedi" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah o meleklere: "Kulumun o sözünü ağzından çıktığı gibi yazın. O sözün karşılığını, kulum kıyamet günü huzuruma geldiğinde bizzat ben kararlaştırıp veririm.." buyurdu...
İSLAM'IN RABB ANLAYIŞI
Ayetin öbür yarısını oluşturan "Rabbil alemin (tüm alemlerin Rabbi)" tamlamasına gelince, bu ifade İslâm düşünce sisteminin temel dayanağını temsil eder.
Gerçekten, "mutlak ve sınırsız Rabb"lık kavramı İslâm inancının temel ilkelerinden biridir. Rabb, malik ve tasarruf sahibi demektir. Sözlük anlamı ile "efendi", "eğitmeye ve geliştirmeye yetkili kimse" demektir. Eğitme ve geliştirme ile ilgili bu tasarruf bütün alemleri, yani bütün varlık(arı içerir. Çünkü yüce Allah evreni yarattıktan sonra onu kendi haline bırakmıyor, aksine onu geliştirme, gözetme ve eğitme yoluyla tasarrufu altında tutuyor. Bu açıdan bakıldığında tüm alemler, tüm varlıklar alemlerin Rabbi olan Allah'ın koruması ve gözetimi altındadır.
"Mutlak Rabb"lık kavramı, eksiksiz ve yaygın Tevhid anlayışının açıklığa kavuşmuş, netleşmiş halı ile, bu realitenin (gerçeğin) netleşmemiş halinin bulanıklığı arasında bocalayan insan için, yol ayrımındaki işaret levhası konumundadır. İnsanlar çoğu kere hem evreni tek başına yaratan Allah'ın varlığına ve hem de sosyal hayata egemen olan birden çok ilahın varlığına inanır. Bu inanış biçiminin saçmalığı ve gülünçlüğü son derece açıktır ama ne yazık ki bu; dün de vardı, bugün de var. Müşriklerden bir grubun, taptıkları değişik ilahlarla ilgili olarak: "Biz onlara sırf bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer Suresi, 3) dediklerini bize haber veren Kur'an-ı Kerim, Ehli Kitap'tan bir grup hakkında da: "Hahamlarını ve Rahiplerini Allah'tan ayrı rehber edindiler" (Tevbe Suresi, 31) şeklinde bahsetmektedir. Bilindiği gibi İslâm'ın geldiği dönemde yeryüzünde egemen olan cahiliye inanışlarının büyük kabul ettiği "ilah"lar yanında çok sayıda "ilahcık"lar her yanda cirit atıyordu.
Bu surede mutlak Rabb'lık kavramının vurgulanması ve bu Rabb'lık kavramının tüm varlıkları kapsamına alması, düzenli inanç ile inanç anarşisi arasındaki yol ayrımını oluşturur. İslâm'ın hedefi, çok ilahlılık yükünü insanların sırtından indirerek onları değişik ilahlar arasında şaşkınlıktan kurtarmak, kendi dışındaki tüm varlıklarla birlikte mutlak egemenliğini onayladıkları tek bir ilaha yöneltmektir. Ardından da bu varlıkların vicdanlarını, yöneldikleri tek ilahın gözetimi ve etkili Rabblığında, korumasının kesintisizliği, ebediliği ve yok olmazlığı ve ihmal etmezliğinde güvene kavuşturmaktır. Yoksa bu meselenin çözümü, meselâ İslâm öncesi dönemlerin en gelişmiş felsefi düşüncesi sayılan Aristo'nun görüşlerini izlemekte değildi. Bu görüşe göre: "Allah, evreni bir kez yarattıktan sonra artık onunla bir daha ilgilenmedi, onu kendi haline bıraktı. Çünkü Allah kendinden daha aşağı düzeydeki varlıklarla ilgilenmeyecek derecede yücedir. O sadece kendi zatı hakkında düşünür." Bu görüşü savunan Aristo, en büyük felsefeci ve en akıllı insan sayılıyordu o dönemde!..
