Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Dirilttiğimiz Oranda.....

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
DİRİLTTİĞİMİZ ORANDA DİRİLECEĞİMİZ MEKÂNLAR



CÂMİLERİMİZ VE BİZ


Kur’ân-ı Kerim, hadisler ve ilk İslâm kaynaklarında bugün câmi diye isimlendirilen ibâdet edilen yerler karşılığında mescid kelimesi geçmektedir. Secde yeri demek olan mescid, müslümanların cemaatle ibâdet ettikleri yer olduğu gibi, aynı zamanda, özellikle Rasûlullah devrinde, sosyal faâliyetlerin her çeşidinin odak noktası, çeşitli hizmetlerin görüldüğü ana merkezdir, üstür. Kavram olarak; içerisinde Allah’a ibâdet etmek üzere yapılan bütün yapılara verilen addır. Hicrî IV. Milâdî X. yüzyılın başlarından bu güne “câmi” kelimesi, mescid anlamında kullanılmaya başlanmıştır.
Laik düzenlerde topluma yön veren tüm kurumlar, beşerî diktaların tekelindedir. Sokakları, meydanları, okulları, mahkemeleri, meclisleri... dinin düzenlemesine müsâade etmeyen demokratik, laik ve dine saygılı(!), ama irticâya amansız düşman rejimler, câmilerde bile dinin tümüyle hâkim olmasını istemezler. Tümüyle Allah'a ait ve O’nun için olması gereken mescidler, tâğûtî düzenlerde “Allah’ın evi”nden ziyade “devlet dairesi”ne benzerler.

İslâm’da câmiler sadece namaz kılınıp “dağılınan” yerler değil; kendisinde devamlı “toplanılan” mekânlardı. “Câmi”, kelimesi, bilindiği gibi “toplayan” demektir; İnsanları açtığı bağrında toplayıp cemaat haline getiren yerdir câmi. Câmi, aynı zamanda bir kıyam merkezi, savaş yeri, istişâre meclisi, devletin idare edildiği mekân, yönetenlerle yönetilenlerin yüz yüze görüşüp dertleştikleri, hesaplaştıkları mahal, bir okul, kimsesizler yurdu, bir huzur evi...dir. Kalp, insanın merkezi; Kâbe, arzın merkezi, yeryüzü mescidinin temsilcisi sayılır. Başta namaz olmak üzere her çeşit ferdî ve sosyal ibâdetin, eğitim ve kültürün, değişik sanatların ve çeşitli güzelliklerin de etrafa halka halka yayıldığı bir merkez vardır müslümanların medeniyetlerinde. Bu güzellik merkezleri câmilerdir.


CAMİNİN MÜSLÜMAN HAYATINDAKİ YERİ

Kâinattaki varlıkların hepsi ister istemez Allah’a secde ederler (13/Ra’d, 15; 16/Nahl, 49). Evren, tüm varlıklar için bir mesciddir. İnsanlardan bazıları da inanarak ve isteyerek secde ederler. Kendi tercihiyle secde eden insana Allah (c.c.), sünnetullaha uymak zorunda olup secde eden kâinatı, tüm yeryüzünü mescid yapmıştır. "Yeryüzü bana mescid kılındı..." (Nesâî, Mesâcid 42, hadis no: 2, 56)

Yeryüzünde ilk inşâ edilen mescid, Mescid-i Haram’dır (3/Âl-i İmrân, 69). Peygamberimiz, daha Medine’ye gelmeden Kubâ Mescidini, Medine’ye gelince de ilk iş olarak Mescid-i Nebevî’yi yaptırdı. Medine mescidinden sonra Peygamberden örnek alan müslümanlar gittikleri her yere mescidler, câmiiler yapmışlardır. Onları din hayatının vazgeçilmez temeli olarak kabul etmişlerdir. Çünkü müslümanları eğiten mescidler olduğu gibi, dinlerini sağlıklı bir şekilde yaşamalarına yardımcı olan da oralardır. "Allah'ın en çok sevdiği yerler mescidlerdir. Allah'ın en fazla nefret ettiği yerler de çarşı ve pazarlardır." (Müslim, Mesâcid 288, hadis no: 671)

Mescidlerin süslenmesi, gösterişli olması önemli olmadığı gibi, doğru da değildir. Önemli olan, oralara temiz giyimli, takvâ ahlâkı üzere ve cemaat şuuruyla gidebilmek, mescidlerde dirilebilmektir. Günümüzde mescitlerin aşırı süslenmesi, buna rağmen cemaatin yeterli İslâmî şuura sahip olmaması gerçekten acıdır. Peygamberimiz (s.a.s.) mescidlerin süslenmesini hoş karşılamamaktadır (İbn Mâce, Mesâcid 2, hadis no: 739-741). Mescidler, takvâ üzerine kurulur ve insanlar orada arınmaya çalışırlarsa gerçek fonksiyonlarını yaparlar. Gösteriş ve övünme için veya Allah’ın rızâsı dışında başka bir gâye için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Hele hele müslümanların arasını açmak için (nifak için) yapılan mescidler ‘dırar’ (zararlı) mescididir (9/Tevbe, 107-108).

Mescidler müslümanlar için birer merkez durumundadırlar. Hem ibâdet yerleri, hem toplanma, hem de eğitim yerleridir. Mescidler günün her saatinde bu işlevlerini yapmalıdır. Müslümanların hayatı ile mescid arasında sıkı bir bağ vardır. Yüce Peygamber lisânıyla gönlü mescide bağlı olan gençler övülmüş, cemaatle namaz teşvik edilmiş, cemaatle kılınan namaz yirmi yedi derece üstün tutulmuştur. Orada yüksek sesle konuşmak, alışveriş yapmak doğru değildir. Ancak bu demek değildir ki oralarda sadece belli konuşmalar yapılır, müslümanların dünya işleriyle ilgili konuşulmaz. Şüphesiz müslümanların bir araya gelme yeri olan mescidlerde müslümanların sorunlarından konuşulmaksızın söz açmak mümkün değildir. Dünya kelâmı konuşmadan, ibâdet de eksik olacaktır; âhirete ancak dünya kapısından geçilebileceği için, dünya kelâmının hayırlıları, hayırlı yerlerde daha çok konuşulacaktır.

