seyfullah putkýran
New member
- Katılım
- 30 Eyl 2005
- Mesajlar
- 5,807
- Tepkime puanı
- 205
- Puanları
- 0
- Yaş
- 40
- Konum
- Ruhlar Aleminden
- Web sitesi
- www.tevhidyolu.net
Ecnebi memleketlerinde doğanların durumları ötede nasıl olacaktır?
Bu soru öteden beri sorula gelen mes'elelerden biridir ve zannımca, diyalektik yapılmak istenmektedir. Yani "biz Allah'a ve O'nun Peygamberine inandığımızdan dolayı Cennet'e gireceğiz; ama İslâm dünyasına çok uzak memleketlerde, meselâ, Paris'de, Londra'da, Moskova'da doğan kimseler bizim sahip bulunduğumuz imkânlara sahip olamadıklarından; erdiğimiz nura eremiyecekler ve dolayısiyle bütünüyle Cehennem'e girecekler?"sorusunda iki husus var: Merhamet-i İlahi den daha fazla merhamet gösterme. İslâm'a karşı sinsice bir tenkid...
Evvelâ, soruda belirtildiği ve çoklar tarafından zannedildiği gibi"bize uzak diyarlarda bulunan kimseler, Cehennem'e girecekler"şeklinde umumî bir hüküm yok. Şöyle bir hüküm var: Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in davasını duymuş, davetini işitmiş, O'nun neşrettiği nura şahid olmuş kimseler, inatlarından bu işi kabul etmiyor ve kulaklarını kapıyorlarsa, evet bunlar Cehennem'e gireceklerdir. Burada Allah'ın merhametinden daha fazla merhamet ileri sürerek. başka türlü iddialarda bulunmak ukalâlıkdan başka birşey değildir. Evet, Cehennem'e gireceklerdir. Hem de sadece yabancı ülkelerde olanlar değil. bizim memleketimizde de, Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in davasını işitip O'na, icabet etmeyenler, getirdiği esaslarda O'na başkaldırıp arkasından gitmeyenler; onlar da, cehennem'e girecek ve ebedî hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.
Rabb'in sonsuz rahmetinden ümid ediyoruz ki, bizleri O'nun davetine icabet eden, arkasından koşan; herkesin O'nu terkettiği dönemde O'na sahip çıkan kimselerden, eylesin!..
Bu mevzu,öteden beri Kur'ân ve Sünnetin meselelerini, akıl, mantık, muhakeme, saf düşünce ve felsefe yoluyla isbat, teyid ve takviyeye çalışan kelamcılar tarafından da ele alınmış ve enine boyuna tahlîl edilmiş bir mevzudur. Evet, acaba, O'na icabet etmeyenler gibi, icabet etme fırsatını bulamayanlar da ehl-i Cehennem midir?Yoksa bu ikisi arasında bir fark var mıdır?
Günümüzün pek çok önemli meselelerinin yanında, şimdilik bu kâbil sorular üzerinde durulmalı mı, durulmamalı mı? Bu türlü soruların cevabını bulmak, uhrevî hayatımız adına bize ne kazandınr? Pratik hayatımız adına va'dettiği şeyler nelerdir? Dev mezheb imamlarının, bu kadar titizlikle üzerinde durdukları bu mesele o kadar önemli ve hayatî bir mesele miydi ki onu, halletmek için bu kadar mesaî sarfettiler?...
Şimdi, bunlar ve bunlar gibi bir sürü soruyu da beraberinde getiren bu meseleyi önce, akaid imamlarının mütalaa ve görüşlerinin hülasası içinde takdim etmeye çalışalım:
Akîde de, iki önemli Ehl-i Sünnet akımından Eş'arîler derler ki: Cenab-ı Hakk'ın adını duymayan, O'na dair hiç bir tebliğe şahit olmayan kimse, nerede, nasıl yaşarsa yaşasın, ehl-i fetret, dolayısıyle de ehl-i necattır. Sizler, Ümmet-i Muhammed olarak Efendimiz'e ait mesajları alıp, dünyanın karanlık iklimlerine götürmemiş iseniz, Eş'âri'ye göre o karanlıkdaki kimseler ehl-i necatdırlar ve kurtulmuşlardır. Cenab-ı Hak, belli bir ölçüde onları mükâfâtlandıracak ve Cennet'ten istifâde ettirecekdir...
