Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

::f I S K ::

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Fısk' kelimesi hak yoldan ve doğru (sevab) olandan ‘çıkmak’, bir şeyden ‘sapmak’, ayrılmak, günah işlemek, zina işlemek gibi anlamlara sahiptir. Kelimenin kökü olan ‘fe-se-qa’ fiili, ‘hurma kabuğundan çıktı’ anlamına gelmektedir. Rağıb el-İsfehani’ye göre, "feseqa fulanün" dendiğinde: "Şeriat alanından çıktı" manası kastedilmiş olur. ‘Darul fısq’, ‘fuhuş evi’ (genelevi) demektir. Rağıb el-İsfehani, bazen az günah işlemekle, bazen de çok günah işlemekle fısk olacağını, fakat genelde, çok işlemekle olacağını ileri sürmektedir. Fâsık, fısk işleyen yani, günahkar, kötü yolda olan kimse, suçlu, zâni, adil olmayan demektir. Rağıb el-İsfehani’ye göre, fâsık sıfatı genelde, şeriatın hükmüne inanıp ikrar eden, sonra ise ya bütün hükümlerini, ya da bir kısmını ihlal eden kişiye verilir. Eğer, baştan beri kafir olan kimseye ‘fâsık’ denmişse bu şu anlamda doğrudur: Bu kişi, aklın zorunlu kıldığı (ilzam ettiği) ve fıtratının gerektirdiği hükmü ihlal etmiştir. Yani fıtratın gerektirdiği hak yoldan sapmıştır.

Arap dilinde fareye ‘füveysiqa’ denmektedir. Farenin pis bir hayvan olmasının yanısıra, yuvasından iki de bir çıkması, daha doğrusu ne zaman hangi delikten çıkacağının belli olmaması ve dolayısıyla ev halkını hep rahatsız etmesi nedeniyle bu isim verilmiş olmalıdır. "Fareyi öldürün çünkü o, su kaplarını dolaşır ve evi ehline dar eder" şeklinde bir söz Peygamberimize nispet edilmektedir. Bu söze dikkat edilirse, farenin ne zaman nereden çıkacağına dair bir kural olmaması nedeniyle ev halkını sürekli tedirgin etmesine dikkat çekilmektedir.

Kur’an’da fısk kavramının kafirler, müşrikler, ehli kitap, ehli nifak, zalimler, haramlar ve adab-ı muaşereti kapsayan, çok geniş bir anlam sahasında kullanıldığı görülmektedir. Kur’an’ı beyaz bir kağıt gibi düşünürsek, kağıdın fonunda mütemadiyen kelime-i tevhid yazılı olduğunu görürüz. Tevhid, bu ‘beyaz kağıdın’ olmazsa olmazıdır. Namaz, oruç, hac, zekat, içki, kumar, anne-babaya saygı, komşu hakkı, miras, kadın-erkek ilişkileri, çocuk sevgisi, mala ilişkin tutum gibi aklımıza gelebilecek her türlü konu ise, bu ‘beyaz kağıt’ üzerine düşülmüş notlar gibidir. Elbette bu notlar düzenlidir, rastgele ve dağınık değildir. Dağınık gibi göründüğü durumlarda bile mükemmel bir planlılık ve intizam vardır. Sözü şuraya getirmek istiyoruz: İslam’ın, en sıradan günlük bir işe ilişkin emri ile, savaşa ilişkin emri arasında, konunun özü açısından bir fark bulunmamaktadır. Konunun özü tevhiddir, her şey tevhide göre belirlenmektedir. Bu noktayı gözden kaçırmayarak şimdi, Kur’an’ın neyi fısk olarak tanımladığına bakabiliriz.

Kur’an’ın şehadetine göre, Allah meleklere, Adem’e secde etmelerini emrettiği zaman, melekler secde etmişler ama İblis secde etmemiştir. İşte İblis’in bu tutumu fısk adını almaktadır, yani İblis’in "Rabbi’nin emrinden çıkması"dır. (fe-Feseqa an emri Rabbih) (18/Kehf, 50) İblis, Allah’ın emrine itaat etseydi doğru yolda, bulunması gereken çizgide bulunmuş olacaktı. Dolayısıyla çizgiden sapma söz konusu olmayacaktı. Oysa İblis, Allah’ın emrine itaatsizlik etmekle, boyunu aşan bir işe koyulmuş oldu. Ama dikkat edilirse İblis Allah’ı inkar etmedi. Sadece O’nun emrine isyan etti. Şu halde, İblis’in yaptığını her kim yaparsa, Rabbi’nin emrine karşı gelir, isyan ederse, tıpkı İblis gibi bir iş işlemiş olur, yani fâsık olur. Zaten Kur’an da bunu söylemektedir: Allah, peygamberlerin ümmetlerinden, kendilerine bir peygamber geldiğinde ona inanıp yardım edeceklerine dair söz almıştır. Bu sözünde durmayıp İblis’in misyonuna sahip çıkanlar fâsıklar adını almaktadır. (3/Al-i İmran, 82)

