Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

El mustafsa'dan seçmeler-tür ve sayı itibariyle bir'in mahiyeti

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
Haramın, vacibin zıddı olduğunu anladıysan, -çünkü haram terki iktiza edi­len, vâcib de yapılması iktiza edilendir- bir şeyin hem vâcib hem haram; hem tâat hem masiyet olmasının imkansız olduğu artık sana kapalı kalmaz. Fakat bazan, sana 'bir'in hakikati kapalı kalabilir. Bir (vâhid), 'nevi (tür) itibariyle bir' ve 'sa­yı itibariyle bir' olmak üzere iki kısma ayrılır.
Tür itibariyle bir, msl. secde gibi fiillerdir. Çünkü secde, bir fiil türüdür. Do­layısıyla vâcib ve haram kısımlarına ayrılması mümkündür. Secdenin kısımlara ayrılması, vasıflara ve -Allah'a secde etmek, puta secde etmek gibi- izafetlere gö­redir. Zira bu iki secdeden biri vâcib, diğeri haramdır ve bunda hiç bir çelişki yoktur.
Mutezileden bazısı, bunun bir çelişki olduğunu ileri sürmüştür. Şöyle ki; secde emredilmiş bir tek türdür. Dolayısıyla secdenin yasaklanması mümkün de-ğüdir. Aksine, puta secde eden, bizzat secde etmesi sebebiyle değil, putu ta'zim kasdı sebebiyle asi olmuştur.
Mutezilenin bu anlayışı, fahiş bir hatadır. Çünkü, emir ve nehyin ilişkin ol­duğu noktalar farklı olursa, tenakuz söz konusu olmaz. Puta secde etmek Allah'a secde etmekten farklıdır. Çünkü, izafetlerin ve sıfatların değişmesi, başkalaşmayı gerektirir. Zira şey, kendi nefsinden başka olamaz. Başkalaşma (muğayeret), ba­zan türün değişmesi, bazan vasfın değişmesi, bazan da izafetin değişmesiyle olur. Nitekim Allah Teâlâ "Güneşe ve aya secde etmeyin. Allah'a secde edin" {Fussi-let, 41/37} demiştir. Burada emredilen şey (secde), aynı zamanda yasaklanan şeydir. Güneşe secde edenin, hem bizzat secde, hem de kasıt sebebiyle asi oldu-[I, 77] Su hususunda icma vardır.
Onların 'secde bir tek türdür' sözleri, bu türün, amaçları farklı kısımlara ay­rılması yanında, bir şey ifade etmez. Zira bu secdenin amacı, Allah'ı tazim değil, putu tazimdir. Fiilin yönlerinin değişmesi, çelişkiyi kaldıran başkalığın (gayriyet) meydana gelmesi hususunda, bizzat fiilin değişmesi gibidir. Çünkü çelişki, an­cak, bir'e izafetle olur; başkalık (muğayeret) varken de birlik yoktur.
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
el mustasfa-bir şeyin emredilmesi o şeyin zıddının yasaklanması anlamına gelirmi?

el mustasfa-bir şeyin emredilmesi o şeyin zıddının yasaklanması anlamına gelirmi?