Maturidîlere gelince ki; bir noktada Mutezile'nin düşüncesi de aynıdır. Derler ki; "bir insan, aklıyla Yaratıcısını bulursa, adını ünvanını bilsin bilmesin kurtulur. Ama aklıyla mücerred olsun Yaratıcıyı bulamamışsa o kurtulamaz."Aslında bu iki görüş aynı olmasa bile, birbirinden çok uzak da sayılmaz. Maturidi'ye göre bir insan nerede olursa olsun; dağda, bayırda, çölde şurada veya burada, güneşlerin doğup batmasından ayların tulû ve gurubuna, yıldızların parıldamasından, zeminin nizam-ı intizam içindeki binbir güzelliklerine, dağların mehip duruşlarından, tepelerin ünsiyetli esintilerine; koruların gürül gürül inleyen ikliminden otların-ağaçların ince ince salınmalarına, çiçeklerin cilve çakıp tebessüm etmelerine kadar herşey O'ndan sırlı birer mesaj ve O Sultanlar Sultanını anlatan beliğ birer lisandır. İşte, aklı başında bir insan göz kamaştıran bu tablolar ve yürekleri hoplatan bu ses ve renk cümbüşü karşısında, herşeyin arkasındaki o gizli eli sezecek ve mutlaka bir Yaratıcı'nın olduğuna inanacaktır. O Yaratıcı'nın ad ve ünvanlarını, O'nun kitap ve elçilerini bilmese de böyle birisi ehl-i necattır.
İşte bu itibarladır ki, başka memleketlerde yaşıyan insanlar hakkında hemen ulu orta, "inanmadı,öyle ise Cehennem'e gidecektir" demiyoruz, diyemeyiz de. Zirâ, mezheb imamlarının bu şekildeki nokta-i nazarı en azından sükut etmemizi gerektirmektedir...
İmam Eşarî hazretleri elde ettiği hükmü,"Biz Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azab edecek değiliz." (İsra-15) gibi ayetlerden istinbat ediyordu. Evet, Allah Kur'ân'da "Peygamber göndermeden azab etmeyeceğiz" diyordu. Öyle ise; Peygamber görmemiş duymamış kimselere azap edilmese gerek.
Maturidî hazretlerine göre akıl,"hüsün-kubûh"mevzuunda da üzerinde durulduğu gibi,önemli bir unsurdur ve bir ölçüde iyiyi kötüden ayırdedecek kapasitededir. İnsan,aklıyla bir kısım şeyleri birbirinden tefrik edebilir. Bu güzel, bu da çirkin diyebilir. Vakıa aklın, herşeyi sezip bilebileceğini iddia da yanlıştır... Onun içindir ki, Allah iyileri emretmiş, kötüleri de yasaklamış ve bu önemli işi her zaman yanılabilirliği müsellem olan akla havale etmemiştir. Vahy ile bunları tanzim etmiş. aydınlatmış; peygamberleriyle vüzuha kavuşturmuş ve bir nokta muzlim bırakmamıştır. Maturidilere göre akıl, zinanın çirkinliğini. sezebilir. Çünkü onda nesebin zay'i olup karışması bahis mevzuu. Kimin malı kimin evlâdına kalacak? Şayet bir kadın iffetini koruyamıyorsa ve çocuklarının nesebi şüpheliyse, evet o zaman kimin malı kime kalacak? Öyleyse zinanın aklen çirkin olduğu söylenebilir. Hırsızlığın da aklen çirkin olduğu sezilebilir. Çünkü, başkasının kan-ter elde ettiği şeyler onun elinden almak çirkindir. Aklen içkinin çirkinliği de sezilebilir. Çünkü insanın aklını izale ediyor. Nesiller üzerinde menfi te'siri sürüp gidiyor ve bir kısım hastalıklara da sebep oluyor... Daha bunlar gibi bir kısım şeylerin bir ölçüde akliliği her zaman söylenebilir...
İyi ve güzel şeyler hakkında da aynı durum bahis mevzuudur. Meselâ; adalet, başkalarına iyilikte bulunma güzel şeylerdir ve bunlar aklen sezilebilir. Kur'ân ve Sünnet ise bu mevzuda emirler vermiş, aydınlatmış ve bizi yanlış anlamadan kurtarmışlardır.
Bunun gibi Allah'a iman da güzel bir şeydir. Çünkü insan o sayede itminana ulaşır. Daha hayatta iken başı cennetlere erer ve ötelere ait güzellikleri burada yaşar. Aynı zamanda, imana ulaştıran yol da,akıl ve muhakeme ile sezilecek mahiyettedir. Nitekim çöldeki bir bedevi bile bunu hissetmiştir. Huzur-u Risaletpanâhi ye gelmiş ve nasıl bir yolla Yüce Yaratıcı'ya ulaştığı sorulunca: "Bir yerde bir deve tersi, oradan bir devenin geçtiğine, ayak izleri de orada yüründüğüne delâlet eder. Şu sema burç burç ahenk içinde, bu yer, vâdi vâdi güzellikleriyle, bir Alîm ve Habîr olan Allah'a delâlet etmez mi?" diyor. Demek ki bir deve çobanı dâhi aklıyla; her şeyi kabzay-ı tasarrufunda tutan, herşeyi ilimle idare eden ve her şeyden haberdar olan bir Zât'ın varlığına intikâl edebiliyor. Öyleyse imanda, aklîliği bütün bütün kulakardı da edemeyiz.