Yeryüzünde, Allah’ın kendisine tayin ettiği bir hayatı sürdüren insanoğlunun yapacağı en doğru iş, Allah’a iman ve itaat etmektir. Allah, kullarının kafasında tereddüt olmasın diye, yerine göre bir sivrisineği ve hatta ondan da ötesini örnek vermekte, kulların, yaratılış gerçeğini idrak etmelerini irade etmektedir. Fakat bu örnek(ler) kiminin sapmasına (dalalet), kiminin de hidayete ermesine sebep olmaktadır. Dalaletleri artan kafirler, alaycı bir üslupla "Allah bu misalle ne demek istedi?" derler. Aslında bununla, Allah’ın hiçbir şey demediğini, yani karma karışık şeyler söylediğini ima ederler. Allah’ı eleştirmek isterler. İşte bu tür insanlara Kur’an fâsık demektedir. (2/Bakara, 26) Çünkü bunlar Allah’a olan mîsaklarını bozmuşlar, İblisleşmişlerdir. Halbuki Allah, elçisi Muhammed (a.s)a apaçık ayetler indirmiştir. Sivrisinek örneği de bu apaçık ayetlerden biridir. Sivrisinek örneği ile, dağların örnekliği arasında bir gayrılık yoktur. Fakat fâsıklar Allah’ın ayetlerini inkar ederler. (2/Bakara, 99). İşte fâsıkların bu inkarları, onların yoldan çıkmasıdır.

Sözden dönmek nasıl fâsıklık ise, Allah’ın yaptığı vaadlere bağlı kalmamak da fâsıklıktır. Allah mü’minlere, yeryüzünde muktedir ve emniyette olacaklarını, kendisinden razı olduğu dinlerini koruyacağını ve korkularını güvenliğe dönüştüreceğini vaadetmiştir. Mü’minler, Allah’a ibadet ettikleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmadıkları için bunu hak etmişlerdir. Fakat bu vaadden sonra yine de kafir olan olursa işte bu durum fâsıklık, bu kimseler de fâsıklar adını almaktadır. (24/Nur, 55) Çünkü Allah’ın vadi haktır, gerçektir. Allah’ın vadine güvenmek gerekir. Ona layık olmak için çaba harcamak gerekir. Allah’ın vadine rağmen, gerçekleri göz göre göre inkar etmek, kafir olmak gerçekten fâsıklıktır. Hastalıklı bir kişiliktir. Allah mü’minlere açıkça güvenlik, zafer ve muvaffakiyet vaadetmektedir. Mü’minler Allah’ın vaadinden ümit kesemezler. Allah’ın vadinden ancak kafirler ümit keserler. (12/Yusuf, 87). Şu halde kafirler fâsık kimselerdir. Fâsıklar ise, tıpkı Ehli Kitab’ın ekserisi gibi, kalpleri katılaşmış bir topluluktur. (57/Hadid, 16).

Kur’an, Mekke toplumu gibi toplumların genel yapısını "fâsıklar topluluğu" (el-Qavmul Fâsıkîn) olarak adlandırmaktadır. Peygamber (a.s)a, azim sahibi peygamberler gibi kendisinin de sabretmesi tavsiye edildikten sonra, bu (kafir) kavim hakkında acele etmemesi, nasıl olsa bir gün Allah’ın azabıyla karşı karşıya kalacakları hatırlatılır. Arkasından "belağ!" denir, yani "Sen tebliğcisin, tebliğ et, gerisine karışma" demektir bu. Ayetin son cümlesi şöyledir: "Fâsık bir kavimden başkası helak edilir mi?!" (fe-hel yuhlekü illal kavmul fâsiqîn) (46/Ahkaf, 35). Bu ayete göre Kur’an Mekke toplumunu "fâsık kavim" olarak nitelemektedir. Elbette, "Mekke toplumunun bir tek adı vardı o da fâsıklıktı!" gibi bir anlam çıkmayacağını söylemeye bile gerek yok. Zira fâsık, Mekke müşriklerinin bir başka adıdır, daha doğrusu, bu kelimeyle Mekke toplumunun dini-ahlaki yapısının bir diğer boyutuna dikkat çekilmektedir. Mekkeliler’in yaşam tarzlarında küfür, şirk, zulüm, isyan, ahlaksızlık gibi bütün İslam dışı kötü vasıflar mevcuttu. Bunların hepsini ifade eder bir biçimde Mekkelilere ‘fâsık kavim’ denebilmektedir.