Müslüman toplumu ve onlardaki İslâmî hayatı ve şuuru mescidler ayakta tutar. Mescidler bu görevlerini yapamaz duruma gelince, sıradan birer bina durumuna veya tarihî eser konumuna düşerler. Bugün bazı ülkelerdeki mescidler, devlet kurumu gibi, resmî daire şeklinde işlev görmekte, oradaki tüm faâliyetler, tâğûtî rejimler tarafından ücretli köleler eliyle ve resmî kanunlarla belirlenen esaslarla yönlendirilmektedir. Özellikle Avrupa ülkelerindeki Türklerin açtığı mescidler ya belli bir hizbin (grubun), yahut bir siyasî rejimin elindedir. Herkes elinde tuttuğu mescidi kendi anlayışının, kendi ideolojisinin propaganda yeri olarak kullanabilyor. “Falancıların mescidi, filancıların mescidi” deniyor. Halbuki Kur’an'a göre, mescidler sadece Allah'ındır, Allah içindir; orada sadece O'na çağrı yapılır (72/Cinn, 18).

Gayrı müslimlerin eline geçen İslâm topraklarındaki mescidlerin pek çoğu yakılıp yıkıldı veya amaçları dışında kullanılır oldu. Onlardan geriye ya birer enkaz, ya da hazin hâtıralar kaldı. Bize düşen görev camiileri, mescidleri amacına uygun kullanmak, görünür veya görünmez işgalle, amacından saptırılan mescidleri kurtarmak ve mescidleri hayatımızın merkezine yerleştirip kurtulmaktır.

Kur’an’da mescidlerin Allah için yapılan binalar olduğu vurgulanarak, kullanılışında da sadece Allah'a ibâdete tahsis edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Hıristiyanlar kiliselerinde, yahûdiler de havralarında Allah'a şirk koşup O’ndan başkasına da duâ edip yalvararak, başkasını imdada çağırarak mâbedlerini puthaneye çevirdikleri gibi, mü’minlerin de mescidlerde böyle yapmamaları kesin bir dille ihtar edilir: “Mescidler, şüphesiz Allah’ındır. O halde, Allah ile birlikte başkasını/başkasına çağırmayın, başka kimseye duâ edip yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).” (72/Cinn, 18). Bu âyetteki “mescidler” kelimesi şu şekillerde tefsir edilmiştir: 1) Namaz kılmak için binâ edilmiş yerler, câmiler, 2) Namaz ve ibâdet yalnız câmilere ve belli yerlere hasredilmiş olmadığından, bütün yeryüzü, 3) Bütün mescidlerin kıblesi olduğundan, “Mescid-i Harâm”, 4) Secde ederken yere temas eden organlar. Dolayısıyla, Mescid-i Haram ve içinde namaz kılınan bütün câmi ve mescidler Allah’ın olduğu gibi, tüm yeryüzü mescidi de, insanların yaratıcısı önünde kulluk ve şükür simgesi olarak secde ettiği organları da Allah’ındır; Allah için ve Allah yolunda kullanılmalıdır.

Mescid inşâ etme, îmar, tamir ve koruma hakkının sadece mü’minlerin, imanını eylemleriyle isbat eden, namazı ikame edip zekâtını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan müttakî mü’minlerin hakkı olduğu, böyle şerefli bir görevi ancak böyle şerefli insanların yapabileceği Kur’an’da ifade edilir (9/Tevbe, 18). Allah'a şirk koşanların, şirklerini itiraf eden veya davranışlarıyla bunu kabullenenlerin Allah’ın mescidlerini imar ve inşâ etmeye, hakları ve yetkileri yoktur; onların pis ellerini ve haram paralarını böyle mübârek yere bulaştırmaları yakışık almaz ve buna izin verilmemelidir (9/Tevbe, 17). Bu iki âyet, aynı zamanda mescide taraftar olup olmamayı, imanla küfrü ayıran bir alâmet olarak gösteriyor şeklinde de değerlendirilebilir. Mescidin îmarı ile ilgili ifade, mescidlerin fizikî imarları gibi, aynı zamanda cemaate katılarak mânevî îmar ve hayatiyetine katkıda bulunmayı, bir iman ve takvâ alâmeti olarak görmemizi de gerektirir.

Allah’ın mescidlerinde ve yeryüzü mescidinde Allah’ın zikredilmesine, O’nun hatırlanıp hatırlatılmasına engel olanlardan, maddî ve mânevî yönden mescidleri harâb edenlerden daha büyük zâlim olmaz. En büyük zulüm, kişileri Allah’dan alıkoymaktır (2/Bakara, 114). Bâzı âlimler, Hz. Peygamber’in, “yeryüzü bana mescid kılındı” hadisini delil göstererek ibâdet edilen tüm yerlerin mescid olduğunu, "Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve mescidlerin harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?!...” (2/Bakara, 114) âyetini de “Allah’ın dinine muhâlefet edenden daha zâlim kime olabilir?” şeklinde açıklar (Lisânü’l-Arab, “scd” md.). Sadece Allah'a ibâdet edilmesi (1/Fâtiha, 5) gereken yeryüzü mescidinde Allah'a açıkça isyan edilmesi ve sadece Allah'a kulluk yapmak isteyenlere engeller çıkarılması, işkenceden daha büyük zulüm, insanın en doğal haklarına tecâvüzdür.





 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Mescidlerin Gerçek Işlevlerine Engel Olanlar

Mescidlerin Gerçek Işlevlerine Engel Olanlar

Mescidlerin Gerçek İşlevlerine Engel Olanlar, En Büyük Zâlimlerdir

"Allah'ın mescidlerinde O'nun adının zikredilip anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünyada rezillik, âhirette de büyük azap vardır." (2/Bakara, 114)

Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah’ın isminin zikredilmesinden men eden ve o mescidlerin maddeten ve mânen harap olmasına, yıkılmasına, terkedilmiş kalmasına veya mescidlikten çıkarılmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?! Böyle zâlimlerin cennet ile ne ilişkileri vardır? Her şeyin hakkı, onun lâyık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi, kendi yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey lâyık olduğu yerinden, ne kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur ve o şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı gitmiş olur. Nitekim Allah’a şirk koşmak, en büyük zulümdür. Allah’ın mescidlerini, içlerinde Allah denilmekten, Allah’ın hükümlerinin açıklanmasından men etmek ve oraların harap olmalarına çalışmak da hem Allah’ın, hem mescidlerin, hem de insanların hakkına son derece tecâvüz demektir. Mescidlerin maddeten veya mânen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu yapabilen zâlimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı yapar, tüm şerlere kapı açarlar.

Mescidleri/câmileri tahrip etme konusunda yarış yapan kişiden daha zâlimi yoktur deniliyor bu âyette. "Mescid" denilince cemaat halinde namaz kılınan yer anlaşıldığı gibi; hadis-i şerifte "Yeryüzü bana mescid kılındı" ifadesini de hatırlıyoruz. Yani yeryüzünde Allah'ın adının anılmasını engelleyen, Allah'ın hükümlerinin uygulanmasını istemeyen, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkaran kişiden daha zâlim kimse yoktur anlamına da gelir.