Bu konuda usulcüler ihtilaf etmişlerdir. Meselenin iki yönü vardır:
a)Bu yönlerden birincisi, sıyga'ya ilişkin olup, em'rin bir sıygası olmadığı görüşünde olanlar açısından tutarlı ve uygun değildir. Emrin bir sıygası olduğu görüşünde olanlara göre ise, 'kalk!' sözünün, 'oturma!' sözündan başka olduğunda şüphe yoktur. Bu iki söz, değişik iki biçimdir. Öyleyse, bu görüşte olanlar, an-lam'a başvurmak durumundadırlar. Bu anlam da şudur; 'kalk!' sözünün iki mef­humu vardır: Biri 'kalkmanın istenmesi', diğeri 'oturmanın terkedilmesi'dir. Bu­na göre 'kalk' sözü iki anlama delalet etmektedir. Bu sözden anlaşılan iki anlam ya bir ve aynıdır ya da bu anlamlardan biri diğerinden başkadır; Öyleyse İşi anla­ma havale etmek gerekir.
b)Bu yönlerden ikincisi ise, nefiste kaim olan anlamı araştırmaktır; yani ayağa kalkma talebi, bizzat oturmayı terk talebi midir yoksa değil midir? Bunu Allah Tcâlâ hakkında varsaymak mümkün değildir. Allah'ın kelamı tektir ve o da nehiy ve emirdir; vaad ve vaîddir. Bu söze başkalığın (ğayriyet) girmesi muhte­mel değildir. Öyleyse, bu yaratılanlar açısından varsayılmalıdır; yani kişinin ha­reket talebi, biaynihi sükunu kerih görme ve sükunu terk talebi midir?
Mutezile, bir kayıt getirmeksizin, 'bir şeyi emretmek onun zıddını yasakla­mak değildir' demişlerdir.
Kadı Ebu Bekr, Mutezileye karşı, şöyle diyerek istidlal etmiştir: Hilaf yok ki, bir şeyi emreden, onun zıddını yasaklamıştır. Eğer, emrine başka bir şeyin bi­tiştiğine dair bir delil yoksa, bu emriyle, o hem emretmiş hem de yasaklamış ol­maktadır. Bu suretle anlıyoruz ki; sükun, hareketi terketmenin ta kendisidir; cev­herin, intikal ettiği bir boşluğu doldurması, daha önce bulunduğu yeri boşaltma­sının aynıdır. Bu bir tek fiil olup, doğu yönüne izafetle uzaklaşma; batı yönüne izafetle ise yakınlaşmadır; bir oluş, bir yere izafetle 'işgal', bir yere izafetle 'bo-şaltma'dır. İşte bunun gibi burada da bir talep, sükuna izafetle emir, harekete nis-betle nehiy'dir. Kadı devamla şöyle demiştir: Emrin yanında başka bir şeyin bu­lunmadığına delil şudur; bu başka şey, ya ona 'zıt'tır ya onun 'benzeri (misi)'d ir veya ona 'aykın'dır (hilaf). Ona zıt olması imkansızdır. Çünkü iki zıt bir araya gelmez. Halbuki bu ikisi bir araya gelmiştir. Yine, İki benzerin (misi) tezadı se­bebiyle onun misli olması da muhaldir. Yine ona aykırı olması da imkansızdır; Şayet ona aykın olsaydı, biri olmaksızın diğerinin var olması mümkün olurdu, [j, 82] Tıpkı bir şeyi bilme ile birlikte o şeyi irade etme gibi; bu ikisi farklı olduğu için, her ne kadar ilim olmaksızın irade tasavvur edilemezse de, irade olmaksızın il­min varlığı tasavvur edilebilir. Hatta bunun, diğerinin zıddı ile birlikte bulunması tasavvur edilebilir. Hareketi yasaklamanın zıddı, hareketi emretmektir; Öyleyse bu kişinin, hem sükunu, hem de hareketi ikisini birden emretmesi caiz olsun ve 'hareket et ve dur', 'kalk ve otur' desin.
Kadı'nin bu zikrettiği, Mutezile aleyhine delildir. Çünkü Mutezile, imkansız bir şeyle mükellef tutmayı (teklîfu'l-muhal) kabul etmiyorlar. Aksi takdirde, bu­nu caiz görenler, 'kalkma ve oturma arasını birleştir' demeyi de caiz görür.
Biz, bir şeyi emreden kişinin, zaruri olarak, aynı zamanda, o şeyin zıddını nehyetmiş olacağını kabul etmiyoruz. Aksine, bu kişi, emrettiği şeyin zıddını em­retmiyor veya nehyetmiyor olabileceğinden öte, onu emredebilir de.
Kısaca söylemek gerekirse; 'kelamu'n-nefs'i isbat üzerine detay olarak yap­tığımız nazarî-kelamî araştırma sonucunda bizce sahih olan şudur:
Bir şeyi emretmek, o şeyin zıddının yasaklanması demek değildir; ne, emre­dilen şeyin, yasaklananın aynısı olduğu anlamı ile; ne onu içerdiği anlamı ile, ne de onun ayrılmazı olduğu anlamı ile. Tam tersine, bir kimsenin, zıtlanndan ha­bersiz olduğu bir şeyi emretmesi tasavvur edilebilir. Bu durumda, farkında olma­dığı bir şeye ilişkin olan bir söz, onun zatıyla nasıl kaim olabilir! Aynı şekilde zıtları hiç hatırında olmadığı halde, bir şeyi yasaklayabilir, hatta bunun, zıtlannda bi-aynihi olmayan birini emredebilir. Emredilen şeyin zıtlanndan gafil olmaksı­zın bir şeyi emretse, bizzat bu sözle, emredilen şeyin zıtları hususunda amaçlan­mış bir yasaklama (zecr) kaim olmaz; ancak, emredilen şeyin yapılması, ancak zıtlanndan birinin terkedilmesiyle mümkün olması durumu hariç. Bu takdirde, emredilenin zıtları m terk etmek, talebin kendisiyle irtibatlı olması hükmüyle ol­mayıp, varoluş zarureti hükmüyle bir vesile (araç) olur. Hatta imkansızlığına rağ­men (farzı muhal) şayet kalkma ile oturmanın birlikte yapılabileceği tasavvur edilecek olursa, ona 'kalk!' denilince, o kalkma ile oturmanın arasını cem etse, emre uymuş olur. Çünkü o kalkmayı meydana getirmekle emrolunmuş ve onu meydana getirmiştir.
Bu görüşü benimseyenler, Mutezileden Ka'bînin saçmalıklarını da benimse­mek durumunda kalırlar. Şöyle ki; Ka'bî 'haramın terki olmayan hiç bir mubah yoktur (bütün mubahlar haramın terkidir)' diyerek mubahı inkar etmiştir. Bu du­rumda Ka'bî, eğer, hemen ödenmesi (alel-fevr) vâcib olan zekatın terkedilmesine yol açıyorsa, namazı da haram olarak vasıflamakttofurnunda kalır.
Birisi çıkıp 'nehiy, zıddı emretmek değildir; fakat emir zıddı yasaklamaktır' şeklinde bir ayırım yapsa, bu ayırım için sırf tahakkümden başka bir yol bula­maz.
Denirse ki:
Siz 'vacibe, ancak kendisiyle ulaşılabilen şey vâcibtir' diyorsunuz. Öyleyse, bir şeyi yapmaya, ancak zıddım terketmekle ulaşılabiliyorsa, bu da vâcib olsun!
Deriz ki:
Biz bunun vâcib olduğunu zaten söylüyoruz. Ancak tartışma, bunun vâcib kılınmasının, emredilenin vâcib kılınmasının aynısı mı yoksa başkası mı olduğu hususundadır; 'Yüzünü yıka' denildiğinde, bu sözün kendisi, başın bir bölümünü yıkamayı vâcib kılma değildir. Yine 'gündüz oruç tut' sözü, bizzat, gecenin bir kısmında yemeden içmeden elçekmeyi (imsak) vâcib kılmaz. Bunun içindir ki, yalnızca gündüz orucuna niyet gereklidir. Fakat bu (imsak), aklın, bunun vücu-buna delaleti ile vâcib olmuştur. Çünkü, imsak, bu icabın aynı olmayıp, emredi­lene bir vesiledir. Bu itibarla, iki söz arasında aykırılık yoktur.[8]
(I, 83]
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
el mustasfa--mekruh emir kapsamındamıdır?

el mustasfa--mekruh emir kapsamındamıdır?