‘Fâsık kavim’ olmanın bir özelliği de, Allah’ı unutan, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu bir toplum olmaktır. Demek ki insanlar Rablerine iman etmişken, sonradan O’nu unutmaları ile fâsık olunur. Buradaki temel espri, tıpkı İblis’in Rabbine karşı gelerek yoldan çıkması gibi, insanların da yoldan çıkmaları, Rablerini unutmalarıdır. (59/Haşr, 19) Bu fâsık toplum cehennem halkıdır, tıpkı mü’minlerin cennet halkı olmaları gibi. (59/Haşr, 20)

Kur’an’da bazen fâsıklık, kafirliğin genel adı olarak kullanılır: "Sana şüphesiz apaçık ayetler indirdik. Bu ayetleri ancak fâsıklar inkar eder." (2/Bakara, 99). En’am suresinin 49. ayetinde de "Ayetlerimizi yalanlayanlara, fıskları nedeniyle azap dokunacaktır." buyurulmaktadır. (6/En’am, 49) Bu ayetten de, ayetleri yalanlayan (tekzib eden) kafirlerin bu küfürlerinin genel adına fısk (fâsıklık) dendiği anlaşılmaktadır. Secde suresinin 19-20. ayetlerinde de aynı tema işlenmektedir: İman edip salih ameller işleyenlere, yaptıkları güzel amelleri karşılığı olarak cennetler vardır. Bu insanların karşıtları olan fâsıklara ise, yalanlamaları (tekzipleri) nedeniyle, ateş vardır. Oradan çıkmak istedikçe geri oraya sürülecekler ve "yalanladığınız ateşin azabını şimdi tadın bakalım!" denecek. (32/Secde, 20). Görüldüğü üzere, mü’minlerin genel gidişatına, müslümanca fiillerine nasıl ‘salih amel’ deniyorsa, Allah’ın ayetlerini tekzip eden kafirlerin genel gidişatına da ‘fısk’ denmektedir.

Kur’an, müşriklerin tamamını ‘fâsık’ saymamakta, "onların ekserisi fâsıktır" sözüyle (9/Tevbe, 8), içlerinden bir kısmını hariç tutmaktadır. Peki, ‘şirk’in kendisi zaten hak yoldan çıkmak değil midir? Yani müşriklerin tamamı hak yoldan çıkmış değiller midir? O halde, neden müşriklerin bir kısmını fâsık kavramı dışında tutmaktadır? Bunun anlamı şu olsa gerektir: Fâsık olan müşrikler (yani ekseriyet), sanki kalbi mühürlenmiş olanlar gibidir. Bunların iman etme ümitleri yok gibidir. Bu ekseriyetten temyiz edilen kesim ise, göreceli olarak da olsa kişiliğini korumaktadır, iman etme ümidini hala muhafaza etmektedirler. İçlerinde hakkaniyet duygusunu yitirmemiş olanlar mevcuttur. Nitekim, Araf suresinin 101 ve 102. ayetleri bu fikrimize ışık tutar niteliktedir. 101. Ayette, peygamberlerin getirdiği apaçık beyyinelere iman etmeyen kafirlerin kalplerini Allah’ın mühürlediği bildirilmektedir. 102. Ayette ise, bunların çoğunun (ekseriyet) sözlerinde durmadıkları ve bunların fâsıklar olduğu ifade edilmektedir. (7/A’raf, 101-102). Yani bunlar aşağılık insanlardır. Maide suresinin 49 ve 59. ayetlerinde Kitap Ehli bağlamında insanların çoğunun fâsık olduğu tezi yeniden işlenirken, 60. ayette (Yahudilerin) içinden, maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar çıktığı hatırlatılarak, fâsıklığın bu tür kişiliksizlikleri ifade ettiği anlaşılmaktadır. Fâsık olan ekseriyetin, günah, düşmanlık ve haram yemede birbirleriyle yarıştıkları da yine Kur’an tarafından açıklanmaktadır. (7/A’raf, 62).

Kur’an, müşriklerin, Allah ve Rasulü nezdinde hiçbir ahidlerinin olamayacağını bildirmektedir. Müslümanlarla andlaşma yapmış olanlar ise bunun dışındadır. Bu demektir ki, müşrikler Allah ve Rasulü katında hiçbir değer ifade etmemektedir, hiçbir öneme haiz değildirler. Yani yok hükmündedirler. Eğer müşrikler mü’minlere galip gelirlerse ne andlaşma dinlerler, ne de bir kural. (9/Tevbe, 7-10). Onların kalpleri mü’minlere ve İslam’a karşı düşmanlık ve kin doludur. Bunların çoğunluğu fâsıktır. (9/Tevbe, 8). İşte fâsıklık, kural dinlememek, söze, ahde bağlı kalmamak demektir. Zemahşerî’nin deyimiyle, bunlarda, ahlaksızlık, namussuzluk yapmaktan çekinecek ne itikadi bir engelleri, ne insani bir meziyetleri, ne de kişilikleri vardır. Dinleri, ahlakları, Allah korkuları olmadığı için, söz, ahid, kural, incelik, sadakat gibi meziyetleri bulunmaz.

