Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Dua ve Kader

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan
Dua edilen husus kaderde belirlenmişse, kul dua etse de etmese de o vuku bulacaktır. Eğer kaderde yoksa kul dua etse de etmese de vuku bulmayacaktır.
Bazıları bu sorunun doğru olduğunu sanarak duayı terketmiş ve "Duanın hiçbir yaran yok!" demişlerdir. Bunlar aşırı cehaletlerinin ve sapıklıklarının yanısıra çelişkilidirler. Çünkü bu düşünce genelleştirildiğinde hiçbir sebep ve vesileye tutunmamayı zorunlu kılar ve o kişiye şöyle denir:
"Tokluk ve suya kanmışlık hali senin kaderinde yazılmış ise yesen de yemesen de o gerçekleşecek, kaderde yazılmamışsa, yesen de yemesen de vuku bulmayacaktır."
"Eğer kaderinde çocuk varsa, sen hanımınla veya cariyenle cima yapsan da yapmasan da o olacaktır. Eğer bu kaderinde yoksa o olmayacaktır... Öyle olunca evlenmeye de cariye edinmeye de ihtiyaç yoktur" Örnekler çoğaltılabilir.
Böyle bir şeyi hiç akıllı biri veya herhangi bir insan söyleyebilir mi?
Hatta hayvanlar bile hayatları ve ayakta kalmaları neye bağlıysa o sebeplere tutunma fıtratı üzere yaratılmışlardır. O halde hayvanlar, tuttukları yol itibariyle daha garip olan bu insanlardan daha akıllılar.
Bazıları güya kurnazca fikirler ileri sürerek şöyle demişlerdir:
"Duayla iştigal sadece bir ibadettir. Allah dua edene sevap ve ödül verir. Fakat duanın, dua edilen hususun gerçekleşmesinde hiçbir etkisi olmaz."
Bu akıllıya göre kalp ve dille dua etmek ile etmemek arasında istenilenin vuku bulması açısından hiçbir fark yoktur. Onlara göre dua sükût gibidir, ondan bir farkı yoktur.
Bunlardan daha akıllı bir grup da şöyle demiştir:
"Bilakis dua, Allah'ın, kişinin isteğinin kaderinde bulunduğuna ve dolayısıyla gerçekleşeceğine alâmetten ibarettir. Bu, kışın soğuk bir günde siyah bir bulut görmen gibidir; bu yağmur (veya kar) yağacağının delilidir.
Bunlar derler ki:
İbadet ve itaatlerin ödülle, küfrün ve günahların cezayla ilişkisi de böyledir. Bunlar ödül ve cezanın sebepleri değil, onların vuku bulacağına sadece işarettirler. Bunlara göre kırmak ile kırılmak, yakmak ile yanmak, öldürmek ile canın çıkması arasındaki bağlantıda böyledir. Bunların hiçbiri sebep değildir ve onlarla sonuçlan arasında hiçbir bağ yoktur. Sadece alelade bir birliktelik sözkonusudur; sebep yoluyla gerçekleşen etki değildir bu. Bunlar bu görüşleriyle hisse, akla, fitrata ve diğer akıllılara muhalefet etmişler, diğer akıllıların kendileriyle alay etmelerine yol açmışlardır.
İşin doğrusunu açıklamak için deriz ki:
Durum soru soranın söylediği iki kısımdan (=kader, dua) ibaret değildir. Bilakis üçüncü bir kısım (=bunlar arasında bir irtibat) vardır. Onu da şöyle açıklayalım:
Kaderde belirlenen şeyler, sebepleriyle birlikte belirlenirler. Bu sebeplerden biride duadır. Kaderdeki şey, sebepten soyutlanmış şekilde değil, aynı zaman da sebebiyle birlikte vardır. Sanki: şu sebebi yaparsa şu olacak, diye yazılmıştır kaderinde. Dolayısıyla kul sebebi (=vasıtayı) yerine getirdiğinde kaderdeki vuku bulur; getirmediğinde vuku bulmaz.