Haram ile vâcib birbirine zıt olduğu gibi, mekruh ve vâcib de birbirine zıttır. Bir şeyin hem emredilmiş, hem mekruh olmaması için, mekruh emrin altına dahil değildir. Ancak eğer mekruhluk (kerahiyet), msl. hamamda, deve yatağında ve vadinin ortasında namaz kılmak gibi, emredilen şeyin özüyle ilgili olmayıp, onun dışındaki bir şeye yönelik ise, bu takdirde mekruh emrin altına dahil olabilir veya bu takdirde bir şey hem emredilmiş hem mekruh olabilir. Vadinin içinde namaz kılma durumunda mekruh olan şey, sel tehlikesine maruz kalmak; hamamda na­maz kılma durumunda mekruh, üzerine su sıçramasına veya şeytanların üşüşme­sine maruz kalmak; deve yatağında namaz kılma durumundaki mekruh ise, deve­lerin saldırısına maruz kalmaktır. Bunların hepsi de, namazda kalbi meşgul eden şeylerdendir. Belki de bunlar, kerahetin, emredilenin mahiyetinden, şartlarından ve rükünlerinden hariç olduğu için, emredilene değil de emredilene komşu olan ve emredilenle birlikte bulunan bir şeye raci kılınmasının zarar vermemesi itiba­riyle, huşu'u bozmaktadırlar. Bu durumda, emir ve kerahet bir araya gelmiş ol­maz. Allah Teâlânın "Beyt-i Atîk'i tavaf etsinler" {Hâc, 22/29} sözü, tavaf etme­si zaten yasaklanmış olan abdestsizin tavafını içine almaz. Çünkü yasaklanan şey, emredilmiş olamaz. Gasbedilmiş evde namaz kılma meselesinde, yasaklanan husus, emredilenden ayrılmıştır. Çünkü, emredilen şey, namaz; yasaklanan ise, gasbdır ve gasb, emredilmiş olan namaza mücavir durumdadır.
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
el mustasfa--mükellefiyet

el mustasfa--mükellefiyet

Teklifin (Mükellef olmanın) şartı, hitabı anlayacak şekilde akıllı (âkil) ol­maktır. Cansız şeylerin, hayvanın, hatta deli ve temyiz gücü olmayan çocuğun mükellef tutulması doğru değildir. Çünkü teklifin muktezası, taat ve imtisaldir. Bu da ancak imtisal kasdıyla mümkündür. Kasdın şartı ise, kastedileni (maksud) bilmek ve teklifi anlamaktır. Her hitab, 'anlama emrini' de içerir. Anlamayan ki­şiye, nasıl, 'anla!' denilebilir; cansız şeyler gibi, sesleri işitmeyenle nasıl konuşu­lur! Hayvan gibi, sesi işitip de anlamayanlarda, hiç işitmeyen gibidir. Şöyle-böy-le,bir şey anlayarak işiten, fakat bunu akledemiyen ve tesbit edemeyen, mecnun ve gayr-i mümeyyiz gibi, kişilerle konuşmak mümkündür. Fakat bu kişilerde sa­hih bir kasıt bulunmadığı için, hitabın bunlar açısından imtisalı iktiza etmesi mümkün değildir.
Denirse ki:
Zekat vermek, mâlî cezalan (garâmât) ve nafakaları ödemek, çocuklar üzeri­ne vacib olmaktadır.
Deriz ki:
Bu gibi şeyler, hiç bir hususta, teklif değildir. Zira, başkasının fiilî ile mükel-
12 lef tutmak imkansızdır. Mesela diyet ödemek âkile [3] üzerine vacibtir; fakat bu
demek değildir ki, âkile başkasının fiili ile mükelleftir. Fakat bu, başkasının fiili- [L 84] nin, akılenin zimmetinde borcun (ğurm) sübutu için bir sebeb olduğu anlamına gelir. Başkasının malını itlaf etmek de böyledir. Nısab'a malik olmak bu hakla­rın/borçların çocuğun zimmetinde sabit olmasının sebebidir. Yani, çocuğun nısâb'a malik olması, velinin, şu anda, ona eda etme hitabında bulunmasının se­bebidir ve çocuğun buluğdan sonra muhatab olmasının sebebidir. Bu imkansız bir şey değildir. Muhal olan, anlamayana 'anla!' demek; işitmeyene ve akletme-yene hitab etmektir
Hükümlerin zimmette sübut ehliyeti ise, teklifi anlamaya yarayan akıl kuvvetini kabule, ileri ki bîr zamanda (fî sâni'1-hâl), kendisiyle hazır (istidatlı) olunan 'in­sanlık* vasfından elde edilir. Hatta, hitabı gerek bilfiil gerekse bilkuvve anlama ehliyeti olmadığı için, hayvan, zimmetine hüküm izafe edilmesine uygun değil­dir. Şartın, mevcut veya kısa zaman sonra hasıl olmasının mümkün olması gere­kir. Bu şartın bilkuvve mevcut olduğu söylenebilir. Nitekim, mâlikiyetin şartı 'insanlık*, insan olmanın şartı 'hayat'tir. Rahimdeki nutfe için, miras veya vasi­yet yoluyla mülk sabit olabilir. Halbuki hayat fiilen mevcut değildir; fakat bil­kuvve mevcuttur. Zira, bu nutfe hayata dönüşecektir. Ttpkı bunun gibi, çocuk da, sonunda 'aktl'a (gerekli aklî olgunluğa) kavuşacaktır. Bu yüzden, çocuk, şu anda teklife uygun olmasa da, zimmetine hüküm izafesine uygundur. Bu noktada he­men, bu hale göre, mümeyyiz çocuğun da namaz kılmakla emrolunması gerektiği söylenecek olursa, şöyle deriz; çocuk, veli tarafından namaz kılmakla emrolunur. Veli de, Allah tarafından çocuğa namaz kılmayı emretmekle emrolunmuştur. Ni­tekim, Hz. Peygamber, "Yedi yaşına geldiklerinde çocuklarınıza namaz kıl­mayı emredin ve on yaşına geldiklerinde -kılmazlarsa- dövün"[4] demiştir. Bunun sebebi şudur; çocuk velinin hitabını anlar ve dövmesinden korkar. Bu yüzden velinin hitabına ehil olur; Şari'in hitabını ise anlamaz. Çünkü çocuk he­nüz Şâri'i tanımamakta ve ahireti anlayamadığı için de, Şâri'in cezalandırmasın­dan korkmamaktadır.
Denirse ki:
Çocuk buluğa yaklaştığında, artık akletmeye başlar. Buna rağmen, Şer' onu mükellef tutmamıştır. Bu onun, aklının eksikliğine delalet etmez mi?
Deriz ki:
Kadı, bu durumun, buluğa yaklaşmış çocuğun aklının eksikliğine delalet edeceğini söylemiştir. Fakat bu görüş, benimsenebilecek tutarlı bir görüş değil­dir. Çünkü, çocukt?wmeni gelmesi onun aklını artırmaz. Fakat, bu durumdaki Çocuktan hitabın kaldırılması, kolaylık olsun diyedir. Çünkü akıl, bu çocukta, he­nüz örtüktür ve peyderpey ortaya çıkacaktır. Çocuğun, Şer'in hitabını anladığı; peygamber göndereni, peygamberi ve ahıreti tanıdığı sınıra, birden bire, vakıf ol­mak mümkün değildir. Şer', bu sınır için zahir bir alamet dikmiştir.
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
el mustasfa--unutan ve gafilin mükellefliği