Kur’an’a göre, hiçbir kitapları olmayan Mekke müşrikleri gibi, Ehli Kitap da ‘ekseriyet’ itibariyle fâsıktır. Türkçesiyle ‘yoldan çıkmışlardır’. Al-i İmran suresinin 110. ayetinde, Ehli Kitap içinde iman edenlerin bulunduğu, fakat çoğunluğun (ekser) fâsık olduğu açıkça ifade edilmektedir. (3/Al-i İmran, 110). Maide suresinin 59. ayetinde yine, ‘ekserisi fâsıktırlar’ denilen gruplar Ehli Kitap’tır. Nasıl fâsık olmasınlar ki, Ehli Kitap, mü’minler (Muhammed ümmeti) sırf Allah’a, Muhammed’e indirilene ve daha önce indirilmiş olan vahiylere inanıyorlar diye, onlardan intikam almaktadır! (5/Maide, 59). Mü’minleri sevmemektedirler. Halbuki Kitap Ehli, eğer gerçekten Kitab’ın ehli olsaydılar, kafirleri değil de mü’minleri dost edinirlerdi. Mü’minleri kardeş ve dost bilirlerdi. Çünkü mü’minlerle aynı Allah’a iman etme iddiasındadırlar. Mü’minler onların peygamberleri dahil, peygamberler arasında hiçbir ayrım yapmazken, Ehli Kitap, Muhammed’i düşman bilmiş, Mekke putperestleriyle birlik olup Muhammed (a.s) ve mü’minlerin üzerine çullanmışlardır. Allah onları muhammed (a.s)la ortak kelime üzerinde birleşmeye çağırırken (3/Al-i İmran, 64), onlar kafirlerin yanında izzet aramışlar ve mü’minleri saptırmanın yollarını aramışlardır. (3/Al-i İmran, 69).

İşin doğrusu, Ehli Kitab’ın işbu intikam duygusu, yani mü’minlere olan buğuz, kin ve nefretleri, 1400 senenin eskitemediği bir vakıadır. Herhangi bir azalma, iyiye doğru evrilme söz konusu değildir. Günümüzde Ehli Kitab’ı göz önüne alırsak, bunların neden -ekseriyetle- fâsık sayıldıklarını daha iyi anlarız. Günümüzde, ‘müslüman’ kimliğini taşıyan bazı kesimleri de dinlerarası diyalog, hoşgörü gibi sloganlarla yanlarına çekebilmişler, ihanet şebekesini birlikte yürütmektedirler. Eğer Ehli Kitap mü’minlere böyle davranmamış olsalardı, fâsık olmayacaklardı. Ya da, fâsık olmasalar mü’minlere böyle davranmayacaklardı.

Mü’minler Kitap Ehli gibi olmamaları konusunda uyarılmıştır. Çünkü Ehli Kitab’ın üzerinden uzun zamanlar geçmiş ve kalpleri katılaşmıştır. Onların ekserisi fâsıktır. (57/Hadid, 16). Hadid suresinin 26. ayetinde, Nuh ve İbrahim’in soyunun çoğunluğunun fâsık olduğu belirtildikten sonra, 27. ayette bilhassa İncil Ehli söz konusu edilmektedir. İsa Peygamber’e inanan toplumun kalplerine bir yumuşaklık, şefkat ve merhamet konulduğu belirtilmekte, uydurdukları ruhbanlığı ise Allah istemediği halde, Allah’a rağmen icad ettikleri, ama ona da gereği gibi uymadıkları, yani kendi koydukları kuralları kendilerinin -çıkarları doğrultusunda- bozdukları hatırlatılmaktadır. İşte bu İncil Ehli içindeki iman edenlere Allah mükafâtlarını vermiştir, fakat bunların çoğunluğu fâsıktır. (57/Hadid, 27).

Ehli Kitap (İsrailoğulları), kendilerine indirilen sözleri (Musa şeriatını), başka sözlerle değiştirip tahrif ve tebdil ettiği için de fâsıktır. (2/Bakara, 59).
Çok ilginçtir, müşrikler ve Kitap Ehli’nin aksine, münafıklar söz konusu olunca, Kur’an seçmeci değil, toptancı bir dil kullanarak, "Münafıklar fâsıkların ta kendileridir" buyurmaktadır. (9/Tevbe, 67). Peki, neden müşriklerin ‘ekseriyeti’ de, münafıkların tamamı fâsıktır? Bunun bir anlamda gerekçesi olarak Kur’an şunları göstermektedir: Münafıklar münkeri emreder, marufu nehyederler; ellerini sıkı tutarlar; onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. (9/Tevbe, 67). Allah kafirlere olduğu gibi münafıklara da lanet etmiştir. (9/Tevbe, 68).

Münafıklarla ilgili bu toptan reddiyeci tutum aynı surenin 84. ayetinde bir kez daha yinelenmektedir: "Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma. Onun kabri başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Rasulü’nü inkar ettiler ve fâsık olarak öldüler." (9/Tevbe, 84).

Müşrik olmanın gelenekler, eğitim, ana-baba kültü gibi değişik sebepleri mevcuttur. Fakat münafık olmak başlı başına bir tutumdur. Münafıklığın toplumsal şartlar gibi açıklayıcı mazeretleri olamaz. Tamamen iradeye dayanır. Münafıklık aynı zamanda bir kişilik bozukluğudur. Ciddi bir ahlaksızlıktır. Hasbel kader müşrik olunabilir ama, hasbel kader münafık olunamaz. Kur’an’ın münafıkların kâffesini fâsık sayması buna dayanıyor olmalıdır.