Câmilerde, mânâsını anlamadan Allah'ın adını anmaya veya bir adı da zikir olan Kur'an'ı yüzünden okumaya kimsenin karışmadığını görüyoruz. Fakat, bunu bir de mânâsını anlayarak ve günlük hayattaki değerlendirmeleriyle söylenildiğinde, mesciddeki bu zikir karşısına "büyük zâlimler" çıkacaktır. İnsanın ibâdetlerine ve ibâdet niteliği taşıyan tüm çalışma, toplanma, eğitim, teşkilatlanma gibi alanlarda insanın dokunulmazlığına saldırı, büyük bir zulümdür. Yüce Alah, müslümanların bu zulme ve zâlimlere karşı kuvvet kullanmalarını istemiştir. Onların câmilere (ve câmi gibi ibâdet faâliyetinde bulunulan dernek, vakıf, kurs ve okullarına) korku ve endişe içinde girmeleri dışında girişlerini yasaklamıştır. Yani, onların güçlerini yok etmeyi, onları zayıf düşürmeyi, toplumda Allah'ın zikri karşısında hareket ederken endişe ile hareket edecek konuma düşürülmelerini istemiştir. Artık orada onlardan biri câmiye (ve câmi gibi müslümanların özel kurumlarına) girdiğinde korku içinde ve ürperti içinde girebilmelidir. Sonra, Yüce Allah onlara hem dünyada, hem de âhirette rezil olacaklarını bildirmekte ve onları böylece tehdit etmektedir. Zira hem dünya ve hem âhiretin tüm gücü Allah'ındır. İzzet ve şeref, Allah'ın, Rasûlünün ve mü'minlerindir. Zâlim ve azgın tasarrufları sebebiyle onların dünyada zillete, horlanmışlığa ve zaafa mâruz kalacaklarını, âhirette ise zâlimler için hazırlanan dehşetli azâba çarptırılacaklarını haber vermiştir.

Ne şekilde olursa olsun, mescidlerde Allah’ın adının anılmasını, dininin tüm kapsamıyla anlatılmasını önleyen ve mescidlerin tüm fonksiyonlarını yerine getirmesine engel olandan daha zâlim kimse yoktur.

“...Aslında bunların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir (Başka türlü girmeye hakları yoktur)...” Yani, “ibâdet yerleri böyle günahkâr kimselerin elinde olmamalıdır; aksine, Allah’tan korkanların yönetiminde olmalıdır. Müslümanların kontrolünde, Allah’ın dininin topluca ikamesi için hareket merkezi olan mescid, müslümanların kontrolünden çıktığı zaman müslümanlar için en büyük tehlikelerden biri olacaktır. Çünkü mescid, müslümanların buluştukları, dertleştikleri, yardımlaştıkları, kendi meseleleri ile ilgili kararlar aldıkları, kâfirlere karşı stateji belirledikleri bir sığınak, bir kale, İslâm devletinin bir yönetim yeridir. Allah’la beraber oldukları, Allah’ın emirlerine imza attıkları bir yerdir. Câmilerin birçok fonksiyonu yanında, en önemli ve olmazsa olmaz özelliği müslümanların kontrolünde olmasıdır. Câminin müslümanların kontrolünde olması demek, orada müslümanların sadece namaz kılmaları demek değildir. Câmide okunan hutbenin sadece Allah’ın hâkimiyetini tescil yönünde okunması, Allah düşmanlarına karşı alınması gereken tavrın takınılması, müslümanlar üzerindeki oyunların bozulması ve daha önemlisi, Allah’ın dinine gerçekten inanan, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan, tâğûtî rejimi kuvvetlendirmek için insanlara telkinde bulunmayan, zâlimlere tavır alınması gerektiğini gösteren samimi müslümanlar tarafından idare edilmesidir.

Bir mescidin “Dırar” olmasının temel sebebi, taşının, halısının, binasının kâfir eliyle yapılması değildir. Sözgelimi, Ayasofya gibi nice mescidler, ilk yapılışlarında tümüyle farklı şekilde ve başka niyetlerle yapılmış olsalar da, müslümanların kontrolünde gerçek mescid halinde kullanılmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. “Dırar” denilmesinin asıl sebebi, Allah’ın dininden başka din icad edenlerin mü’minler için tuzak kurmak, onları birbirine düşürmek, aralarına tefrika sokmak ve Allah’ın dinini hükümsüz bırakmaktır. Yani, İslâm’a ve müslümanlara zarar vermektir. (bkz. 9/Tevbe, 107).

Mescidin gerçek anlamda işlev üstlenmesi için, kuruluşunun Allah rızâsı ve takvâ üzere olması ve arınmayı biricik gâye edinen insanların orada toplanması gerekmektedir (9/Tevbe, 108). Riyâ, gösteriş ve dünyevî çıkar için yapılan mescidlerden hayır gelmez. Böyle mescidlerde toplananların gâyesi Allah'a varmak için arınma olmaz. Bu tür mescidler, mü'minler arasında tefrika çıkarmak, insanları gözetlemek ve fitne yaymaktan başka bir işe yaramaz. Böyle mescidler, dırar mescididir, yani zararlı mescidlerdir (bkz. 9/Tevbe, 107).

YERYÜZÜ MESCİDİ

Tüm yaratıklar secde halinde olduğu için, bütün kâinat bir mesciddir. Teshîrî secde için varlıklara evrenin mescid olduğu gibi, ihtiyârî secde sahibi mü'min insan için de yeryüzünün tamamı mesciddir. "Benim için yeryüzü temiz ve mescid kılındı. Kime namaz vakti gelirse, bulunduğu yerde namazını kılar." (Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84)

Allah, gerçekten iman edip sâlih amellerde bulunan mü'minleri, şirkten uzak kalmaları şartıyla yeryüzünde iktidar sahibi yapacağını vaad etmiştir (24/Nûr, 55). Bu vasıftaki mü'minler, yeryüzünün vârisleridir. Allah, onlardan yeryüzünü mescid edinerek kendilerine verilen miraslarına sahip çıkmalarını istemektedir (28/Kasas, 5-6). O yüzden mü'minler yeryüzü mescidindeki her çeşit şirk ve küfür ögelerine tavır almalı, bütün yeryüzünden fitneyi kaldırmak için her çeşit yolla savaş vermeli (2/Bakara, 193; 8/Enfâl, 39), Allah'ın hâkimiyetinin tüm yeryüzü mescidinde geçerli olması için tüm imkânlarıyla gayret etmelidir. Mü'minler, hem çevrelerindeki "mescid" adındaki mâbedlerine sahip çıkmalı ve hem de tüm yeryüzü mescidine "mescid" özellikleri kazandırarak sahip çıkmalı, mescidlerdeki putları devirmelidir. Birer pislik (9/Tevbe, 28) olan müşrikler yeryüzü mescidini işgal ettiklerinden, tüm putlar ve putçulardan, tâğut ve zâlimlerden mescidlerimizi kurtarmadığımız sürece köleliğimiz devam edecektir. En kutsal yerlerini müşriklere teslim eden kimselerin kafalarının ve gönüllerinin de hür olduğu, evlerinde ve işyerlerinde, sokaklarında ve caddelerinde özgürce İslâm'ı yaşayabilecekleri düşünülemez. Hayatın ibâdet haline gelebilmesi için, ortamın mescid halinde olması lâzımdır. Mescidlerin de insanı kurtarması için takvâ mescidi olması ve dırar mescidine en küçük çapta benzememesi gerekiyor.