İşte bu noktadan hareketle, Maturidi; "insan,aklıyla Yaratıcıyı sezebilir" demiştir. Nitekim cahiliye döneminde ve fetret devrinde bu mesele, çok kimse tarafından hissedilmiştir. Mesela, bunlardan Varaka bin Nevfel ki, büyük Kadın Hatice-i Kübrâ Validemizin amcazâdesidir. Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam ilk vahiy gelince, Cebrail'i, Arz ve Sema arasında, bütün buudlarıyla kanatlarıyla görmüş, irkilmiş, ürpermiş ve koşa koşa evine gelmiş ve durumu Hatice Validemize hikaye etmişti. O da Peygamberimizi (sav) alıp Varaka'ya götürmüştü. İşte bu zat, daha Efendimiz'e (sav) peygamberlik gelmeden, Yüce Yaratıcı'nın varlığını sezmiş, putların hiçbir şey yaratamıyacağını hissetmiş ve aklıyla Allah'ın var olduğuna inanmıştı... Bunlardan bir diğeri de Zeyd idi. Hz. Ömer. Efendimizin amcası... Yer yer putlara sırtını döner ve şöyle derdi: "Bunlara ibadet edilmez, bunların hepsi bâtıldır, bir Yaratıcı var ama, ben bilemiyorum kimdir?... " Vefat ederken de Hz. Ömer ve oğlu Hz. Said de dahil, aile fertlerini topladı ve şöyle dedi: "Ben Allah in bir dini olduğuna inanıyorum ki, onun gölgesi, emâreleri başınızın üzerindedir. " Efendimiz, Peygamberliğini henüz ilân etmiş veya etmemiş; işte o dönemlerde "Ben o dinin gölgesinin başınızın üzerinde olduğunu hissediyorum. O din zuhur ettiği zaman, vakit fevtetmeden hemen dehalet ediniz"diyor, bir çok şeyi aklı ve ferasetiyle anlamış olduğunu gösteriyordu ki, bu da,"insanların elleriyle yapılan bu şeyler asla ilâh olamazlar" demekti. Dolayısıyle, insan eliyle dikilen bu put ve heykellerin hiçbiri, insanların ihtiyaçlarını karşılayamaz. Zira, aslında onlar insanlara muhtaç. Kendileri muhtaç olunca, başkalarının ihtiyaçlarına nasıl cevap verecekler ki?
Binaenaleyh böyle basit bir düşünce ile dahi, hemen herkes, gökleri ve yeri elinde tutan bir Zat'ı idrak edebilir. Zeyd ve Varaka, yakınlarının vicdanlarında birer çığlık olarak kalakalsınlar, zaman ve mekânın Efendisi ilk talili dostlarını, hakikata erken uyanmış bu halkadan seçip, muhakeme ve aklın dizginlerini vahyin eline vererek sonsuzluğa yelken açıp yürüyecektir...
Şimdi yeniden dönüp soruyu tekrar edelim: İslâm diyarının dışında doğan kimseler hemen Cehennem'e mi gidecekler? Evet, Efendimiz Sallallahu aleyhi ve Sellem'i, Kur'ân'ı duymuş ve Peygamberimizin peygamberliğine şahid olmuş, ama araştırma lüzumunu duymamış ve araştırmamış olanlar Cehennem'e girecekler. Fakat bu kadarcık olsun herhangi bir imkâna sahip olamamış, karanlıkta yetişmiş, karanlıkta kalmış, hep karanlık soluklamış, karanlık içinde yatmış-kalkmış kimselere gelince, ümit ederiz ki, Cenab-ı Hakk'ın merhametinden istifâde ederek muaheze görmesinler. . .