el mustasfa--unutan ve gafilin mükellefliği

Unutan ve mükellef tutulduğu şeyden gafil (habersiz) bulunan kişinin mü­kellef tutulması mümkün değildir. Zira, anlamayana, nasıl 'anla!' denilebilir! Ancak, bu kişinin, uyku ve gaflet halindeki fiilleri sebebiyle, mâlî borçlar (ğarâmât) vb. gibi bazı hükümlerin sabit olacağı inkar edilemez.
Aynı şekilde, tıpkı, unutanın, mecnunun ve işittiği halde anlamayanın mükellef tutulması mümkün olmadığı gibi, akledemeyen sarhoşun teklifi de muhaldir. Hatta sarhoşun durumu, uyandırılması mümkün olan uyuyandan; sözün çoğunu anlayan mecnundan daha da beterdir. Bununla birlikte sarhoşun boşamasının ge­çerli (nafiz) oluşu ve mâlî borcu ödemesinin lazım gelişi ise, hükümleri sebeblere bağlamak kabilindendir. Bu da inkar edilemeyecek hususlardandır.
Denirse ki:
Allah Teâlâ; "Sarhoş iken namaza yaklaşmayın...'1 {Nisa, 4/43} buyur­muştur. Bu sarhoşa hitab değil midir?
Deriz ki:
Sarhoşa hitabın imkansızlığı, burhan ile sabit olduğundan, bu ayetin tevil edilmesi gerekir. Bu ayet iki şekilde tevil edilebilir;
a) Bu hitab, aklı zail olmaksızın, kendisinde sallanma ve yalpalama belirtile­ri görünen ve henüz sarhoşluğun başında olan kişiye hitabtır. Bu durumdaki kişi [f5 85] daha önce güzel bulmadığı bazı oyun ve sevinçleri güzel bulabilir. Fakat bununla birlikte aklı başındadır. Allah Teâlâ'nın "...ne dediğinizi bilinceye kadar" {Nisa, 4/43} sözünün anlamı ise, 'sebatınız açıklık kazanıp tekamül edinceye ka­dar' şeklindedir. Nitekim kızgın kişiye 'ne dediğini bilinceye kadar sabret!' deni­lir; bunun anlamı 'kızgınlığın yatışıp, bilgin tam oluncaya kadar'dır. Halbuki, kızgın kişinin aklı yerindedir. Bu da sarhoş gibi, namazla meşgul olamaz ve belki
de, harflerin mahreçlerini düzeltmek ve tam bir huşu içinde olmak ona zor gele­bilir.
b) Bu hitab, İslamın başlangıcında, henüz şarap haram kılınmadan önce va-rid olmuştur. Bu hitab ile kastedilen, namazın kılınmaması değil, namaz vaklinde aşın içki içilmcmesidir. Nitekim Tıkabasa doymuş iken, teheccüde yaklaşma' denildiğinde bunun anlamı 'çok yeme, çok yersen teheccüd sana ağır gelebilir' demektir.

Mesele: [Emredilen Şeyin Varlığı Emrin Bir Şartı Mıdır?)