 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Camilerimizin Yeniden Ihyasi

Camilerimizin Yeniden Ihyasi

CAMİLERİMİZİN YENİDEN İHYASI


Câmilerimizin dışı kâfirleri, içi şuurlu mü’minleri yakıyor. Mü’minlerin problemlerini halledecek mekânın, çağımızdaki şuursuz mü’minlerin sebep veya en azından seyirci olduğu problemler saymakla bitmiyor. İmamların maaşlarının kaynağı ve veriliş sebebi, câmilerin ve imamların özgür olup olmadığı gibi hayatî sorunlar... Eskiden câmilerin onarım, tâmir ve günlük masrafları ve imamların maaşları başta olmak üzere, câmi kursları, cemaatin yetişmesi için gerekli harcamalar, müslüman zenginler tarafından oluşturulmuş özel vakıflar/akarlar sayesinde yürütülüyordu. Yani, ne laik düzenlerin ve ne de fert olarak bir müslüman şahsın maaş veya yardımı ile kendisine bağlayıp kendi zihniyetine göre hizmet beklentisi olmuyodu. Câmi içindeki hizmet ve faâliyetler, tüzel kişilik olarak cemaatler ve vakıflar eliyle, Kur’an’da belirtilen câmiyi îmar etme hakkı olanlar (9/Tevbe, 17-18) tarafından yapılmayınca, devletin emrinde namaz kıldırma memurları, laik düzenden sadece maaş almıyor, emir de alıyorlar. Eski vakıfların tümüne el koyan T.C. yeni vakfiyelere (câmi bahçesine yapılan binalara) de el koyuyor. Müslümanlar da, câmi ve çevresine binalar ve yatırımlar yaparak, farkında olmadan devlete çalışmış oluyor.

Sayılamayacak kadar çok vakıf mallarına el koyan, şimdiki câmi çevresinde yapılanlara da sahip çıkan Vakıflar Genel Müdürlüğü, bu paraların bir kısmı ile Vakıflar Bankası kurmuş, diğerleri de devlet kurumlarına ve vakıfla hiç ilgisi olmayan kişi ve kuruluşlara dağıtılmıştır.

Câmileri cemaatlerin, İslâmî sivil toplum kuruluşlarının yönetmesi, Dine özgürlük ve laiklik gereği olduğu halde, böyle olmuyor. Eskiden olduğu gibi, köylü veya mahalle sâkinleri imamlara maaş versin demek de problemi temelden çözmüyor; o zaman eskiden köylerde, köy imamlarına karşı bakıştaki müşkiller hortlayacaktır: Hocaların çok yemesi, halkın eline bakması...

Mescidlerden yola çıkılarak, oradan İslâm'ın öğrenilip yaşanması, hâkim olması halka halka yayılarak toplumu hükmü altına alması gerektiği halde; bugünkü mescidler, aslî görevlerinin çoğunu yerine getirmemektedir. Tâğutlar ve onların rejimleri, çeşitli baskı ve dayatmalarıyla İslâm dünyasındaki mescidlerin çoğunu mahkûm etmiş, hapishaneye çevirmiştir.

Câmiler, müslümanların her çeşit ibâdet, buluşma ve görüşme, önemli meselelerini müzâkere etme, dinin emir veya tavsiye ettiği birtakım hizmetleri gerçekleştirmek üzere faâliyetlerde bulunma yerleridir. Bu kutsal mekânları laik devletin kontrol altına alması ve işlevlerini de yalnızca namaz ibâdetinden ibaret kılması; dine, sünnete, hukuka aykırıdır. Câmilerde yapılan vaazların ve hutbelerin devlet tarafından kontrolü, hele devlet tarafından hazırlanıp papağan yerine konanların eline tutuşturulması, kesinlikle din özgürlüğüne müdâhale anlamı taşır.

Câmiler ilk kuruluşundaki örnek uygulamaya göre birden fazla iş ve ihtiyaç için kullanılırdı. Câminin fonksiyonları bölümünde bu konu yeterince ifade edildi. Eğer biri çıkar da "bunlar tarîhîdir, o günkü ihtiyaç ve imkânsızlıklara bağlıdır, bugün bu işler için ayrı mekânlar ve kurumlar vardır" diyecek olursa, kendisine şu cevap verilir: Bunlar doğru olabilir, ancak, bu tarihî uygulama iki şeye kesin delildir: 1- Câmiler yalnızca namaz kılmak için değildir. 2- Müslümanların din işleri, dünya işlerinden ayrı değildir; din ile dünya iç içedir. Kur'an ve Sünnet, hem din hayatını hem de dünya hayatını düzenlemek, yönlendirmek, yönetmek için gönderilmiştir.

İyi niyetli halk tarafından büyük fedâkârlıklarla yapılan câmilere Diyânet hemen el koyar. Maksat, orada kendisinin anlattığı devletin dininden farklı bir dinin anlatılmasına, yaşanmasına engel olmaktır. Câmiler, Diyanet eliyle devlet dairesi haline gelmiştir; İmamlar da namaz kıldırma memuru. İşgal edilen bu mekânlar, mü'minler için zararlı mıdır (Dırar mescidi midir), tartışılmalı ama, devlet için öylesine faydalı yerlerdir ki, devlet bu yerlerin kendi kontrolünde olmak şartıyla sayılarının artmasından memnun bile oluyor. Haftada bir gün, o kadar insana Cuma günü anlatacağı mesajları neden fırsat bilmesin? O kadar insan zorla toplanmaya çalışılsa bu kadar başarılı olunmaz.