Müsaadenizle bizi alâkadar etmesi bakımından meselenin bir başka buudunu arzetmek istiyorum. İlk müslümanlar, müslümanlığı tam temsil edip, Efendimiz'e (sav) ait mesajları dünyanın dörtbir yanına götürüyor ve ma'şeri vicdanı uyarıyorlardı. Bugün, onların menkibelerinin gölgelerinde dahi, öyle büyük, öyle derin bir ruh haleti sezilmektedir ki, insan onların hakikatlarını düşününce, götürdükleri mesajlara insanlığın lakayt kalamıyacağını hemen anlar. Bu, alabildiğine pervasız, alabildiğine fütursuz,: gözünü budaktan esirgemeyen insanlar, çok kısa zamanda, dünyanın dört bir yanında öyle bir velvele meydana getirdiler ki, âdeta seslerini duymadık hiçbir yer kalmadı. Ve İslâm nuru en karanlık, en muzlim noktaları dahi aydınlattı. Evet, onlar çok hızlı, çok hareketli ve çok üst seviyede İslâm'ı temsil etti ve Kur'ân'ın mesajlarını, Sebt boğazından Aral gölüne, Anadolu kıyılarından Çin seddine kadar ulaştırdılar. Evet Hz. Osman döneminde müslümanlık buralara kadar gelip ulaşmış, Hz. Muaviye döneminde Ukbe İbn-i Nafî'ler vasıtasıyla Herkül burcuna gidip dayanmıştı. Bütün Berberîler, bugünkü Fas, Tunus, Cezayir topyekün Mağrip memleketleri İslâm'ın vesâyâsı altına girmiş ve artık emri ondan alıyordu. Başlangıç itibariyle hesap edilecek olursa henüz 30 sene olmamıştı. Bu 30 sene içinde dünyanın dört bir yanında şem'alar, meş'aleler yaktı ve dünyaları aydınlattılar. Girdikleri yerlerde bihakkın İslâm'ı temsil etti, herkes tarafından sevilip sayıldı ve benimsendiler. Hem öylesine benimsendiler ki, artık Hristiyan ve Yahudiler onları kendi dindaşlarına tercih ediyorlardı. Hz. Ömer Mescid-i Aksa'ya giderken, Ebû Ubeyde Şam'a girerken sevgiyle karşılanıyordu. Hatta bir aralık müslümanların Şam'dan çekilmeleri bahis mevzuu olunca, Hristiyanlar, rahip ve ruhbanlarıyla kiliselere dolup müslüman vesayasının devamı için dui ettiler. Ve müslümanlara; "Gittiğiniz gibi inşaallah yine gelirsiniz. Cizye verir ve himayenizde oluruz" dediler. İlk müslümanların böyle şirin görünmesinden gürül gürül müslümanlığa akın oluyordu. Aslında her birisi birer Ömer, o mübarek topluluğu görenlerin, Müslüman olmaması da düşünülemezdi ya!... Gece, Hak huzurunda ibadet-ü taat ve âh-u enînlerle yürekler yakan, gündüz at üstünde elinde kılıç kahramanlardan, kahraman ve o "ruhbanun filleyli ve fuısanun finnehar " olan yiğitler, öyle gönüllere girmiş, herkes üzerinde öyle bir intiba bırakmışlardı ki, çok yakın bir gelecekte bütün cihan kapılarının onlara açılacağına muhakkak nazarıyla bakılıyordu.
Şimdilerde bizler, birer ada ve adacığa söz geçiremememize, elde ettiğimiz yerlerde dahi asayişi te'min edemememize karşılık, onların emniyet, kiyâset, dirâyet ve diyanetleri karşısında, onlara, kalelerin kapıları ardına kadar açılıyor ve fahri hemşehrilikler, sembolik anahtarlar değil; hakiki reislik ve gerçek anahtarlar veriliyordu.
Bugünkü Suriye ve Filistin, müslümanların eline geçince, orada bulunan ordu kumandanları Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını istemişlerdi. Vazifeli papaz: "Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını alacak zatın şemailini biliyoruz ve bu anahtarları O'ndan başkasına vermemiz mümkün değildir." diyordu. Onlar aralarında konuşa dursunlar, Hz. Ömer çoktan yola çıkmış geliyordu bile... Ve kimsenin nasıl geldiğinden de haberi yoktu. Ama o, papazın bildiği gibi geliyordu. Hazineden bir deve almış onunla yola revan olmuştu. Taksi yok, araba,yoktu ama, bir tane at olabilirdi. Ne var ki, o at da yoktu. Hizmetçisiyle beraber bir deveye münavebeten binerek geliyordu. Yaklaştıklarında kumandanlar, dua ettiler; inşaallah, Ürdün nehrini geçerken binme sırası Hz. Ömer'e gelir. Zira, bu Bizans halkı, kendi saraylarında ihtişâm ve debdebeden başka birşey görmediği için, başımızdaki halifeyi böyle görürlerse; yani, paçalarını sıvamış, hizmetçisi devenin üzerinde ve kendi deveyi yediyor görürlerse ayıp olur. Haddi zatında ayıp olan şey, adaletsizlik ve hakkaniyetsizlikti; Hz. Ömer de bunu irtikab etmemeye çalışıyordu. Onlar dua ede dursunlar, Allah (cc) en hayırlı olanı tahakkuk ettirmişdi bile. Tam nehri geçecekleri zaman, devenin yularından tutma sırası Hz. Ömer'e gelmişti. O, deveden indi yerine köle bindi ve Hz. Ömer devenin yularından tuttu ırmağı öyle geçtiler!.. Devenin üstünde oraya gelinceye kadar, elbiseleri, semere sürtüne sürtüne yırtılmıştı. Oraya gelinceye kadar kimbilir kaç defa eline bir iğne, bir iplik aldı ve bir kenara oturdu, elbisesini yamadı... Üzerindeki elbisede o gün, 14 tane yama vardı. Estağfirullah! ona yama dememek, ona şeref işareti demek lazım... Bu durumu gören papaz: "Tamam, bizim kitaplarımızda yazılı olan bu zattır" diye bağırdı. Meğer büyüklerinin istihraçlarına göre seyahat boyu Hz. Ömer'in yaptığı şeylerin hepsi biliniyormuş. Onun için Hz. Ömer'i tanıma fırsatı bulan papaz: "Biz anahtarları ancak buna veririz" dedi.