Birisi çıkıp 'Size göre, emredilen şeyin mevcud olması, emrin şartlarından değildir. Çünkü siz, Allah Teâlânın henüz yaratmadan önce, ezelde, kullarına emretmiş olduğuna hükmettiniz. Nasıl oluyor da, -şimdi- mükellefin işiten ve akıllı olmasını şar! koşuyorsunuz. Halbuki sarhoş, unutan, çocuk ve mecnun, mü­kellef tutulmaya -henüz mevcut olmayan- yok'lan daha yakındır1 diyebilir. Buna karşı biz de şöyle deriz:
Bir kere 'Allah Teâlâ emredendir; 'yok' (henüz var olmayan şey) emredilen­dir' sözümüzün anlamının iyi anlaşılması gerekir. Biz bununla şunu kastediyo­ruz; 'Yok, yokluk durumunda değil, varolması takdiriyle emredilendir. Zira, yokun, yokluk durumunda bir şeyi yapmakla emredilmesİ muhaldir. Fakat, kelâmu'n-ncfs'i kabul edenler, babanın, ilerde mevcud olacak çocuktan ilim öğ­renme talebinde bulunmayı içinden geçirmesi ve -şayet, çocuk mevcud oluncaya değin bu talebin baki kaldığı takdir edilecek olursa-, çocuğun bu talebi yerine ge­tirmekle emrolunması yadırganacak bir şey değildir. İşte, kullarından iktizayı ta­lep demek olan ve Allah Teâlânın zatıyia kaim olan mana da kadim olup. mev­cud olmaları takdiriyle kullarına taaalluk eder. Kullar var olduklarında, bu iktiza ile emrolunmuş oludur. Bunun benzeri, çocuk ve mecnun hakkında da caridir. Aklı (aklın olgunlaşmasını) beklemek, varolmayı beklemekten fazla bir şey de­ğildir. Ezeldeki bu mana hitab olarak adlandırılmaz; ancak emredilen şahıs mev­cud olup, kendisine işittirilince hitab haline dönüşür. Bunun 'emir' olarak adlan­dırılıp adlandırılamayacağı tartışmalıdır. Doğrusu, bunun emir olarak adlandırıla-bilmesidir. Zira çocuklarına, malını tasadduk etmelerini vastyet eden biri hakkın­da, her ne kadar bazı çocukları henüz cenîn halinde veya henüz cenîn bile değilse de, 'Fuian kişi, çocuklarına şunu emretti' denilmesi uygun düşer. Fakat bu kişi hakkında, 'çocuklarına hitab etti' denilmesi uygun değildir. Çocuklar hazır bulu­nup, duyacak durumda olurlarsa, bu durumda 'çocuklarına hitab etli' denilebilir. Sonra bu kişi, vasiyette bulunsa, çocukları o vasiyeti yerine getirseler; her ne ka­dar, emreden şu anda mevcud değil, emredilenler de emredenin varlığı esnasında yok idiyseler de 'çocuklar babalarına itaat ettiler ve onun emrine imtisal ettiler' denilir. Aynı şekilde, şu anda biz, taat etmek suretiyle, Hz. Peygamberin emrine imtisal etmiş oluyoruz. Halbuki, Hz. Peygamber Allah katında diri olsa bile, şu bizim alemimizde mevcud değildir. Emredilen kişinin itaatkar (muti1) ve mümte-sil olabilmesi için, emredenin mevcudiyeti şart olmadığına göre, emrin emir ola­bilmesi için de, emredilenin mevcud olması şart değildir.
Denirse ki:
Siz, Allah Teâlânın ezelde, yok'u (ma'dûm) bağlayıcı bir tarzda emrettiğini mi söylüyorsunuz?
Deriz ki:
Evet, biz O'nun emreden olduğunu söylüyoruz; fakat mevcud olma takdirine göre söylüyoruz. Nitekim, yukarıdaki örnekte, 'Baba, çocuklarına tasadduk et­meyi vacib kılan (mucib) ve ilzam edendir (mülzim)' denilir. Çocuklar akıl-baliğ fi. 86] °'unca' Uzam ve icab hasıl olur; fakat, varlık ve kuvvet şartı ile. Yine, bir kimse kölesine 'yarın oruç tut' dese, şu anda yarının orucunu ilzam etmiş ve vacip kıl­mış olur. Halbuki, yarının orucu, şu anda değil, ancak yarın tutulabilir. Böyle ol­duğu halde, bu orucu emreden, şu anda 'ınülzim' ve'mucib' olmakla vasıflanır.[5]
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
el mustasfa--teklifin muktezası