Bu konuda Abdurrahman Dilipak’a kulak verelim: “Şimdi modern din adamı adına, Kemalist imam görüntüsü altında İslâm’a ve müslümanlara karşı bir tehdit odağı oluşturulmak isteniyor. İslâm’da din adamı, ruhban sınıfı yok, ama bu düzen içinde bunlar var. Bu tip insanlar, sadece Cuma namazında imama ihtiyaç duyuyor olsa gerekir. Ömürleri boyunca İslâm’a ve müslümanlara saldırdıktan sonra, bir maaş karşılığı susturulmuş imamların öncülüğünde, ne olur ne olmaz, yarın âhirette belki lâzım olur diye, biraz da -hâşâ- Allah’ı kandırmak istercesine müslümanların kendileri hakkında iyi şahitlik yapmasını isterler. Müslüman mezarlığına gömülmek, garip bir tutkudur onlar için. Bu iş için, fazla baş ağrıtmayan, ölülerin arkasından kırkıncı günlerinde şen şakrak mevlitler okuyacak bir aydın imama ihtiyaçları vardır.

Câmilerimizin sosyal mimarisini kaybettik. Câmi, eski hali ile hayatı kuşatan bir mekândı. İbâdet, bizim dinimizde kapsamlı bir kavramdır. Günümüzdeki şekliyle câmiler, dinin hapsedildiği, ya da hapsedilmek istendiği hapishaneler gibidir... İmamlar da bu hapishanelerin gardiyanları. Kimileri, buraya gelen insanları avlayarak onları din adına uyuşturarak kendi çıkarları yönünde kullanmak istemektedirler. Ucuz bir oy deposu, ucuz bir fedâiler mangası!

Câmiler, şimdi sadece beş vakit namazın cemaatle kılındığı mescidlerdir. Câmi günlük hayattaki ekonomik, sosyal, kültürel fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdi. Câmiler birbirinin dertleri ile dertlenmeyen, hatta birbirini tanımayan yaşlı insanların gelip gittikleri bir yer haline getirilmek istenmektedir. Cemaat imamın, imam cemaatin jurnalcisi olacaktır! Ne müthiş bir komplo. Namaz dışında câmilerin kapısına artık kilit vuruluyor. Câmi, müslümanların meşveret yeri olmaktan çıktı. Hutbeler ve vaazlar sivil karakterli, dinin özünden alınan ilhamlarla günün problemlerine çözüm getiren şeyler değil. Çoğu câmide okunan hutbe ve vaazları bir başka şekli ile bir kilise papazının ya da budist bir râhibin vaazlarında duyabilirsiniz. On emir”den ibaret ya da hıristiyanlaştırılmış, sadece kişisel ahlâka indirgenmiş bir din.

Câmi, ilk zamanlarda siyasî, sosyal, kültürel bir merkezdi. Giderek İslâmî yapı içinde mimarî bir üslûp kazanarak kurumlaştı. Şifâhâneleri, aş evleri, medresesi, öğrencilerin ve gariplerin barınacağı bir yer, buluşma ve müşâvere yeri, kütüphanesi ve vakfiyeleri ile hayatın en can alıcı noktalarında yer alırdı. Câmi her şeydi. Bugün ise, bütün bu boyutlarından yalıtılmış, tek boyutlu soluk bir renktir sadece. Şükürler olsun ki, bu durum giderek pozitif yönde değişmekte, câmi yeniden aslî yapısına doğru bir evrim süreci içinde bulunmaktadır.

Câminin siyasî merkezlerin güdümünde rûhâniyetini yitirmesiyle, müslümanlar câmi dışında bizzat hayatın içinde örgütlenmeye, câminin fonksiyonunu kendi evlerine, işlerine, sosyal hayatlarına, kültür dünyalarına taşıma gayretine girmişlerdir. Şunda kuşku yok ki, câmilerin biraz daha dejenere edilmesi ile, bu dejenerasyona teslim olan mekânlar ve kişiler İslâm toplumundan tecrit edilecek ve dırar mescidi kavramı yeniden uyanacaktır.

İmamlara bunca maaşı niye veriyorlar dersiniz? Çok sevdikleri için, dine imana hizmet olsun diye mi? Yoo, onlara maaş verenler, onların ellerine kendi bildirilerini tutuşturup okutmak için... Bunda da çok başarılı değiller. Ama yine de güçlü bir oto sansür, oto kontrol mekanizması var.

İmamlık bir meslektir artık. İmam-Hatip okulları Meslek liseleri değil mi? Bir İmam-Hatip öğretmenine soruyorsunuz: “Hangi derse giriyorsunuz?” Cevap veriyor: “Meslek dersleri öğretmeniyim.” Sormak gerek: “Müslümanlık ne zamandan beri meslek oldu, ya da din?! O kardeşimize kızmamak gerek. Bu işin raconu böyle. Resmî yazışmalarda İmam-Hatip Lisesi bir meslek okulu; ama sıra maaş ödemeye gelince, normal lise statüsünde ödüyorlar. Ne kurtarsak kâr hesabı. Tam iki yüzlü bir politika. İmam-Hatip Liselerinde kız öğrencilerin başlarını örtmeleri resmen yasak. Tabii, Heybeliada papaz okulu talebelerine güçleri yetmez, hınçlarını bizimkilerden alıyorlar. Niye örgütlediler İmam-Hatip okullarını? Aydın din adamı yetiştirmek için. Ölülerini yıkayıp Allah önünde kendileri hakkında yalancı şahitlik yapsınlar diye. Ama, olmadı... Tutmadı.

Sanırım câmide bizim görevimiz kısa sûreleri çabuk çabuk okuyarak işimizi bitirip câmiden ayrılmak olmamalı. İmamların görevi namaz kıldırmakla bitmiyor, eğer arkalarında cemaat var ise... Şöyle yapmamız gerekirdi: Özellikle câmilerin anlamı da burada gizlidir. İmamlar, bilen insanlar olarak Kur’an’dan öyle âyetler seçerek okumalılar ki, müslümanlar o günün çokça konuşulup tartışılan meselesini Kur’anî gözle görüp anlayabilsinler. Hz. Peygamber zamanında bu, temelde böyle idi. Çünkü âyetler, olaylar üzerine nâzil oluyor, Peygamberimiz onu okuyor ve sonra onu açıklıyordu. Biz de bugün yeniden olayların üzerine sanki Kur’an yeniden nâzil oluyormuş gibi namazda onları okumalıyız.

Evet, evet... Namazda okumamız gereken âyetler, o günün üzerinde tartıştığımız, konuştuğumuz ya da sorumluluk alanımıza giren şeyler olmalı. Müslümanlar bunu evrensel bir bildirinin ardından, yaklaşık iki milyar müslümanın mânevî huzuru ile Allah’ın evinde ve O’nun önünde namaz öncesi, sonrası okuyup açıklamalıdır. Böylece namaz, müslümanın sorumluluklarını kuşandığı bir mekân olacak. Müslümanlar günde beş defa Allah’ın evinden mânevî nitelikli dünyevî görevlerle ve bilgilerle donanmış olarak bir cemaat bilinci ile ayrılmış olacaklardır. Cemaat olmanın anlamı da budur. Katılan, karşı çıkan, konuşan ve sorumluluk yüklenen bir insan.