Bu soru öteden beri sorula gelen mes'elelerden biridir ve zannımca, diyalektik yapılmak istenmektedir. Yani "biz Allah'a ve O'nun Peygamberine inandığımızdan dolayı Cennet'e gireceğiz; ama İslâm dünyasına çok uzak memleketlerde, meselâ, Paris'de, Londra'da, Moskova'da doğan kimseler bizim sahip bulunduğumuz imkânlara sahip olamadıklarından; erdiğimiz nura eremiyecekler ve dolayısiyle bütünüyle Cehennem'e girecekler?"sorusunda iki husus var: Merhamet-i İlahi den daha fazla merhamet gösterme. İslâm'a karşı sinsice bir tenkid...
Evvelâ, soruda belirtildiği ve çoklar tarafından zannedildiği gibi"bize uzak diyarlarda bulunan kimseler, Cehennem'e girecekler"şeklinde umumî bir hüküm yok. Şöyle bir hüküm var: Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in davasını duymuş, davetini işitmiş, O'nun neşrettiği nura şahid olmuş kimseler, inatlarından bu işi kabul etmiyor ve kulaklarını kapıyorlarsa, evet bunlar Cehennem'e gireceklerdir. Burada Allah'ın merhametinden daha fazla merhamet ileri sürerek. başka türlü iddialarda bulunmak ukalâlıkdan başka birşey değildir. Evet, Cehennem'e gireceklerdir. Hem de sadece yabancı ülkelerde olanlar değil. bizim memleketimizde de, Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in davasını işitip O'na, icabet etmeyenler, getirdiği esaslarda O'na başkaldırıp arkasından gitmeyenler; onlar da, cehennem'e girecek ve ebedî hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.
Rabb'in sonsuz rahmetinden ümid ediyoruz ki, bizleri O'nun davetine icabet eden, arkasından koşan; herkesin O'nu terkettiği dönemde O'na sahip çıkan kimselerden, eylesin!..
Bu mevzu,öteden beri Kur'ân ve Sünnetin meselelerini, akıl, mantık, muhakeme, saf düşünce ve felsefe yoluyla isbat, teyid ve takviyeye çalışan kelamcılar tarafından da ele alınmış ve enine boyuna tahlîl edilmiş bir mevzudur. Evet, acaba, O'na icabet etmeyenler gibi, icabet etme fırsatını bulamayanlar da ehl-i Cehennem midir?Yoksa bu ikisi arasında bir fark var mıdır?
Günümüzün pek çok önemli meselelerinin yanında, şimdilik bu kâbil sorular üzerinde durulmalı mı, durulmamalı mı? Bu türlü soruların cevabını bulmak, uhrevî hayatımız adına bize ne kazandınr? Pratik hayatımız adına va'dettiği şeyler nelerdir? Dev mezheb imamlarının, bu kadar titizlikle üzerinde durdukları bu mesele o kadar önemli ve hayatî bir mesele miydi ki onu, halletmek için bu kadar mesaî sarfettiler?...
Şimdi, bunlar ve bunlar gibi bir sürü soruyu da beraberinde getiren bu meseleyi önce, akaid imamlarının mütalaa ve görüşlerinin hülasası içinde takdim etmeye çalışalım:
Akîde de, iki önemli Ehl-i Sünnet akımından Eş'arîler derler ki: Cenab-ı Hakk'ın adını duymayan, O'na dair hiç bir tebliğe şahit olmayan kimse, nerede, nasıl yaşarsa yaşasın, ehl-i fetret, dolayısıyle de ehl-i necattır. Sizler, Ümmet-i Muhammed olarak Efendimiz'e ait mesajları alıp, dünyanın karanlık iklimlerine götürmemiş iseniz, Eş'âri'ye göre o karanlıkdaki kimseler ehl-i necatdırlar ve kurtulmuşlardır. Cenab-ı Hak, belli bir ölçüde onları mükâfâtlandıracak ve Cennet'ten istifâde ettirecekdir...
Maturidîlere gelince ki; bir noktada Mutezile'nin düşüncesi de aynıdır. Derler ki; "bir insan, aklıyla Yaratıcısını bulursa, adını ünvanını bilsin bilmesin kurtulur. Ama aklıyla mücerred olsun Yaratıcıyı bulamamışsa o kurtulamaz."Aslında bu iki görüş aynı olmasa bile, birbirinden çok uzak da sayılmaz. Maturidi'ye göre bir insan nerede olursa olsun; dağda, bayırda, çölde şurada veya burada, güneşlerin doğup batmasından ayların tulû ve gurubuna, yıldızların parıldamasından, zeminin nizam-ı intizam içindeki binbir güzelliklerine, dağların mehip duruşlarından, tepelerin ünsiyetli esintilerine; koruların gürül gürül inleyen ikliminden otların-ağaçların ince ince salınmalarına, çiçeklerin cilve çakıp tebessüm etmelerine kadar herşey O'ndan sırlı birer mesaj ve O Sultanlar Sultanını anlatan beliğ birer lisandır. İşte, aklı başında bir insan göz kamaştıran bu tablolar ve yürekleri hoplatan bu ses ve renk cümbüşü karşısında, herşeyin arkasındaki o gizli eli sezecek ve mutlaka bir Yaratıcı'nın olduğuna inanacaktır. O Yaratıcı'nın ad ve ünvanlarını, O'nun kitap ve elçilerini bilmese de böyle birisi ehl-i necattır.