İslâm'ın geldiği günlerde dünya, üstüste yığılmış çeşitli inanç, düşünce, masal, felsefe, kuruntu ve görüş bulutlarının egemenliği altında idi. Bu bulut katmanlarında hakk ile batıl, gerçek ile düzmece, din ile hurafe, felsefe ile masal biribirine karışmıştı. İnsan vicdanı bu koyu bulut katmanları altında, karanlıklar ve belirsizlikler içinde bocalıyor, bir türlü kesin gerçeği bulamıyordu. Sözünü ettiğimiz belirsiz, kesin bilgiden ve aydınlıktan yoksun çöl, insanın kendi ilâhı, bu ilâhın sıfatları ve başta insan olmak üzere O'nunla yaratıkları arasındaki ilişkiler ile ilgili düşüncesini de çepeçevre kuşatmıştı. Oysa insan vicdanı, ilâhı ve bu ilâhın sıfatları hakkında belirgin bir inanca ve düşünceye varmadıkça ve sözünü ettiğimiz bu körlüğü, uçsuz-bucaksız düşünce çölünü ve koyu bulut katmanlarını aşarak kesin bir bilgiye ulaşmadıkça ne evren, ne kendi öz varlığı ve ne de yaşayacağı hayat tarzı konusunda istikrara kavuşabilirdi. Ancak insan, bu istikrarın ne kadar gerekli olduğunu anlayabilmek için öncelikle kendisi ile ışık arasını kapatan bulutların koyuluğunu görmesi ve İslâm geldiğinde kendisini kuşatan çeşitli inanç düşünce, felsefe-masal ve kuruntular çölünün uçsuzluğunu fark etmesi gerekiyordu. Biz burada bu sapıklıkların çok az bir kısmına değindik; ilerde diğer sureleri incelerken bunları daha ayrıntılı biçimde ele alarak, Kur'anı Kerim'in bunlara karşı önerdiği yeterli, geniş kapsamlı ve eksiksiz tedavileri anlatacağız.
İşte bundan dolayı İslâm, ilgisini en başta inancı özgürleştirme konusu üzerine yoğunlaştırmış, başka bir deyimle Allah, Allah'ın sıfatları ve Allah ile varlıklar arasındaki ilişkilerin niteliği konusunda insan vicdanına istikrar kazandıracak kesin ve berrak bir düşünce tarzı belirlemeyi ön-plâna almıştır.
Ve işte bu gerekçe iledir ki, uzak-yakın hiçbir pürüzlü noktanın gölgesini taşımayan, eksiksiz, katıksız, yalın ve yaygın bir Tevhid inancı, İslâm'ın getirdiği düşünce sisteminin temel dayanağı olmuş, bu inancı vicdanlarda belirginleştirmiş, hakkında zihinlerde belirebilecek her türlü pürüzü ve kuşkucu fısıltıyı araştırarak onu her çeşit karanlıktan arındırmış hiç bir kuruntunun, yanına sokulamayacağı derecede köklü ve sağlam olmasını sağlamıştır. İslâm tıpkı bu konuda benimsediğine eş bir açıklıkla başta mutlak Rabb'lığı ilgilendirenler olmak üzere Allah'ın sıfatları konusunda da kesin sözünü söylemiştir. Çünkü sözünü ettiğimiz çeşitle felsefi akımların, inançların, kuruntuların ve masalların egemen olduğu uçsuz-bucaksız çölü sarmış koyu bulutların çoğu, insanın hem vicdanını ve hem de pratik davranışlarını aynı derecede etkileyen bu önemli konu, yani Allah'ın sıfatları konusu üzerinde yoğunlaşmıştı. Allah'ın zatı, sıfatları ve varlıklarla ilişkisi konusunda İslâm'ın, kesin sözünü belirlemek için harcadığı ve bir çok Kur'an ayetinde dile gelen yoğun çabasını araştıran bir kimse eğer insanlığın uzun dönemler boyunca içinde bocaladığı bu uçsuz-bucaksız çölün koyu bulut katmanlarını yakından incelemiş değilse, bütün bu ısrarlı ve vurgulamalı açıklamalara, insan vicdanının tüm giriş yollarını araştıran bütün bu ayrıntılı irdelemelere neden gerek duyulduğunu kavramakta güçlük çekebilir. Fakat sözünü ettiğimiz koyu bulut katmanlarının incelenmesinden çıkacak sonuç, bu yoğun çabanın gerekliliğini ortaya koyacağı gibi, bu inanç sisteminin insan vicdanını özgürleştirme, tutsaklıktan kurtarma, onu değişik ilâhlar, kuruntular ve masallar arasında bocalamaktan alıkoyma konusunda ne derece önemli olduğunu da meydana çıkarır.
Bu inanç sisteminin çekiciliğinin, eksiksizliğinin, tutarlılığının ve içerdiği gerçeğin yalınlığının, bütün bu özelliklerin gerek kalb ve gerekse akıl tarafından açıkça kavranabilmeleri, dolaysızca algılanabilmeleri için cahiliye döneminin çeşitli inançlardan, düşünce akımlarından, masallardan, felsefî spekülasyonlardan oluşmuş koyu bulut katmanlarının ve özèllikle gerçek Allah kavramı ile O'nunla yaratıklar arasındaki ilişkinin iyi incelenmesi gerekir. O zaman İslâm inancının bir rahmet olduğu meydana çıkar. Hem kalb ve hem de akıl hesabına bir rahmet... Çekicilik, yalınlık, belirginlik, tutarlılık, akla yatkınlık, aşinalık, fıtrî yapı ile dolaysız ve köklü bir uyum içeren bir rahmet.

Seyyid Kutub
 
Üst Alt