Tartışıp durduğumuz şey fâiz mi, zulüm mü, başörtüsü mü, haksızlıklar mı? Küfür mü, ahlâksızlık mı? Kur’an’ın hükmünü okur imam efendi ve namazdan sonra da oturur konuşuruz. Allah’ın hükmü üzerinde. Sorun ve çözüm yolları üzerinde düşünür, görüşlerimizi koyarız. Tartışmayız; ittifak etmişsek birlikte, ihtilâf etmişsek meşrû zeminde birbirimizi mâzur görerek herkes Allah'a vereceği hesabına göre sorumluluklarımızı kuşanırız. Ve namaz; donanma, namazlar arası zamanlar eylem vaktidir bizim için. Ve ibâdetimiz süreklidir. Sorumluluk şuuru ile hareket eden bir insan, âdeta bütün zaman namazdadır. Kıyamdadır, rükûdadır ve secdededir. Her yer mesciddir onun için.

İşte öyle olmasın diye, “câmilerde dünya kelâmı edilmez” diyorlar. Oysa din bu dünya içindir. Ve bizim dinimiz dünyayı ve hayatı kuşatır. Câmi, müslümanların cem’ olup toplandığı, namazda okudukları âyetleri Peygamberî bir metotla sorumluluğa dönüştürme mekânıdır.” (1)

Din ıstılahında imam “devlet başkanı” demektir. Din ve dünyayı ayrı düşünen inanç sonucu devletin başındakilere değil de sadece câmide namaz kıldıranlara bu isim münhasır olmuştur. Halbuki imam “otorite” demektir. Devletin başı, hem idarî işlerde, hem de dinin diğer sahalarında en üst makamdaki zat demektir. Cumâ’yı o, ya da onun vekili kıldırır. Onun adına hutbe okunur. Böyle iken bugün imam, beşinci sınıf devlet memuru sayılmaktadır.

İmam ve müezzine “din görevlisi” demek çok sakıncalıdır. Dinimizin bu şekilde görevlendirdiği birileri yoktur. İslâm’da kim daha ehil ise, o kişi müslümanların önüne geçer, imam olur ve namaz kıldırır. Namaz dışında da bu kimseler, cemaatin her türlü işinde istişâre edeceği, sözünü dinleyeceği selâhiyetli kimselerdir. İmam, devletin memuru statüsünde değil; halkın ve cemaatin içerisinde ilmiyle, ahlâkıyla, irfânıyla sivrilmiş örnek alınacak şahıs demektir. Aynı zamanda o Peygamber’in vekilidir/olmalıdır. Mihrap, Peygamberin hakkıdır. Hz. Peygamber’den sonra ise O’nun vekillerine emânet edilmiştir. İmam olan şahısların bu sorumluluğu takdir edebilecek ve taşıyabilecek kabiliyet ve kapasitede olmaları gerektiği gibi, cemaatin de imamı, Peygamber’in vekili mevkiinde görüp ona itaat ve saygıyı elden bırakmaması gerekmektedir. İmamı, sadece namaz için görevlendirilmiş bir “namaz kıldırma memuru” gibi görmek din ile devlet, din ile dünya işlerini birbirinden ayrı gören laik bir anlayışın ürünüdür. Bu anlayış ile namazın gerçek mânâsına erebilmek, hiç de mümkün olmayacaktır.

Mihrâbın ve bu mevkînin hakkını verebilecek gerçek imamlar yetiştirmek, bu ümmetin boynuna borçtur. Ümmetin kurtuluşu, ancak, ehil âlimler ve imamların yetiştirilmesiyle gerçekleşecektir. Cenâze ve mevlit peşinden koşmayan, nikâh ve hatim paralarına tenezzül etmeyen ehl-i Kur’an, hamele-i Kur’an imam ve müezzinler tasavvur ettiğimiz takdirde ve bunun tedbirlerini aldığımız zaman din ve dindara bakış da bugünkü halinden çok farklı olacaktır.

Namaz kılanların imamlığa geçecek kişiyi seçmeleri haklarıdır. Mescit ehli, devamlı namaz kıldıracak kişiyi kendileri seçer. Eğer ihtilâf ederlerse, çoğunluğun seçtiği namazı kıldırır. Kişinin, cemaat istemediği takdirde imamlığa yeltenmesi doğru değildir. “Üç kişinin namazları kabul olmaz. Bunlardan birisi, cemaat istemediği halde imamlık yapmak iseteyen kişidir...” (Ebû Dâvud) “Üç kişi vardır ki, namazları kulaklarını aşmaz: Kerih gördükleri halde bir cemaate imamlık yapan kişi...” (Tirmizî)

İmamlık, cemaatle namazda bir esastır. İmam olacak kişi, namaz kılanların rızâsı esasına göre seçilir. Namaz imamlığı, “din adamları” denilen bir gruba tahsis edilen dinî bir makam değildir. Herhangi bir müslüman bu vazifeyi üstlenebilir. Ancak, kişinin ehliyetli olup olmadığı esas alınarak ona en lâyık olan tesbit edilmelidir.

Bu imamlık anlayışı, bütün işlerinde bir idârecinin bulunmasının gerekliliğini ilham eder. Bu kişiler tavsiye ve nasihatlerle onu korurlar. Yine onlar, tâbi olanlarına Allah’a itaat konusunda insanlara uydukları güzel bir örnek olurlar. Müslümanlar, siyasî, sosyal ve cihadla ilgili işlerinde imamlığı/yöneticiliği ihmal ettiği takdirde bütün işlerinde aksamalar ortaya çıkacaktır. Çünkü zulmü önlemek, adâleti yaymak, dinî vecîbeleri yerine getirmek, Allah yolunda cihad gibi bütün faâliyetler (ahkâm ve muâmelât) durur. Dinde sadece fertle ilgili farzlar kalır. Namaz için imam seçimindeki prensip neyse, imam/yönetici seçimindeki prensip de odur.

Sahâbe de konuyu böyle değerlendirmiş, son zamanki hastalığında Hz. Ebûbekir’i namaz imamlığına geçiren Peygamberimiz’in bu uygulamasından yola çıkarak, yönetici anlamındaki imamlık konusunda da Peygamber’in onu işaret ettiği sonucu çıkarmış ve o şekilde uygulamıştır. Yönetici anlamındaki imam da, namaz imamlığında olduğu gibi, cemaatin/toplumun rızâsı (bey’ati) ve onlarla müşâvere ile seçilir. İnsanlar bu konuda ihtilâfa düşerlerse hak sahibi, müslüman cumhurun/çoğunluğun seçtiği/bey’at ettiği kişidir.