el mustasfa--teklifin muktezası

Teklif ile gerektirilen şeyin (el-muktezâ bi't-teklif) ne olduğu konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir.
Mütekellimlerin çoğunluğuna göre, teklifle gerektirilen şey, 'yeltenme' veya 'uzak durma'dır. Bunlardan her biri kulun kesbidir. Buna göre, orucun emredil-mesi, (yeme-içme ve cinsel ilişkiden) uzak durmanın emredilmesi demektir; uzak durma ise karşılığında sevab verilen bir fiildir. Zina etme ve şarab içmenin ya­saklanması ile gerektirilen de, bunların zıdlarından birini işlemektir, ki bu 'terk' demektir. Bu suretle kişi, kendi fiili olan 'terk' karşılığında sevab kazanmış olur.
Kimi MutezilTler de şöyle demiştir; teklif, bazan uzak durmayı gerektirir, ve bu bir fiil olur. Bazan da teklif, zıddını İşlemek kastedilmeksİzin, bir şey yapma­mayı gerektirir.
Birinciler (mütekellîmun) bunu inkar etmiş ve şöyle demişlerdir: Yasak se­bebiyle bîr şeyden uzak durana, sevab verilir. 'Yapmamak' yokluktur; dolayısıy­la, yapmamak bir 'şey' değildir ve ona bir kudret ilişmemiştir. Çünkü kudret bir 'şey'e ilişir. Yokluk da şey olmadığına göre, 'yoketme'nin kudret ile olması sa­hih değildir. Eğer kişiden bir 'şey* sadır olmamışsa, 'hiç bir şey'e (lâ şey) karşı­lık o kişiye nasıl sevab verilebilir! işin doğrusu, bu husustaki emrin bölümlenme-sidir. Orucu ele alalım; oruç hususunda 'uzak durma' istenendir. Bunun içindir ki, oruçta niyet şart koşulmuştur. Zina etme ve şarap içmede ise, bu ikisinin ya­pılması yasaklanmıştır. Dolayısıyla bunları yapan cezalandırılır. Kendisinden bunlar sadır olmayan kişi ise ne cezalandırılır ne de ona sevaplandınlır. Ancak eğer yapabilecek durumda iken, bu ikisinden şehvetini kesmeyi kastetmişse, bu fiiline karşılık sevab alır. Yapılması yasaklanmış bir şeyi yapmayan kimse, ne ceza ne de sevab alır. Çünkü ondan hiç bir şey sadır olmamıştır. Şer'in amacı, belki de, zıdlarını işlemesini kastetmeksizin, kişinin 'fe vah iş'i istememesidir. .
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
el mustasfa--hükmün sebepleri

el mustasfa--hükmün sebepleri

Bilesin ki; bütün hallerde, Özellikle vahyin kesilmesinden sonra, Allah'ın hi­tabını bilmek insanlara zor geldiğinden, Ailah Teâlâ hitabını kullarına, -maddî il­letin, malûlünü iktiza edişi Örneğine göre-, hükümlerinin sebebleri olarak öngör­düğü (nasb) ve hükümleri gerektirici kıldığı birtakım 'maddi şeyler'le (umûr-ı mahsûse) göstermiştir.
Burada 'sebebler' sözü ile , Allahın, hükümleri izafe ettiği şeyleri kastediyo­ruz. Mesela, "...Güneşin zevalinde (dülûk) namaz kıl" {17. İsra, 78}, "Bu aya kim şahit olursa, oruç tutsun" {Bakara, 2/185) ayetleri ile, Hz. Peygamberin. "Hilali gördüğünüzde oruç tutun, tekrar gördüğünüzde iftar edin" [1]sözü böyledir. Bu durum, yani hükümlerin sebeblere bağlanması durumu, namaz, oruç ve zekat gibi tekerrür eden ibadetlerde açıktır. Tekerrür etmesiyle, vücubun te­kerrür ettiği şeylerin de sebeb olarak adlandırılması uygundur. Müslüman olma ve hac gibi tekerrür etmeyen şeylere gelince; bunların Allah Teâlânın "Hacc et­mek, insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır" {Ali İmran, 3/97} sözüyle bilindiği­ni söylemek mümkündür.
Aynı şekilde, Allahı tanımanın (marifet) her mükellefe vacib olduğu da ge­nellik ifade eden nasslarla (umûmât) bilinir. Bunu ayrıca bir sebebe izafe etmeye gerek yoktur. İman etmenin ve tanımanın vacib olmasının sebebinin de ortaya konulmuş deliller (edille-i mansube) olduğu söylenebilir.
Haccın vücub sebebi, 'güç yetirebilme' (istitâat) değil 'Ev'dİr (Ka'be); Ev bir olduğuna göre, hacc da sadece bir defa vacibtir.
İman ise tanıma'dır; marifet bir defa hasıl olunca artık devam edip gider. İman konusunun bu tarzda açıklanması yadırganacak bir yaklaşım değildir. Bura­ya kadar söylenenler, ibadetler kısmıdır.
Malî borçlar (ğarâmât), keffaretler ve cezalar (ukûbât) kısmına gelince; bun­ların sebebleri de kapalı ve bilinmez değildir.