İşte bu itibarladır ki, başka memleketlerde yaşıyan insanlar hakkında hemen ulu orta, "inanmadı,öyle ise Cehennem'e gidecektir" demiyoruz, diyemeyiz de. Zirâ, mezheb imamlarının bu şekildeki nokta-i nazarı en azından sükut etmemizi gerektirmektedir...
İmam Eşarî hazretleri elde ettiği hükmü,"Biz Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azab edecek değiliz." (İsra-15) gibi ayetlerden istinbat ediyordu. Evet, Allah Kur'ân'da "Peygamber göndermeden azab etmeyeceğiz" diyordu. Öyle ise; Peygamber görmemiş duymamış kimselere azap edilmese gerek.
Maturidî hazretlerine göre akıl,"hüsün-kubûh"mevzuunda da üzerinde durulduğu gibi,önemli bir unsurdur ve bir ölçüde iyiyi kötüden ayırdedecek kapasitededir. İnsan,aklıyla bir kısım şeyleri birbirinden tefrik edebilir. Bu güzel, bu da çirkin diyebilir. Vakıa aklın, herşeyi sezip bilebileceğini iddia da yanlıştır... Onun içindir ki, Allah iyileri emretmiş, kötüleri de yasaklamış ve bu önemli işi her zaman yanılabilirliği müsellem olan akla havale etmemiştir. Vahy ile bunları tanzim etmiş. aydınlatmış; peygamberleriyle vüzuha kavuşturmuş ve bir nokta muzlim bırakmamıştır. Maturidilere göre akıl, zinanın çirkinliğini. sezebilir. Çünkü onda nesebin zay'i olup karışması bahis mevzuu. Kimin malı kimin evlâdına kalacak? Şayet bir kadın iffetini koruyamıyorsa ve çocuklarının nesebi şüpheliyse, evet o zaman kimin malı kime kalacak? Öyleyse zinanın aklen çirkin olduğu söylenebilir. Hırsızlığın da aklen çirkin olduğu sezilebilir. Çünkü, başkasının kan-ter elde ettiği şeyler onun elinden almak çirkindir. Aklen içkinin çirkinliği de sezilebilir. Çünkü insanın aklını izale ediyor. Nesiller üzerinde menfi te'siri sürüp gidiyor ve bir kısım hastalıklara da sebep oluyor... Daha bunlar gibi bir kısım şeylerin bir ölçüde akliliği her zaman söylenebilir...
İyi ve güzel şeyler hakkında da aynı durum bahis mevzuudur. Meselâ; adalet, başkalarına iyilikte bulunma güzel şeylerdir ve bunlar aklen sezilebilir. Kur'ân ve Sünnet ise bu mevzuda emirler vermiş, aydınlatmış ve bizi yanlış anlamadan kurtarmışlardır.
Bunun gibi Allah'a iman da güzel bir şeydir. Çünkü insan o sayede itminana ulaşır. Daha hayatta iken başı cennetlere erer ve ötelere ait güzellikleri burada yaşar. Aynı zamanda, imana ulaştıran yol da,akıl ve muhakeme ile sezilecek mahiyettedir. Nitekim çöldeki bir bedevi bile bunu hissetmiştir. Huzur-u Risaletpanâhi ye gelmiş ve nasıl bir yolla Yüce Yaratıcı'ya ulaştığı sorulunca: "Bir yerde bir deve tersi, oradan bir devenin geçtiğine, ayak izleri de orada yüründüğüne delâlet eder. Şu sema burç burç ahenk içinde, bu yer, vâdi vâdi güzellikleriyle, bir Alîm ve Habîr olan Allah'a delâlet etmez mi?" diyor. Demek ki bir deve çobanı dâhi aklıyla; her şeyi kabzay-ı tasarrufunda tutan, herşeyi ilimle idare eden ve her şeyden haberdar olan bir Zât'ın varlığına intikâl edebiliyor. Öyleyse imanda, aklîliği bütün bütün kulakardı da edemeyiz.