Bir müslüman seçildiği zaman, artık ona, namaz imamına uyulduğu gibi uyulur. Namaz imamı yanılınca, imamın arkasındakiler, nasıl ve hangi usûlle imamı düzeltiyorlarsa, aynı şekilde imam/halîfe yanıldığı, yanlış davranışlarda bulunduğu zaman düzeltilmesi gerekir. Meselâ imam, namazın rekâtlarını ziyâde ederse ona uyulmaz; tesbih ve tekbir gibi bir usûlle hatırlatılır, doğru olana sevkedilir. Hz. Ömer de devlet başkanı iken Cuma namazı kıldırdığında hutbede cemaate soruyordu: “Ben Haktan ayrılırsam ne yaparsınız?” Cemaatten ses yükseliyordu: “Kılıçlarımızla düzeltiriz.” Hz. Ömer: “Bana bu şuurda cemaaat verdiği için Allah’a hamd u senâlar olsun!” diye şükrediyordu.

Cemaatle namaz, yöneticiler için de bir eğitim ve genel yönetim sahasında sâlih gâyeler için bir enerjidir. Cemaatle/toplumla istişâre etmek, onların hesap sormalarına karşı hesap vermek, onlara nasihat etmek, onların tercih ve eleştirilerine kulak vermek için halife anlamındaki imamın, namaz imamlığını da yapması gerekli görülmüştür. Zaten namaz, mü’minin hayatında prototiptir. Mü’minlerin her işi, her şeyi namaza benzemeli, namazdaki gibi ibâdet bilinciyle yerine getirilmelidir.

İmam, namaz için tâyin edilen vakitten geç kaldığı zaman beklenmez. Cemaat, onun yerine namaz kıldıracak başka bir kişiyi öne geçirir. Hz. Peygamber, namaza çıkmakta gecikince sahâbe böyle yapardı (Ebû Dâvud).

Müslümanın gördüğü her cemaatte, kendisine diğer sosyal ilişkilerde ve özellikle İslâmî devletin yöneticisiyle (imamla) ilişkileri açısından bir eğitim ve bütünlük vardır. Meselâ, namazda, imamın hemen arkasında ehliyetli (muttakî ve ilim sahibi) kişiler vardır/olmalıdır. İmam hata yaptığı zaman ona hatırlatır, âyetleri karıştırdığı zaman onu düzeltirler. İmamlık makamı boş kaldığı zaman, imam bir özürden dolayı devam edemeyeceğinde onlar bu görevi üstlenirler. “Benim arkamda sizden, akıllı ve yanlışları düzeltme gücüne sahip olanlar dursun.” (Müslim). Bu durum, büyük imamlık için de geçerlidir. Namaz, müslümanlara, yöneticilerinin etrafını sâlih, ilim sahibi ve ehil kimselerle çevirmeyi öğretir. Onlar danışma meclisini, istişâre heyetini oluştururlar. İmamlarını nasihatleriyle yönlendirir, genel işlerde onu vekil kılarlar, yanıldıklarında onu hemen düzeltirler.

Neredeyse imâmet-i suğrâ (namaz imamlığı) ile, imâmet-i kübrâ (devlet başkanlığı)nın hükümleri aynıdır. Bu durum, dinin tekâmülüne ve hayatın bütün safhalarındaki hükümlerinin muntazamlığına ve her işin ibâdet olmasına delildir. Bu, onun tek kaynağı olmasındandır; dünya ile âhiretin, din ile hayatın bir bütün kabul edilip ayrılmaması ile ilgilidir. Din, müslümanın hayatının bütününe hitap eder. Onda hayatın özel ve genel değerleriyle ibâdet ve hükümleri arasında ayrılık yoktur. Dinin eğitim anlayışı, insanı her yönüyle kuşatır, kendisini, ortağı olmayan tek bir Allah’a teslim etmek, namazın ve diğer ibâdetlerin, hayatın ve ölümün; âlemlerin Rabbı olan Allah’a âit olması için tek metodda şekillenir. (2)

İmam denilince, sözlük anlamına da uygun olarak, çevresine önderlik ve öncülük eden kimse anlaşılır. Bunun için imamın, hem namaz ibâdetinin, hem de her türlü hayırlı hizmetin yerine getirilmesinde toplumuna önderlik etmesi, ilim ve ahlâkıyla, söz ve davranışlarıyla insanların takdirini kazanması beklenir. Tabii, her şeyden önce, imâmet-i kübrâ için olduğu gibi, namaz imamının da müslüman olması gerekir. Bazılarının, “bu da mevzû mu edilir, tabii ki imamların hepsi müslümandır” diyecekleri büyük ihtimaldir. Ama günümüzde imamlarda aranacak ilk şart, onların her çeşit şirkten arınmış, sadece Allah’tan korkan muvahhid birer müslüman olmalarıdır. İmamlar ve cemaatler, gereği gibi muvahhid mü’min olsalar, nihâi tercihlerini Allah’tan ve âhiretten yana yapsalar, her şey bir başka olacaktır.

Mü’minlerin imamı/lideri, ancak mü’minlerden olur. Herhangi bir kâfirin mü’minlere yönetici olma hakkı yoktur. “Allah kâfirlere mü’minler üzerine asla velâyet hakkı tanımamıştır.” (4/nisâ, 141). Ümmetin ekserisi, müslüman olduğu halde fâsık veya zâlim olan birisinin de imam ve yönetici olma hakkına sahip olmadığı görüşündedir. Bu anlayış, Kur’an’da “imam” ve “itaat” kavramıyla ilgili âyetler değerlendirildiğinde tercih etmek zorunda olduğumuz bir tavırdır. Kur’an’da kâfirlerin, ancak kâfirlere imam olduğu, kendisine uyanları ateşe/cehenneme ulaştıracağı ifade edilir (28/Kasas, 41; 17/İsrâ, 71). Fâsık ve zâlimlerin de, ancak kendileri gibi imamları olacaktır. Çünkü insanlar nasıl iseler, öyle idarecilere/imamlara müstahak olacak ve o şekilde yönetileceklerdir.

İslâm kültüründe ve tarihimizde "imam", sıfatının devlet başkanına verilen ad olduğu, devlet başkanlarının aynı zamanda imamlık yaptığını biliyoruz. Şimdi, fıkra ve karikatür kahramanı, gerici, yobaz gibi damgalara aday, toplumda ağırlığı olmayan biri konumunda. İlköğretim yaşlarındaki çocuklara sorun bakalım, içlerinden hiç, “ben, büyüyünce imam olacağım!” diyen çıkacak mı?