Muamelat konularında hüküm sebeb ilişkisine gelince; malların ve kadınla­rın helalliği ve haramlığı için, nikah, satım, talak gibi zahir sebebler vardır. Bu nokta açıktır. Burada gayemiz, bu sebeblerin, hükümlerin sebebleri olarak dikilmesinın Şer'ın bir hükmü olduğuna dikkat çekmektir. Mesela, Allah Teâlânın zi­na eden kişi hakkında iki hükmü vardır: Biri, bu kişiye haddin gerekmesi; diğeri de, zinanın bu kişi hakkında vücub sebebi olarak konulmasıdır. Çünkü aklî illet­lerin aksine zina, recm cezasını bizzat ve sırf zina oluşu sebebiyle gerektirmez. Zina işinin, recmi gerektirmesi, Şer'in onu gerektirîci yapması yüzündendir. Bu [j? 94] da hükmün bir nev'idir. Bu noktayı burada ele alışımızın sebebi de, bu hususun hükmün bir çeşidi olmasıdır. Buna göre, 'Zinanın recm için, hırsızlığın el kesme için illet kılınması, şu şu sebepler yüzündendir; livata, muhteva itibariyle zina an­lamındadır. Öyleyse livata da recm için bir scbeb kılınabilir. Kefen soyucu (nebbâş) da hırsız anlamındadır' denilerek bu hükmün talil edilmesi mümkündür. -Bu konunun özü ve mahiyeti Kıyas bölümünde gelecek-.
Bilesin ki; 'sebeb' ismi, fakihlerin ıstılahlarında müştereken bir kaç anlamda kullanılmaktadır. Sebeb, ilk türeyişinde 'yol' ve kuyudan su çekmekte kullanılan 'ip' anlamındadır.
Sebebin tanımı şöyledir: Şeyin, kendisi ile değil, kendisi yanında hasıl oldu­ğu şeydir. Mesela, ulaşma (varış), yol ile (yol sebebiyle) değil yürüme iledir. Fa­kat yol da gereklidir. Yine, kuyudan su alınması, ip ile değil suyu çekip alma ile­dir. Fakat ip de gereklidir,
Fakihler, sebeb lafzını işte bu konumdan istiare yoluyla almışlar ve onu dört şekilde kullanmışlardır.
a) Birinci kullanım, sebebin, 'bizzat yapma (mübaşeret)' karşıtı olarak kulla­nılmasıdır, ki istiare edildiği yere anlam bakımından en yakını budur. Mesela, kuyuyu kazan kişiye, oraya birinin düşürülmesi ile birlikte 'sebeb sahibi', oraya düşüren kişiye de 'illet sahibi' denilir. Ölüm, düşürme sebebiyle olmuştur. Fakat kuyuya iterek öldürmenin olabilmesi için kuyunun da önceden mevcut olması gerekir. İşte ölüm neyin yanında, fakat onun sebebi ile olmaksızın, meydana gel­mişse, ona 'sebeb' denir. (Ölüm, kuyuda düşmekle birlikte gerçekleşmiştir. Fakat kuyunun bulunması Ölmenin sebebi değildir)
b) İkinci kullanım, fakihlerin, illetin sebebi olması itibariyle ok atmayı ölü­mün sebebi olarak adlandırmalarıdır. Aslında derinlemesine düşünülünce, ok at­ma, 'illetin illeti'dir. Fakat, ölüm, *ok atma' ile değil, vasıta (ok) ile gerçekleşti­ğinden, hükmün ancak kendisiyle hasıl olduğu şeye benzemiştir.
c) Üçüncü kullanım, fakihlerin, vasfının bulunmamasına rağmen bizzat İlleti 'sebeb' olarak adlandırmalarıdır. Mesela, derler ki; keffaret, yemini bozma sebe­biyle değil, yemin sebebiyle vacib olur. Yemin, 'sebeb'tir.
Nisaba malik olmak, havi kaydı olmaksızın, zekat sebebidir. Fakat zekat ver­menin vacipliği hususunda, ikisi de gereklidir. Fakihler bu anlamdaki 'sebeb' ile, hükmü izafe etmenin güzel düştüğü şeyi kastetmişler; bunun mukabilinde 'ma­hal' ve 'şart' sözcüklerini kullanmışlar ve şöyle demişlerdir: Nisaba malik olmak sebeb'tir, nisabın üzerinden bir yıl geçmesi (havi) İse 'şart'tır.
d) Dördüncü kullanım; gerektiriciyi (mûcib) sebeb olarak adlandırmalarıdır. Bu kullanımda *sebeb\ 'illet' anlamında olmakladır. Bu, dilin yapısına en uzak olan kullanımdır. Çünkü 'sebeb', konuluşta, hükmün, kendisiyle değil, kendi ya­nında husule geldiği şeyden ibarettir. Fakat bu kullanım, şerT illetler hakkında güzel düşer. Çünkü şer'i illetler, hükmü, bizzat değil, Allah'ın gerektirmesi ve bu sebebleri de hükmü ortaya çıkarmanın alametleri kılması sebebiyle gerektirir. Dolayısıyla şer'i illetler, 'ortaya çıkarıcı alametler' anlamındadır. Bu itibarla da, hükmün, kendi yanında (ındehu) meydana geldiği şeye benzemiştir.[2]
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
el-mustasfa--kitabın hakikati

