sinang
New member
Bismihisubhanehüveinminşeyinillayusebihuvebihamdik.
Kafir, imanın ve mü'minlerin yeryüzündeki varlıklarına asla tahammül etmez. Müslümanları küfre düşürmek için, çalışmak, çabalamak, didinmek ve tuzaklar kurmak zorundadır.
Kafirlere uymanın akıbeti, kesin bir hüsrandır. Ayrıca bunda bir kazanç ve çıkar da yoktur. Bunda küfre dönmek vardır. Bir mü'min ya kendi yolunda yürüyüp küfür ve kafirlerle, batıl ve batıl perestlerle cihad edip savaşacak ya da - Allah korusun - küfre dönüş yapacaktır. Mü'minin bu iki tavır arasında bir tutum edinmesine ve dinini korumasına imkan yoktur. Yani 'ne şundan, ne de bundan olurum' diyerek dinini koruması mümkün değildir. Belki bazan, "batılla savaşmayı bırakıp itaat ve barış içinde onlarla bir arada yaşarken dinini, itikadını, inancını ve yapısını da bu arada koruyabileceğini" sanabilir. Ama bu, büyük bir yanılgıdır. Çünkü bu alanda ileriye atılamayan bir kimsenin geriye dönüş yapması kaçınılmazdır.
Küfür, şerr, sapıklık, batıl ve tağutlukla mücadele etmeyen kimsenin bozguna uğraması, geriye dönüş yapması; gerisin geriye küfre, şerre, dalalete, batıla ve tağutluğa dönmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Akidesi ve imanı tarafından korunup kafirlere itaatten, emirlerini dinlemekten ve kendilerine güven duymaktan kurtulamayan bir kimse, gerçekte akide ve imanından daha ilk andan itibaren ödün vermiş demektir:
"Ey iman edenler! Kafirlere uyarsanız sizi gerisin geriye (küfre) düşürürler. Siz de (o zaman) hüsrana uğramış olursunuz." (Al-i İmran: 149)
Demek ki bunun sonucu, kesin bir hüsrandır. Çünkü akide sahibinin, akide düşmanlarına meyletmesi, vesveselerine kulak vermesi ve direktiflerine uyması, ruhî bozgundan başka bir şey değildir. Hezimet doğuran bir hezimettir, İşin sonunda, bu hezimetten koruyacak ve gerisin geriye küfre dönüşü engelleyecek hiç bir şey yoktur. İlk adımda fark edilmese de, bu umutsuz sona doğru yol alıp gitmektir. Bir mü'min, dininin düşmanlarına danışmaya asla gerek bırakmayan yeterliliği; kendi akide ve metodunda bulur. Bir tek kere bile onları dinlerse, gerisin geriye irtidada doğru gidiyor, demektir. Bu, fıtrî bir hakikattir. Yüce Allah'ın dikkat çektiği bir hakikattir. Davanın asıl sahibi olan Yüce Allah'ın, davetçi ve mü'minleri uyardığı bir hakikattir. Onları kendisine bağlayan "İman" la seslenerek sakındırdığı bir hakikattir:
"Ey iman edenler. Kafirlere uyarsanız sizi gerisin geriye (küfre) dönderirler."
Sonuç olarak:
İman hakikatinin gönüllere yerleşmemesi, imanî metodun hayata hakim olmaması ve İslam şeriatinin toplumda egemen olmaması için savaşanlar; hiç şüphesiz insanlığın düşmanlarıdırlar, insanlığa en korkunç zulüm yapanlardır, öyleyse - eğer rüşdüne varmışsa - insanlığın görevi, bu düşmanları defedip zulüm edemez hale getirmektir. Hem can, hem de mallarıyla bu düşmanların savaşına hazırlanmaktır. Rabbi tarafından görevlendirilen, kendisine çağrı yapılan ve sürekli olarak uyarılan müslüman cemaatin görevi de budur.
Kafir, imanın ve mü'minlerin yeryüzündeki varlıklarına asla tahammül etmez. Müslümanları küfre düşürmek için, çalışmak, çabalamak, didinmek ve tuzaklar kurmak zorundadır.
Kafirlere uymanın akıbeti, kesin bir hüsrandır. Ayrıca bunda bir kazanç ve çıkar da yoktur. Bunda küfre dönmek vardır. Bir mü'min ya kendi yolunda yürüyüp küfür ve kafirlerle, batıl ve batıl perestlerle cihad edip savaşacak ya da - Allah korusun - küfre dönüş yapacaktır. Mü'minin bu iki tavır arasında bir tutum edinmesine ve dinini korumasına imkan yoktur. Yani 'ne şundan, ne de bundan olurum' diyerek dinini koruması mümkün değildir. Belki bazan, "batılla savaşmayı bırakıp itaat ve barış içinde onlarla bir arada yaşarken dinini, itikadını, inancını ve yapısını da bu arada koruyabileceğini" sanabilir. Ama bu, büyük bir yanılgıdır. Çünkü bu alanda ileriye atılamayan bir kimsenin geriye dönüş yapması kaçınılmazdır.
Küfür, şerr, sapıklık, batıl ve tağutlukla mücadele etmeyen kimsenin bozguna uğraması, geriye dönüş yapması; gerisin geriye küfre, şerre, dalalete, batıla ve tağutluğa dönmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Akidesi ve imanı tarafından korunup kafirlere itaatten, emirlerini dinlemekten ve kendilerine güven duymaktan kurtulamayan bir kimse, gerçekte akide ve imanından daha ilk andan itibaren ödün vermiş demektir:
"Ey iman edenler! Kafirlere uyarsanız sizi gerisin geriye (küfre) düşürürler. Siz de (o zaman) hüsrana uğramış olursunuz." (Al-i İmran: 149)
Demek ki bunun sonucu, kesin bir hüsrandır. Çünkü akide sahibinin, akide düşmanlarına meyletmesi, vesveselerine kulak vermesi ve direktiflerine uyması, ruhî bozgundan başka bir şey değildir. Hezimet doğuran bir hezimettir, İşin sonunda, bu hezimetten koruyacak ve gerisin geriye küfre dönüşü engelleyecek hiç bir şey yoktur. İlk adımda fark edilmese de, bu umutsuz sona doğru yol alıp gitmektir. Bir mü'min, dininin düşmanlarına danışmaya asla gerek bırakmayan yeterliliği; kendi akide ve metodunda bulur. Bir tek kere bile onları dinlerse, gerisin geriye irtidada doğru gidiyor, demektir. Bu, fıtrî bir hakikattir. Yüce Allah'ın dikkat çektiği bir hakikattir. Davanın asıl sahibi olan Yüce Allah'ın, davetçi ve mü'minleri uyardığı bir hakikattir. Onları kendisine bağlayan "İman" la seslenerek sakındırdığı bir hakikattir:
"Ey iman edenler. Kafirlere uyarsanız sizi gerisin geriye (küfre) dönderirler."
Sonuç olarak:
İman hakikatinin gönüllere yerleşmemesi, imanî metodun hayata hakim olmaması ve İslam şeriatinin toplumda egemen olmaması için savaşanlar; hiç şüphesiz insanlığın düşmanlarıdırlar, insanlığa en korkunç zulüm yapanlardır, öyleyse - eğer rüşdüne varmışsa - insanlığın görevi, bu düşmanları defedip zulüm edemez hale getirmektir. Hem can, hem de mallarıyla bu düşmanların savaşına hazırlanmaktır. Rabbi tarafından görevlendirilen, kendisine çağrı yapılan ve sürekli olarak uyarılan müslüman cemaatin görevi de budur.