İşte bu noktadan hareketle, Maturidi; "insan,aklıyla Yaratıcıyı sezebilir" demiştir. Nitekim cahiliye döneminde ve fetret devrinde bu mesele, çok kimse tarafından hissedilmiştir. Mesela, bunlardan Varaka bin Nevfel ki, büyük Kadın Hatice-i Kübrâ Validemizin amcazâdesidir. Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam ilk vahiy gelince, Cebrail'i, Arz ve Sema arasında, bütün buudlarıyla kanatlarıyla görmüş, irkilmiş, ürpermiş ve koşa koşa evine gelmiş ve durumu Hatice Validemize hikaye etmişti. O da Peygamberimizi (sav) alıp Varaka'ya götürmüştü. İşte bu zat, daha Efendimiz'e (sav) peygamberlik gelmeden, Yüce Yaratıcı'nın varlığını sezmiş, putların hiçbir şey yaratamıyacağını hissetmiş ve aklıyla Allah'ın var olduğuna inanmıştı... Bunlardan bir diğeri de Zeyd idi. Hz. Ömer. Efendimizin amcası... Yer yer putlara sırtını döner ve şöyle derdi: "Bunlara ibadet edilmez, bunların hepsi bâtıldır, bir Yaratıcı var ama, ben bilemiyorum kimdir?... " Vefat ederken de Hz. Ömer ve oğlu Hz. Said de dahil, aile fertlerini topladı ve şöyle dedi: "Ben Allah in bir dini olduğuna inanıyorum ki, onun gölgesi, emâreleri başınızın üzerindedir. " Efendimiz, Peygamberliğini henüz ilân etmiş veya etmemiş; işte o dönemlerde "Ben o dinin gölgesinin başınızın üzerinde olduğunu hissediyorum. O din zuhur ettiği zaman, vakit fevtetmeden hemen dehalet ediniz"diyor, bir çok şeyi aklı ve ferasetiyle anlamış olduğunu gösteriyordu ki, bu da,"insanların elleriyle yapılan bu şeyler asla ilâh olamazlar" demekti. Dolayısıyle, insan eliyle dikilen bu put ve heykellerin hiçbiri, insanların ihtiyaçlarını karşılayamaz. Zira, aslında onlar insanlara muhtaç. Kendileri muhtaç olunca, başkalarının ihtiyaçlarına nasıl cevap verecekler ki?
Binaenaleyh böyle basit bir düşünce ile dahi, hemen herkes, gökleri ve yeri elinde tutan bir Zat'ı idrak edebilir. Zeyd ve Varaka, yakınlarının vicdanlarında birer çığlık olarak kalakalsınlar, zaman ve mekânın Efendisi ilk talili dostlarını, hakikata erken uyanmış bu halkadan seçip, muhakeme ve aklın dizginlerini vahyin eline vererek sonsuzluğa yelken açıp yürüyecektir...
Şimdi yeniden dönüp soruyu tekrar edelim: İslâm diyarının dışında doğan kimseler hemen Cehennem'e mi gidecekler? Evet, Efendimiz Sallallahu aleyhi ve Sellem'i, Kur'ân'ı duymuş ve Peygamberimizin peygamberliğine şahid olmuş, ama araştırma lüzumunu duymamış ve araştırmamış olanlar Cehennem'e girecekler. Fakat bu kadarcık olsun herhangi bir imkâna sahip olamamış, karanlıkta yetişmiş, karanlıkta kalmış, hep karanlık soluklamış, karanlık içinde yatmış-kalkmış kimselere gelince, ümit ederiz ki, Cenab-ı Hakk'ın merhametinden istifâde ederek muaheze görmesinler. . .
Müsaadenizle bizi alâkadar etmesi bakımından meselenin bir başka buudunu arzetmek istiyorum. İlk müslümanlar, müslümanlığı tam temsil edip, Efendimiz'e (sav) ait mesajları dünyanın dörtbir yanına götürüyor ve ma'şeri vicdanı uyarıyorlardı. Bugün, onların menkibelerinin gölgelerinde dahi, öyle büyük, öyle derin bir ruh haleti sezilmektedir ki, insan onların hakikatlarını düşününce, götürdükleri mesajlara insanlığın lakayt kalamıyacağını hemen anlar. Bu, alabildiğine pervasız, alabildiğine fütursuz,: gözünü budaktan esirgemeyen insanlar, çok kısa zamanda, dünyanın dört bir yanında öyle bir velvele meydana getirdiler ki, âdeta seslerini duymadık hiçbir yer kalmadı. Ve İslâm nuru en karanlık, en muzlim noktaları dahi aydınlattı. Evet, onlar çok hızlı, çok hareketli ve çok üst seviyede İslâm'ı temsil etti ve Kur'ân'ın mesajlarını, Sebt boğazından Aral gölüne, Anadolu kıyılarından Çin seddine kadar ulaştırdılar. Evet Hz. Osman döneminde müslümanlık buralara kadar gelip ulaşmış, Hz. Muaviye döneminde Ukbe İbn-i Nafî'ler vasıtasıyla Herkül burcuna gidip dayanmıştı. Bütün