el-mustasfa--kitabın hakikati

Kitab'ın manası; Allah Teâlâ'nın zatıyla kâim kelamdır. Kelam da, Allah'ın kadim sıfatlarından biridir. Kelâm, müşterek bir isim olup, bazan 'nefiste olana delalet eden lafızlar' anlamında kullanılır. Msl. 'Falancanın kelamını ve onun fesahatini işittim' denilir. Bazan da, 'ibarelerin medlulü (ibarenin delalet ettiği anlam)* anlamında kullanılır. Bu ibareler de, nefisteki manalardır. Nitekim bir şiirde;
'Kelam gönüldedir; dil ise gönülde olanın kılavuzudur' denilmiştir.
Allah Teâlâ da "...Onlar sana geldiklerinde, seni Allah'ın selamlamadığı bîr biçimde selamlayıp, içlerinden de 'Allah bu söylediklerimizden dolayı bize azap etse ya!* derler" {Mücadele, 58/8} ve "Sözünüzü gizleseniz de, açığa vursanız da..." {Mülk, 67/13} demektedir. Bu itibarla kelam sözcüğünün, müşterek bir isim olduğunu inkar etmek mümkün değildir.
Kimileri, kelam isminin, aslında, ibareler için konulduğunu, ibarelerin medlulü hususunda ise mecaz olduğunu; kimileri de, bunun tam aksini söylemişlerdir. Kelam sözcüğünün müşterek bir isim oluşu sabit olduktan sonra, bu husus üzerinde durmaya gerek yoktur.
Kelamu'n-nefs (içsel konuşma); 'haber', 'istihbar (haber sorma)*, 'emir', 'nehiy' ve 'tenbih (dikkat çekme)' kısımlarına ayrılır. Bütün bunlar, cinsleriyle, İradelerden ve bilgilerden (ulûm) ayrılırlar. Yine bunlar, onların (irade ve bilgilerin) bizzat taalluk ettiği şeylere, tıpkı kudret, irade ve ilmin taalluk ettiği [1,101] gibi taalluk ederler. Bazıları, bunun, başlı başına bir tür (cins) olmayıp, ilimlere ve irâdelere râcî olduğunu zannetmişlerdir. [11] Bu hususun ısbatı, usulcünün görevi değil, kelamcının görevidir.
Allah Teala'mn kelamı birdir. Bununla birlikte, kelamın bütün anlamlarını içermektedir. Nitekim, Allah'ın ilmi de bir olduğu .halde, sonsuz bilgileri kuşatmakta ve hatta O'nun ilminden göklerde ve yerdeki bir zerre miktarı kadar şey dahi kaçmamaktadır. Bunun anlaşılması biraz derindir. Zaten bunu anlatmak, usulcünün değil, kelamcının görevidir. Kelamu'n-nefs, bizim hakkımızda, tıpkı bilgilerin teaddüt etmesi gibi çeşitlenip çoğalır. O'nun kelamı, başka bir yönden bizimkinden farklıdır. O da şudur; yaratılmışlardan biri, kendi kelamu'n-nefsini, bir başkasına ancak bir lafız, bir sembol veya bir eylem yoluyla bildirmeye muktedir olabilir. Atlah Teâlâ ise, kullarından dilediği biri için, harf, ses ve delalet aracılığı olmaksızın, kelamı ile zaruri bir bilgi yaratmaya muktedirdir. Yine Allah Teâlâ, kullan için, harf, ses ve delalet aracılığı olmaksızın 'işitme'yi yaratmaya muktedirdir. Bunu aracısız olarak işiten kişi, muhakkak Allah'ın sözünü işitmiş demektir. Bu, Hz. Musa'nın bir özelliğidir. Allah Teâlâ'nın sözünü, Allah'tan başkasından yani bir melek veya bir peygamberden işiten kişinin, Allah Teâlâ'nın kelamını işiten olarak adlandırılması ise, tıpkı, Mütenebbînin şiirini, bir başkasından duyan kişinin *Mütenebbî'nin şiirini işiten' olarak adlandırılması gibidir. Bu da caizdir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ: "Eğer müşriklerden biri sana sığınmak isterse, onun bu isteğini kabul et ki, Allah'ın kelamını duyabilsin..." {Tevbe, 9/6} buyurmuştur.[
 

yelken06500

New member
Katılım
12 Eyl 2007
Mesajlar
772
Tepkime puanı
131
Puanları
0
Konum
istanbul
el mustasfa--kitabın tanımı

el mustasfa--kitabın tanımı

Kitab'm tanımı, 'bize mushafın iki kapağı arasında, meşhur yedi harf üzere, mütevatir olarak nakledilen' şeklindedir. Burada Kitab ile, 'Kur'an'ı kastediyo­ruz. Biz tanımda 'mush^f kaydını koyduk. Çünkü sahabe Kur'an'm nakli husu­sunda, aşirlere bölmeyi ve noktalama işaretten koymayı dahi hoş karşılayamaya­cak derecede büyük bir ihtiyat göstermişler, Kur'an olmayan şey'in Kur'an'a ka­rışmaması ve bize mütevatir olarak nakledilmesi için, bunlardan tecrid etmeyi emretmişlerdir.
Biz biliyoruz ki; Mushafta yazılı olup üzerinde ittifak edilen şey Kur'an'dır. Mushafın dışında kalanlar ise Kur'an değildir. Korunması hususunda yönlendirici sebepler (devâî) tamam olduğu halde, Kur'an'm bir kısmının ihmal edilerek nak-ledilmemesi veya ona başka şeyler karıştırılması âdeten ve Örfen imkansızdır.
Denirse ki: Siz Kur'an'ı 'mu'ciz' diyerek tanımlasaydınız olmaz mıydı? Deriz ki: Hayır olmazdı. Çünkü;
a)Kur'an'ın mu'ciz olması, onun, Allah Teâlâ'nın kitabı olmasına değil, Hz. Peygamber'in doğruluğuna delalet eder. Zira, Allah'ın kitabı olmayan bir şey ile de i'caz tasavvur olunabilir.
b)Bazı ayetler, Kitab'tan olduğu halde mu'ciz değildir.
Tevatürü niçin şart koştuğumuz sorulacak olursa, deriz ki; biz bunu Kitah hakkında bilgi oluşması için şart koşuyoruz. Çünkü bilmediği bir şey ile hüküm vermek cehalettir. Halbuki bir şeyin Allah Teâlâ'nın kelamı olması, hakiki bir durumdur. Yoksa ki, bizim zannımıza taalluk edecek şekilde vaz'î bir durum de­ğildir. Msl. 'Siz şöyle zannettiğinizde biz size, bir fiili haram veya helal kıldık' denilebilir ve bu durumda, tahrim bizim zannımıza göre malum olur ve bizim zannımız, tahrimin taalluk ettiği bir alamet olur. Çünkü tahrim, vaz' yoluyladır (bil-vaz1). Zanna göre vaz' mümkündür. Halbuki bir şeyin, Allah kelamı olması. ise vazî değil, hakikîdir. Bu itibarla, bu konuda (Allah'ın kelamı konusunda) zan ile hükmetmek cehalettir.
Kelamın tanımından kaynaklanan iki mesele vardır.
 
Üst Alt