Bu, tokluk ve suya kanmaklığın yeme ve içmeyle birlikte takdir edilmesi (=kaderde belirlenmesi), olacak bebeğin cinsel ilişkiyle birlikte takdir edilmesi, tahılın tarlaya tohum atmakla takdir edilmesi, hayvanın canının çıkmasının boğazlanmayla takdir edilmesi, yine bunun gibi, cennete girmenin salih ameller işlemekle, cehenneme girmenin kötü ameller işlemekle birlikte takdir edilmesi gibidir. Asıl doğru olan tutum, bu kısımlandırmadır. Soru soranın anlayıştan mahrum kaldığı ve iyi bir neticeye ulaşamadığı nokta da budur.
Bu durumda; dua vesilelerin en güçlülerindendir. Şayet kaderde belirlenen şey duaya bağlanmışsa, duayla birlikte takdir edilmişse "Duada hiçbir fayda yoktur" demek doğru olmaz; yeme, içme ve her türlü hareket ve eylemde hiçbir fayda yoktur demenin doğru olmadığı gibi.
Sebepler arasında duadan daha faydalı ve arzulananın meydana gelmesinde ondan daha etkili başka bir şey yoktur. Sahabiler de bu ümmet arasında Allah'ı (c.c.) ve Peygamberi (Sallallahu aleyhi ve sellem) en iyi bilen, dinini en iyi tanıyan kimseler olduklarından bu sebebe en çok tutunan, onun şartlarını ve âdabını en iyi yerine getiren kimselerdi. Hz. Ömer (r.a.) düşmanlarına karşı duadan destek alırdı. Dua onun en büyük askeriydi. Arkadaşlarına:
"Çokluktan dolayı zafere ulaşamazsınız. Ancak gökten gelen yardımla zafere erişirsiniz" derdi. Yine:
"Ben duanın kabul olunmayacağı tasasını değil, dua etme tasasını çekiyorum. Çünkü size dua etme ilham edildikten ve siz onu yaptıktan sonra, "kabul" zaten hemen onunla birliktedir." derdi.
Şair de bu anlamı alıp şiire dökmüş ve şöyle demiştir:
"Sen ellerinin cömertliğiyle umduğuma ulaşmamı dilemeseydin, beni istemeye alıştırmazdın!"
Demek ki her kime dua ilham edilmişse, onunla, duaya icabet ve duanın gereğinin olması istenmiştir. Zira yüce Allah:
"Bana dua edin ki size icabet edeyim." (Gâfir, 60)
"Kullarım sana benden sorarlarsa (bilsinler ki); ben yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin duasını kabul ederim." (Bakara, 86) buyurmuştur.
Sünen-i İbn Mâce'de geçen ve Ebû Hureyre kanalıyla yapılan rivayette Rasûlullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Allah'tan istemeyene O gazab eder"
Bu, Allah'ın hoşnutluğunun O'ndan istemede ve O'na itaatte olduğu göstermektedir. Yüce Allah da hoşnut olmuşsa her türlü hayır O'nun hoşnutluğundadır, her türlü belâ ve musibetin O'nun gazabında - öfkesinde olduğu gibi.
Ahmed b. Hanbel'in "Zühd" kitabında zikrettiği bir eser (sahabiî sözü) şöyledir:
"Allah şöyle der: Allah, benim! Benden başka ibadete layık ilâh yoktur. Hoşnut ve razı olursam bereket veririm ve bereketim sonsuzdur. Eğer kızarsam da lanet ederim."
Akıl, vahiy, fıtrat ve farklı ırk, din ve inançtaki milletlerin tecrübeleri; âlemlerin Rabbı Allah'a yakınlaşma ve hoşnutluğuna çabalamanın, yaratıklarına iyilik ve ihsanda bulunmanın her türlü iyiliği getirici, en büyük sebeplerden olduğunu, bunların zıddının da her türlü şerri ve kötülüğü celbedici en büyük sebeplerden olduğunu gösterir. Allah'ın nimetlerini çekmede ve azabını defetmede, O'na itaat etmek ve yaklaşmak, onun yaratıklarına iyilikte bulunmak gibisi yoktur.
Yüce Allah, Kur'an'ında dünya ve ahiretteki hayırların oluşmasını, amellere, hareket ve eylemlere bağlamıştır. Hayır ve şerrin amellerin sonucu oluşunu, cezanın şartın sonucu, ma'lûlün illetin sonucu, müsebbebin sebebin sonucu oluşu gibi olduğunu beyan etmiştir. Bu, Kur'an'da binden fazla yerde seçmektedir.