“Müftü” fetva veren demektir. Bugün fetva için müftülere danışan var mı, hiç sanmam. Onlar personel işlerine bakan müdür/âmir konumundalar, resmi formaliteleri yerine getirmeye, biraz da devlet ile vatandaşı kaynaştırmaya çalışan insanlar olarak gözükmektedir. Diyanet teşkilâtı, çok boyutlu kanayan ve kokuşan bir yara ve ameliyatsız çözümü mümkün olmayan bir yapı...

Hutbe konuları... (spor, milli bayramlar, ağaç yetiştirme, veremle savaş, trafik vb. devletin ihtiyaç duyduğu durumlarda hangi konu gerekiyorsa...) Ve lânetlik suçun bazı câmilerde işlenmediğini kimse iddia edemez: Hakkı gizlemek, hatta çarpıtmak, hakla bâtılı karıştırmak; yani dilsiz şeytanlık.

Cuma, bayram ve teravih namazları öncesi yapılan vaazlar, canlılığını yitirdi. Her iki anlamda “canlı” değil öğüt ve nasihatler. Meslek anlayışıyla ve görev icabı yapılması yönüyle canlı ve heyecanlı, diriltici içerik ve üslûp tutturulamadığı gibi; çoğu câmide canlı bir konuşmacı yok kürsülerde, sayılı birkaç câmide bir vâizin konuşması, kablo ile sadece ses olarak diğer câmilere ulaşıyor; telefon dinler gibi, uzaktan kumandalı şekilde vaazlar icrâ ediliyor. Böylece bir taşla çok kuş vurulduğu düşünülüyor ama, vaazlar da kuşa benzetiliyor. Resmî yetkililer, birkaç resmî vâizi seçerek, onları kontrol altında tutarak yönlendirmeyi daha kolay görüyor olmalı. Yarın imamlar da vâizler gibi cansız ve sanal olursa şaşırmayın. Bir câmiden, hatta sadece Ankara’dan tek bir merkezden imam tekbir getirir, bulunduğu câmide sesi elektronik aygıtlarla duyan cemaat, o komuta uyarak rükûya ve secdeye gidebilir. “Olmaz, olmaz!” demeyin; burası Türkiye; olmaz olmaz! Bunun ilk adımı olarak, bazı şehirlerde uygulanan ve kısa zamanda bütün câmilerde tatbik edilecek olan bir ilçe veya şehirdeki tüm câmi minârelerinden canlı okunan ezanların yerine, tek bir yerden okunup kablo ile diğer minarelere gönderilen ezan seslerini hepiniz bilirsiniz.

İslâm hâkimiyetinde her yer, üzerinde namaz kılınabilecek temizlikte olacağı, yani mescide benzeyeceği gibi, küfrün egemenliğindeki günümüzde de her yer tapınaklara benziyor. Müzikholler, stadlar, borsalar, bankalar, nice kurumlar, kanallar, sokaklar, çarşılar... mâbed değil de nedir? Oradaki insanlar, ibâdet halinde değiller mi dersiniz? Günümüz insanı, çok kıbleli, çok mâbedli, çok imamlı (önderli) ve çok dinli. Câmi, hayatımızın merkezi ve her şeyimiz câmiye uygun olmadıkça bu problemler azalmayacak, aksine gittikçe artacaktır. Halbuki; “Minâreler süngü, kubbeler miğfer; / Câmiler kışla, mü’minler asker!” olmalı.

Câmilerimizle ilgili büyük problemlerimize rağmen, müslüman gençlerin câmileri terk etmeye haklarının olmadığı kanaati taşıyoruz. Şuurlu genç müslümanlarla câmi arasındaki ilişki, bebekle anne arasındaki bağ gibidir. İkisinin birbirinden koparılması her ikisinin de perişan olmasına sebep olacaktır; biri diğeri olmadan sağlıklı şekilde yaşayamaz. Câmiler, tevhidî düşünen gençler olmaksızın mânen harap olacağı/olduğu gibi; câmilerden koparılan gençler de öksüz kalacak, temel ihtiyacı olan "mescid anası"nın sütünden, onun kucaklayan ilgi, sevgi ve şefkatinden mahrum olacaktır.

Medine İslâm devleti ile başlayan mescid/câmi, cemaatleşme ve devletleşmede önemli roller üstlenmiştir. Gelecekteki İslâm inkılâbı, câmilerin yeniden kazanılması ile, halkın inancını bilmesi, ona sahip çıkması ve liyâkatini yükseltmesi ile mümkün olacaktır. Câmilerini kazanamayan insanların neyi kazanabilecekleri sorgulanmalıdır. Câmilerine sahip çıkamayan insanların hangi değerlerine sahiplik yapabilecekleri düşünülmelidir. İslâm’ı sosyal ve siyasal hayata hâkim kılma mücâdelesinde, İslâmî değişim ve dönüşüm projesi için en doğal müttefiklerimiz olan veya olması gereken imam ve cemaatle uzlaşamıyor, mesajımızı onlara ulaştıramıyor, onlarla anlaşacak bir yol bulamıyorsak, böyle bir anlayış, câmi ve cemaatten önce kendi tavrımızın sorgulamasını gerektirmektedir. Unutmayalım ki İslâm, hemen her peygamber döneminde, garip ve kültürsüz kabul edilen müstaz’aflar tarafından kabul gördü. İslâm, câmilerden etrafa halka halka yayıldı. Önce câmilerimizi kurtaralım, o câmiler bizi kurtaracaktır.

Öyleyse haydi câmilere!.. Câmileri diriltmek ve câmide dirilmek için...

1- Abdurrahman Dilipak, Bu Din Benim Dinim Değil, İşaret/Ferşat Y. s. 33-35, 48-49

2- Bkz. Hasan Turâbî, Namaz, Risale Y. s. 141-148

 
A

abdirabbih

Guest
Öyleyse haydi câmilere!.. Câmileri diriltmek ve câmide dirilmek için...
 

gizemli

New member
Katılım
1 Nis 2007
Mesajlar
652
Tepkime puanı
61
Puanları
0
Yaş
38
Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyorlar ki: "Bir kimse, Allah'ın rızasını kazanmak için mescit bina ederse; Allah da ona bir benzerini Cennette bina eder" [1]
Camiler: huzur yuvasıdır. Edeb, terbiye, ilim ve irfan ocağıdır. İrşat kaynağı ve eşitlik mekanıdır. Camilerimize sahip çıkalım...
 
Üst Alt