Kur’an, inanmış gözükerek, bütün süfli değerleri Allah rızasının önüne geçirenleri fâsık sayar: Her kim, babasını, oğullarını, kardeşlerini, eşini (karısını), aşiretini, kazandığı malları, zarar etmesinden korktuğu ticaretini, çok sevdiği evini [villasını vb..], Allah’dan, Rasulü’nden ve Allah yolunda cihaddan daha fazla seviyorsa, bu sayılanları Allah, Rasulü ve fi sebilillah cihada tercih ediyorsa, işte bu kişi fâsıktır, onun mensup olduğu topluluk da ‘fâsık kavim’dir. (9/Tevbe, 24). Burada fâsık kavramının biraz daha netleştiğini görmekteyiz. ‘İnandım’ diyen insanlar ‘yola girmiş’ gibi iken, yukarıda sayılan bir yığın -ki dünya hayatının bayağı değerlerinin tamamını oluşturuyor- gerekçeyi Allah rızasının önüne geçirmekle yoldan çıkmaktadırlar. Bu, ahdinde durmamaktır. Allah’ın vaadine tam olarak kalbinin kanaat etmemesidir.

Günümüzde biz müslümanların Kur’an’ın bu irşadına çok ama çok dikkat etmemiz gerekmektedir. Bizim ayağımızın kaydığı en hassas alanlar işte bunlardır. Anne-baba, eş, çocuk sevgisi, para, mal-mülk, ev ve araba tutkusu, ticaret, ‘iyi bir gelecek’ gibi ikonlar ne yazık ki biz müslümanları da kuşatabilmekte, ama çok masum taleplermiş gibi kendi kendimizi aldatabilmekteyiz. Bu aldanışa tutulmuş müslümanlar artık çoktan ‘fâsık’ sıfatını kazanmışlar ama farkında değillerdir. Bilhassa 1990’lı yıllardan bu yana müslümanların yaşadığı fikrî, akidevî hezimet tam bir fısk halidir. Günlük hayatlarındaki değerleri Allah’ın değil de, İslam dışı ideolojilerin belirlediği ‘müslümanlar’, neredeyse eşleri izin vermiyorsa namaz bile kılmayacak duruma geldiler. Dolayısıyla fâsıklığı hep ‘dışarıda’ aramak yerine, biraz da kendi nefislerimize yönelmemiz bizi Allah’a belki daha çok yaklaştıracaktır.

Müslümanlar Allah’ın değil de, İslam dışı (İslam düşmanı) ideolojilerin hükümleriyle hükmetmenin ne kadar medeni bir şey olduğunu keşfettiler! Oysa Allah’ın indirdikleriyle hükmetmemek de fâsıklıktır. Çünkü Allah, kendisiyle hükmedilsin diye vahiy göndermiştir. Allah’a iman etmiş görünüp de O’nun inzal ettiği buyruklarla hükmetmemek, yoldan çıkmak, Allah’a verilen sözü kaldırıp atmaktır. Kur’an’da mütemadiyen Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek gerektiği hatırlatılır. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler önce kafir (5/Maide, 44), sonra zalim (5/Maide, 45), sonra da fâsık (5/Maide, 47) kategorisine yerleştirilir. Maide suresinin 49. ayetinde de Allah’ın indirdikleriyle hükmetmesi, (Ehli Kitab’ın) arzularına uymaması ve kendisini, Allah’ın indirdiklerine uymamak yönünde saptırmalarına karşı uyanık olması hususunda Muhammed (a.s) uyarılır ve ayetin sonunda insanların çoğunun fâsık olduğu bir kez daha hatırlatılır. (5/Maide, 49).

Bu arada, yeri gelmişken değinmekte fayda var. Kur’an’daki "darul fâsıkqiin" (7/A’raf, 145) şeklinde geçen kavram, ‘dâr’ tartışmalarına ışık tutacak niteliktedir. ‘Darul fâsıkqiin’ (fasıklar yurdu)nu ‘darul fısq’ (fısk ülkesi) olarak terimleştirilebiliriz. Bu terim Musa (a.s)a karşı çıkan, onu cezalandırmak isteyen kavmi için bu söz kullanılmıştır. Bilindiği üzere ‘dâr’ bugünkü anlamda ‘ülke’ kelimesine tekabül etmektedir. Demek ki Allah’ın hükümleriyle hükmedilmeyen ülkelerin fıkhî statüsünü tayin etmek için ‘darul harp’ kavramı tek tanım değildir.
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek sanıldığı gibi sadece yönetim erkini alakadar ediyor değildir. Bu ilkin kişi(ler)in günlük hayatında başlamaktadır. Kur’an’ın inşa ettiği o mükemmel sistemde, küfür, şirk, istikbar, fitne, zulüm, zina nasıl birer fısk (yoldan çıkma) iseler, Allah’ın yarattığı tertemiz rızıklar dururken, leş, kan, domuz eti, Allah’dan başkası adına ve dikili taşlar (put temsilleri) adına kesilen (kurban edilen) hayvanları yemek de birer fısktır, yoldan çıkmaktır. En büyük günah olan şirkle, kesilmeden ölmüş bir hayvanın etini yemenin fısk sayılması arasındaki bağıntıyı anlamak zor değildir. Bunu şöyle açıklamak mümkündür.