Yüce Allah bazen kendisinin yaptığı bir şeyi veya kullarına verdiği şer'î emri, ona uygun bir durum ve sebep üzerine bina eder. Şu âyetlerde olduğu gibi:
"Kibirlerinden dolayı kendilerine yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince onlara "Aşağılık maymunlar olun" dedik." (Araf, 166)
"Ne zaman ki bizi kızdırdılar; onlardan öc aldık, hepsini boğduk" (Zuhruf, 55)
"Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin" (Mâide, 38)
"Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allah'a saygılı erkekler ve Allah'a saygılı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar; (işte) Allah bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat hazırlanmıştır." (Ahzab, 35)
Bunun örneği pek çoktur. Yüce Allah bunu bazen "şart ve ceza" (=şöyle olursa böyle olur, veya şöyle olursa böyle yapılsın türünden ifadelerle) kipiyle zikreder. Şu âyetlerde olduğu gibi:
"Ey inananlar. Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar" (Enfâl, 29)
"Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, dinde sizin kardeşlerinizdirler." (Tevbe, 11)
"Şayet asıl yolda gitselerdi onlara bol su verirdik (=rızıklarını bollaştırırdık.)" (Cin, 16)
Şu âyetlerde olduğu gibi, bazen bunu illet-sebep bildiren lâm ile zikreder.
"Onu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve akl-ı selim sahipleri öğüt alsınlar" (Sâd, 29)
"Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit olsun" (Bakara, 143)
Bazen bunu illet bildiren "Key" edatıyla zikreder:
"... Ta ki (=ganimetler), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın" (Haşr, 7)
Bazen sebebiyet bildiren Bâ edatıyla zikreder:
"Bu sizin ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır"(=AI-i İmran, 182)
"Kazandıklarınızdan ötürü" "Bu onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ... dolayı idi" (Âl-i İmran, 112)
Allah (c.c.) bazen açık veya gizli bir "mef 'ûl lieclih" (sebep bildiren mef'ûl) ile zikreder:
"Eğer iki erkek yoksa razı olduğunuz şahitlerden bir erkek, iki kadın şahitlik etsin. Ta ki kadınlardan biri unuttuğunuzda diğeri ona hatırlatsın" (Bakara, 282)
"Kıyamet günü "biz bundan gafildik" deme meniz için" (Araf, 172).
"Sizin 'Kitab yalnız bizden önce iki topluluğa indirildi' dememeniz için" (En'am, 156)
Son iki ayette, "en teqûlü =demeniz" den önceki gizli "kerahet" "mef'ûlün lieclihi"dir.
Bazen bunu sebebiyet bildiren "fe" edatıyla zikreder:
"Onu (Salih'i) yalanladılar, deveyi kestiler. Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti." (Şems, 14).
"Rabblerinin elçisine karşı geldiler. O da onları şiddeti gittikçe artan bir yakalayışla yakaladı!" (Hakka, 10)
"Onları (=Musa ile Harun'u) yalanladılar da helak edilenlerden oldular" (Mu'minûn, 48)
Bazen, vurgu edatı olan, ama makama göre sebep de bildiren "inne" yle zikreder:
"Hakikaten onlar hayırlarda yarışırlardı" (Enbiyâ, 90)
"Ve ayetlerimizi yalanlayan kavimden öcünü almıştık. Hakikaten onlar kötü bir kavim olmuşlardı, biz de onların hepsini boğduk." (Enbiya, 77)
Yüce Allah bazen bunu, öncesini sonrasıyla irtibatlandıran "levlâ: şayet olmasaydı" edatıyla zikreder:
"Eğer tesbih edenlerden olmasaydı, insanların yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı" (Sâffât, 143, 144)
Bazen de şart edatı "lev" ile zikreder:
"Şayet onlar nasihat edildikleri şeyi yapsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu." (Nisa, 66)
Özetle, Kur'an, başından sonuna cezanın (=sonucun) hayır ve şer üzerine, ilâhî kanunların ve şer'î hükümlerin sebepler üzerine bina edilmesi, hatta dünya ve ahiret hükümlerinin kısaca insanın leh ve aleyhine olanlar her şeyin sebeplere ve amellere bina edilip onlarla ilintilendirilmesi hususunda açıktır.