Berberîler, bugünkü Fas, Tunus, Cezayir topyekün Mağrip memleketleri İslâm'ın vesâyâsı altına girmiş ve artık emri ondan alıyordu. Başlangıç itibariyle hesap edilecek olursa henüz 30 sene olmamıştı. Bu 30 sene içinde dünyanın dört bir yanında şem'alar, meş'aleler yaktı ve dünyaları aydınlattılar. Girdikleri yerlerde bihakkın İslâm'ı temsil etti, herkes tarafından sevilip sayıldı ve benimsendiler. Hem öylesine benimsendiler ki, artık Hristiyan ve Yahudiler onları kendi dindaşlarına tercih ediyorlardı. Hz. Ömer Mescid-i Aksa'ya giderken, Ebû Ubeyde Şam'a girerken sevgiyle karşılanıyordu. Hatta bir aralık müslümanların Şam'dan çekilmeleri bahis mevzuu olunca, Hristiyanlar, rahip ve ruhbanlarıyla kiliselere dolup müslüman vesayasının devamı için dui ettiler. Ve müslümanlara; "Gittiğiniz gibi inşaallah yine gelirsiniz. Cizye verir ve himayenizde oluruz" dediler. İlk müslümanların böyle şirin görünmesinden gürül gürül müslümanlığa akın oluyordu. Aslında her birisi birer Ömer, o mübarek topluluğu görenlerin, Müslüman olmaması da düşünülemezdi ya!... Gece, Hak huzurunda ibadet-ü taat ve âh-u enînlerle yürekler yakan, gündüz at üstünde elinde kılıç kahramanlardan, kahraman ve o "ruhbanun filleyli ve fuısanun finnehar " olan yiğitler, öyle gönüllere girmiş, herkes üzerinde öyle bir intiba bırakmışlardı ki, çok yakın bir gelecekte bütün cihan kapılarının onlara açılacağına muhakkak nazarıyla bakılıyordu.
Şimdilerde bizler, birer ada ve adacığa söz geçiremememize, elde ettiğimiz yerlerde dahi asayişi te'min edemememize karşılık, onların emniyet, kiyâset, dirâyet ve diyanetleri karşısında, onlara, kalelerin kapıları ardına kadar açılıyor ve fahri hemşehrilikler, sembolik anahtarlar değil; hakiki reislik ve gerçek anahtarlar veriliyordu.
Bugünkü Suriye ve Filistin, müslümanların eline geçince, orada bulunan ordu kumandanları Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını istemişlerdi. Vazifeli papaz: "Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını alacak zatın şemailini biliyoruz ve bu anahtarları O'ndan başkasına vermemiz mümkün değildir." diyordu. Onlar aralarında konuşa dursunlar, Hz. Ömer çoktan yola çıkmış geliyordu bile... Ve kimsenin nasıl geldiğinden de haberi yoktu. Ama o, papazın bildiği gibi geliyordu. Hazineden bir deve almış onunla yola revan olmuştu. Taksi yok, araba,yoktu ama, bir tane at olabilirdi. Ne var ki, o at da yoktu. Hizmetçisiyle beraber bir deveye münavebeten binerek geliyordu. Yaklaştıklarında kumandanlar, dua ettiler; inşaallah, Ürdün nehrini geçerken binme sırası Hz. Ömer'e gelir. Zira, bu Bizans halkı, kendi saraylarında ihtişâm ve debdebeden başka birşey görmediği için, başımızdaki halifeyi böyle görürlerse; yani, paçalarını sıvamış, hizmetçisi devenin üzerinde ve kendi deveyi yediyor görürlerse ayıp olur. Haddi zatında ayıp olan şey, adaletsizlik ve hakkaniyetsizlikti; Hz. Ömer de bunu irtikab etmemeye çalışıyordu. Onlar dua ede dursunlar, Allah (cc) en hayırlı olanı tahakkuk ettirmişdi bile. Tam nehri geçecekleri zaman, devenin yularından tutma sırası Hz. Ömer'e gelmişti. O, deveden indi yerine köle bindi ve Hz. Ömer devenin yularından tuttu ırmağı öyle geçtiler!.. Devenin üstünde oraya gelinceye kadar, elbiseleri, semere sürtüne sürtüne yırtılmıştı. Oraya gelinceye kadar kimbilir kaç defa eline bir iğne, bir iplik aldı ve bir kenara oturdu, elbisesini yamadı... Üzerindeki elbisede o gün, 14 tane yama vardı. Estağfirullah! ona yama dememek, ona şeref işareti demek lazım... Bu durumu gören papaz: "Tamam, bizim kitaplarımızda yazılı olan bu zattır" diye bağırdı. Meğer büyüklerinin istihraçlarına göre seyahat boyu Hz. Ömer'in yaptığı şeylerin hepsi biliniyormuş. Onun için Hz. Ömer'i tanıma fırsatı bulan papaz: "Biz anahtarları ancak buna veririz" dedi.