Tevhid bir sistemdir, bu sistemin en tepesiyle en tabanı arasında bir bütünlük, ahenk ve intizam söz konusudur. Eğer ki Allah’a eş koşmak, Allah’a ilişkin gerçekleri ‘örtmek’ (küfür) fısk, yani yoldan çıkma, asıldan sapma ise, bir leşi yemek de asıldan sapma, yoldan çıkmadır. Keza, putlar adına kurban kesmek de. Çünkü Allah’ın dışında hiç kimseyi Allah’a yapılan tazim ve takdis gibi kutsallaştırmamak gerekir. Allah’ın dışında hiç kimse, adına kurban kesilecek kadar yüceltilemez. Yüceltiliyorsa bu, yoldan çıkmaktır, sapmaktır. Çünkü doğru ve asıl olan yol, insanın insana insan dozunda yaklaşması, insan ölçüsü dahilinde hürmet etmesidir. Bundan fazlası insanın insanı putlaştırması olur. İnsanı tanrı edinmek olur. Bu bir sapmadır. Bunun gibi leş de, sahih, taze, temiz, sağlıklı, kısacası yenmeye elverişli bir hayvanın, zamanında kesilemediği için bozulmuş, ifsad olmuş, kokmuş, kısacası yenmeye elverişsiz hale gelmiş şeklidir. Normal dışıdır. Sağlıklı ve temiz olan hayvanı kesip yemek insanı besleyici ve güç verirken, yaratılış kanunlarına muvafıkken, leşi yemek tam tersine hastalık sebebidir, kötüdür, yaratılış kanunlarına aykırıdır. Dolayısıyla fısktır.

Aynı şekilde, keserken Allah’ın adı anılmayan, yani Allah’ın adına kesilmeyen hayvanların eti de fısktır. (6/En’am, 121). Allah bundan yemeyin buyurmaktadır. Demek ki Kur’an’ın tevhid ilkesiyle tüketim kültürü birbirinden ayrı-gayrı değildir. Her ikisi de aynı esastan neş’et etmektedir.

Benzer şekilde falcılık da fısktır. Çünkü fal, gaybı bilmesi mümkün olmayan insanın, bilmediği bir alana burnunu sokması, biliyormuş rolü oynamasıdır. Hem kendini hem de hemcinsini kandırmasıdır. Bundan haksız kazanç elde etmesi de işin cabasıdır. Halbuki insan haddini bilmeli, sahtekarlık yapmamalı, insanları kandırmamalıdır. Her şeyi helal yollardan elde etmeye çalışmalıdır.
Maide suresinin 90-91. ayetlerinde, içki ve kumarı da ilave ederek, putların ve falcılığın fısk olmasının nedeni açıklanmaktadır: Çünkü bunlar şeytan işi pisliklerdir. Şeytan içki ve kumarla insanlar arasına kin ve düşmanlık sokmak ister. (5/Maide, 90-91). Bu ayette ‘pisliktir’ diye tercüme ettiğimiz ‘rics’ kelimesi En’am suresinin 145. ayetinde de domuz etini nitelemektedir. Allah’ın kulları için yarattığı temiz yiyecekler tayyibat (2/Bakara, 57, 172; 5/Maide, 4 vb..), haram kılınanlar ise fısktır.

Kur’an’ın hedeflediği toplum modelinde fâsıklarla mü’minler iki ayrı sınıftır. İman etmek ve salih amel işlemek mü’minlerin, fısk işlemek de fâsıkların (kafirlerin) özelliğidir. (32/Secde, 18-20). Şu halde fâsıkların ahlakı mü’minlerin ahlakı gibi olamaz. Kur’an-ı Kerim Lut kavmini fısk yapmakla suçlamakta ve Allah’ın, bu fıskları sebebiyle üzerlerine ricz indirdiğini haber vermektedir. (29/Ankebut, 34). "Üzerlerine ricz indirilmek" fâsıkların genel özelliğidir. (2/Bakara, 59). "Kötü, fâsık bir kavim" olarak nitelenen bu kavim, "çirkin işler yapan" (ta’melü’l habâis) bir kavimdi. (21/Enbiya, 74). Bu kötü işlerin cinsel sapmalar olduğu anlaşılmaktadır. Lut kavmi, Lut peygamber’in beşer suretindeki (melek) misafirlerine saldıracak ve Lut’un, "İşte kızlarım, onlar sizin için daha temizdir" sözüne karşılık: "Senin kızlarınla işimiz olmadığını biliyorsun ve esasında ne istediğimizi sen çok iyi bilirsin!" (11/Hud, 78-79) diyecek kadar ahlaksızlıkta ileri gitmiş, sefih bir kavimdi. İşte, ahlaksızlığın en aşağısına inmiş bu sefih toplum Kur’an dilinde ‘fâsık bir toplum’dur. Günümüzde modern eğlence merkezlerinde çılgınca eğlenen, içki, kumar, fuhuş düşkünü, yemek yedikleri tabakları kırmak bile eğlencelerinin bir parçası olan, hiçbir ahlaki kaygı, ayıp, günah, haram, edep, saygı, gibi kavramların hiçbirini bilmeyen sefihleri gördükçe insanın aklına hep bu fâsık Lut kavmi gelmektedir.