Bu meselede hakkıyle düşünen ve anlayan kimse çok istifade eder; cehaleti, acziyeti, ihmalkârlığı ve fırsatları zayi ederek, kadere yaslanmaz; böylece tevekkülünü acziyet acziyetini tevekkül yapmaz. Aksine meseleyi iyice anlayan kişi kaderi kaderle geri çevirir, kaderi kaderle defeder, kadere kaderle karşı koyar. Hatta insan ancak bununla yaşayabilir; zira açlık, susuzluk, üşümek, her türlü korkular ve sakınılan şey kaderdendir. Halk bu "kaderi kaderle def etmek" ten gafildirler.
Böyledir... Allah'ın anlamaya muvaffak kıldığı ve doğru yolu gösterdiği kimse uhrevî cezalarla ilgili kaderini tevbe, iman ve salih amelleri içeren kaderiyle defeder. Kaderin ölçüsü budur; dünyada korkutucu şeyler de bunların zıtları da birdir. Çünkü dünya ve ahiretin Rabbı birdir. O'nun (c.c.) hikmeti de birdir; bir biriyle çelişmez, biri diğerini iptal etmez.
Bu, değerini bilen ve ona hakkıyla riayet eden kişi için en şerefli meselelerdendir. Ancak Allah'tan yardım dileriz.
Fakat, kişinin mutluluk ve kurtuluşunun onunla tamamlanacağı iki husus var.
Birincisi: Kişi hayır ve şerrin sebeplerini ve yollarını detaylıca bilir. Dünyada gözlemlediği, kendinde ve başkalarında tecrübe ettiği, eski ve yeni milletler hakkında duyduğu şeylerden ötürü kendisinde bir basiret oluşur.
Bu hususta en faydalı çalışma, Kur'an'ı tefekkür etmektir. Zira o bu hususu en mükemmel şekilde sunmaya kefildir. Hayır ve şerrin tüm vesile ve yolları onda ayrıntılı ve açıklamalı şekilde mevcuttur.
Sonra Sünnet gelir. Bu da ikinci vahiydir. İhtimamını onlarda yoğunlaştıran kişi onlarla yetinir, başkasına gerek duymaz. Bunlar hayır, şer ve bunların yollarını onları gözünle görüyormuşçasına sana gösterir.
Bundan sonra kişi, milletlerin tarihini ve Allah'ın (c.c.), itaatkârlar ile âsîler hakkındaki sünnetini, onlara neler yaptığını düşündüğünde bu malûmatın Kur'an ve Sünnette öğrendiklerinle örtüşdüğünü görür.
Tarihte, Allah'ın haber verdiği ve vaad ettiği şeyleri görürsün. Âfâkta (=dış alemde) gördüğün ilâhî âyetler ve mucizeler sana Kur'an'ın ve Rasûl'ün hak olduğunu, Allah'ın vaadini mutlaka yerine getirdiğini gösterir.
Şu halde tarih Allah ve Rasûl'ünün bize öğrettiği hayır ve şerrin genel-küllî yollarının ayrıntılarının teker teker açıklanmasıdır. Bu yüzden tarih önemlidir.
 

bcetin811

AMEL-Ý SALÝH
Katılım
27 Eyl 2006
Mesajlar
1,495
Tepkime puanı
110
Puanları
0
Yaş
43
Konum
Hayatýn içinden
Kaderde belirlenen şeyler, sebepleriyle birlikte belirlenirler. Bu sebeplerden biride duadır. Kaderdeki şey, sebepten soyutlanmış şekilde değil, aynı zaman da sebebiyle birlikte vardır. Sanki: şu sebebi yaparsa şu olacak, diye yazılmıştır kaderinde. Dolayısıyla kul sebebi (=vasıtayı) yerine getirdiğinde kaderdeki vuku bulur; getirmediğinde vuku bulmaz.

Bekir abi Allah razı olsun emeğine sağlık..İşte insan mantığının kavrayabileceği kader anlayışı budur..Cenab-ı Allah fiilleri sebeplere bağlamış ve insanın özgür iradesine vermiştir..Kul sebebi yerine getirdiğinde kaderdeki yazılmış fiiler ya vuku bulur ya da bulmaz..Allah için herşey yaşanmıştır, bu olasılıkları Allah değil kul yaşar..
 
Üst Alt