Zina yapmak, bunu meslek haline getirmek (fuhuş) en kötü fiillerden biri iken, Lut kavmi ile özdeşleşen homo****üellik fiili daha büyük bir sapma, aşağılıkların en aşağısı bir fiildir. Allah’ın, şirki "karanlık üstüne karanlık" istiaresiyle anlatması gibi, bu da ahlaksızlık üstüne ahlaksızlıktır. Dolayısıyla sapma üstüne sapmadır. Fıskın yayılması için, şeytan ve dostları (hizbuşşeytan) mütemadiyen bütün yollarla çalışmaktadır. ‘Demokratik haklar’, ‘özgürlükler’ ve ‘insan hakları’ gibi kavramlar daha ziyade, Lut kavmiyle anılan ahlaksızlık ve namussuzluğu yaygınlaştırmak için kullanılmaktadır. Demokrasi bu fıskın bulaşmadığı hiçbir mekan kalmaması için en müsait vasatı temin etmektedir.

Zina nasıl bir günah ve fısk ise, namuslu bir kadına zina iftirası atanlar da aynı derecede ‘fâsık’tırlar. (24/Nur, 4). Zina iftirasını atan müfterilerin şahitliği asla kabul edilmeyecektir. Çünkü artık bu fâsıklar ‘adamlık’ vasfını yitirmişlerdir. Dolayısıyla, müslümanların da dillerine olanca itinayı göstermeleri, en hoşlanmadıkları kadınlar da olsa, ‘zina yaptı’ anlamına gelen sözcükleri kullanmamaları dini bir görevdir.

Şahitliği kabul edilmeyen, toplum içinde değerini, kişiliğini, güvenilirliğini yitirmiş bu ahlaksız insanlardan gelen, yani fâsık kaynaklı haberlere asla güvenmemek gerektiğini Kitabımız Kur’an bize öğretmektedir. (49/Hucurat, 6). Bize fâsık birinin bir haber getirdiğinde mutlaka doğruluğunu araştırmamız emredilmektedir. Çünkü fâsık, ahlaksızdır ve güvenini yitirmiştir. Aksi taktirde, bilmezlik sonucu, herhangi bir topluma, grup ya da kişiye zarar vermiş oluruz. Demek ki bir insanın güvenilir olması için, Allah’dan korkan, Allah’a iman etmiş bir mü’min olması şarttır. Bu, fâsıkların verdiği hiçbir haber doğru olmaz anlamında alınmamalıdır. Fakat burada söylenen, fâsıkın verdiği haberin -bilhassa stratejik önemi olan- her zaman güven sorununu içinde taşıyor olması ihtimalidir. Demek ki fâsıkın haberinin doğruluğundan emin olmak zorundayız. Fâsıklardan yayılan haberlerin bazen ‘doğru’ olması, onların fâsık olmaları gerçeğini değiştirmez. Biz müslümanlar, fâsıkın verdiği haberin güvenilmez olmasının ne anlama geldiğini çok iyi bilmekteyiz. Hayat denen dershane bize az tecrübe kazandırmadı. Fâsıklar her gün bütün dünyayı 24 saat boyunca yalan, yanlı, yanıltıcı haber bombardımanına tabi tutmaktadırlar.

Her açıdan ahlaklı bir toplum inşa etmeyi hedefleyen Kur’an, mü’minlerin birbirleriyle nezih bir ilişki kurmalarını emreder. Alaycı, imalı, kaş göz işaretleriyle yapılan konuşmaları yasaklar. Mü’minler birbirlerini ayıplamayacak, birbirlerine kötü lakaplar takmayacaklardır. Kur’an bütün bu edepsiz tutum ve davranışları "iman ettikten sonra fısk işlemek" olarak adlandırır. (49/Hucurat, 11). Kur’an’ın bu uyarısını küçümsemek mü’minlerin vasfı olamaz. Çünkü Allah mü’minlere imanı sevdirmiş; küfrü, fıskı ve isyanı çirkin buldurtmuştur. (49/Hucurat, 7). Mü’minler birbirlerine zarar vermemelidirler. Kur’an, bir borçlanmayı yazan katibin ve olaya şahitlik yapan şahidin de zarar görmemesini garanti etmek istemektedir. Aksi taktirde bu tam bir fısk (fâsıklık) olacaktır. (2/Bakara, 282).

Allah fâsık bir kavimden asla razı olmayacak, (9/Tevbe, 06) tevbelerini kabul etmeyecek, fâsık bir kavmi hidayete erdirmeyecektir. (9/Tevbe, 80, 24; 5/Maide, 108). Çünkü onlar kafirdirler. Allah ve Rasulü’nü inkar etmektedirler. Bunlar için Peygamber yetmiş defa af dilese de yine durum değişmeyecektir. (9/Tevbe, 80; 63/Münafikun, 6). "Onlar için bağışlanma dilesen de, bağışlanma dilemesen de birdir: Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır! Onlardan hiçbir hayrı da kabul etmeyecektir. (9/Tevbe, 53). Çünkü fâsıkların hayrı olmaz. Kur’an’ın bu ayeti günümüz halk diline en iyi şu şekilde çevrilebilir: "Hayrınız başınıza çalınsın!" Evet, fâsık/kafirlerin hayrı başlarına çalınsın! Çünkü onların ‘hayrı’ mutlaka bir şerrin ikamesi içindir. Kur’an’da hikayesi anlatılan kafir kavimler ve benzerleri, kalbi mühürlenmiş kafirler ve fâsık toplumlardır. (7/A’raf, 101-102). Fâsıkların iman etmeyeceği Allah katında yazılıdır. (10/Yunus, 33). Dolayısıyla fâsıklar topluluğuna kesinlikle üzülmeye değmez. Tıpkı Musa’nın, fâsık kavmine üzülmemesi hatırlatıldığı gibi... (5/Maide, 26). Çünkü onlar, Musa’nın cihad çağrısı karşısında: "Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturacağız!" diyecek kadar alçalmışlardı. (5/Maide, 24).

Allah fâsıkları cehennem azabıyla cezalandıracaktır. Onların durağı nar’dır. (32/Secde, 20). Kafirler topluluğu, dünyada yaptıkları fısklarının, yeryüzünde haksız yere büyüklenmelerinin küçük düşürücü cezasını ahirette çekeceklerdir. (46/Ahkaf, 20). Allah’ın ayetlerini yalanlayan kafirler, fısklarının gereği olarak mutlaka azapla cezalandırılacaklardır. (6/En’am, 49).

Fâsık kavimlerin dünyada helak edilerek cezalarını bulmaları da beklenen bir şeydir. (46/Ahkaf, 35). Fâsık kavimlerin helaki, şımarık, azgın fâsık ileri gelenlerin (mütref/mele) azgınlığı, taşkınlığı ve haddi aşması sebebiyle olur. (17/İsra, 16). Firavun ve kavmi bu fâsıklardandı. (27/Neml, 12; 28/32). Vicdanları da Allah’ın dinine tam kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirle, bile bile inkar etmişler, sonunda da bir şekilde helak edilmişlerdir. (27/Neml, 13). Musa onlara şu şekilde sesleniyordu: "Ey kavmim! Benim, size gönderilmiş Allah’ın bir elçisi olduğumu bildiğiniz halde beni niçin incitiyorsunuz?" (61/Saf, 5). Ama onlar fâsık bir kavim olduğu için Allah onları hidayete erdirmedi.
Musa’nın kavmi gibi, Ad, Semud ve onlardan önce Nuh kavmi de helak edilmişlerdi. Çünkü bunlar fâsık kavimlerdi. (51/38-46).

Kur’an’ın tanımında sadece Firavun gibi zalim diktatörler değil, onlara körü körüne itaat eden ahmak kavimler de fâsıktır. Çünkü Firavun gibi dikta sahipleri, tek başlarına cürümleri işlemiş değillerdir. Bu cürümleri kavimleri ile birlikte işlemişlerdir. Firavun, kavmine, Mısır’ın mülkünün, şu akıp giden ırmakların kendisine ait olduğunu, kendisinin, lafı bile doğru dürüst anlatamayan Musa’dan daha üstün olduğunu ileri sürerek onları saptırıyor. Onlar da kolayca sapıyorlardı. "İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümsedi, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar fâsık bir kavimdi." (43/Zuhruf, 54). Buradan anlaşıldığına göre, fâsık/zalim bir tirana itaat etmek de fâsıklıktır.

Allah, fâsık kavimleri sürekli denemeden geçirmektedir. Deniz kenarında oturan, Sebt günü çok balık gelen, diğer günler ise ağlarına balık düşmeyen İsrailoğulları örneği bunlardan biridir. (7/A’raf, 163). Ama fâsık kavimler, bu durumların kendileri için bir imtihan olduğunu bilmemekte, taşkınlıkları artarak devam etmektedir. Hendek, Kureyzaoğulları, Kaynuka oğulları gibi Yahudi kabilelere müslümanlar eliyle Allah’ın tattırdığı belalar da o fâsık kavimler için bir bela idi. (59/Haşr, 5). Bugünkü fâsıklara da, o günkü müslümanlar gibi müslümanlar zuhur ettiğinde aynı belaları tattıracaktır. Bundan hiç kuşku duymamak gerekir. Selam derdi hakkın rızası olanların üzerine
 
Üst Alt