Devlet, manevî kişiliği ve belirli bir anayasal düzeni olan, egemen, sınırları belli bir ülkeye ve o ülkeye biat etmiş bir millete sahip, bir hükümete ve ortak kanunlara bağlı teşkilâtlı bir siyâsi oluşumdur..
İslâmî devlet, müminlerin İslâmi emirlere muhalif olmayacak şekilde teşkilatlandıkları ve güçlerini İslâm'dan aldıkları, yeryüzünün her yerinde veya herhangi bir bölgede İslâm'ı bütünüyle yaşamak üzere kurdukları şer'î kişiliğin adıdır.
Şunu bilinmelidir ki; "devlet" kavramı, çok çeşitli şekillerde tarif edilmektedir. Bu, devlet kavramının bireysel ideolojik ve politik bakış açılarının veya çeşitli disiplinlerin kendilerine has tarif yapmaları sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Dolayısı ile buradan da yönetim şekline dayalı tarifler; laik, liberal, sosyalist, faşist, kominist, sosyal demokrat gibi dünya görüşlerine göre biçimlenmektedir.
Hacc Suresi 41. ayetinde ki "Onlar o müminlerdir ki, eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevki verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. " ilahi kelam ile İslâm devletinin tanıtıcı temel özelliklerini anlamak mümkündür.
(O zaman bu hasletlere sahip olmayan devlet yapısını İslami olarak tanımak gaflet olur)
Yine bazı âyetler de İslam Devletinin özelliklerini açıkça ortaya koyar: Devlet, müslüman tebasıyla birlikte Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Yani Allah'ın hükümlerinin uygulayıcısıdır. Bu güç, Allah'a mutlak anlamıyla kulluğu gerçekleştirmek ve İslâm hükümlerinin uygulanışını sağlamak için kullanılacaktır. Ma'rufu emredecek. münkerden sakındıracaktır (el-Bakara, 2/30; en-Nûr, 24/55). Doğal olarak buna dâru'l-İslâm* denilmiştir. Yani müslümanların eli altında bulunan yere verilen isim veya Şerîatın müslümanların hüküm ve iktidarıyla korunduğu müessesedir.
Ancak vahiyden uzak insan düşüncesi bu konuda da kendince açıklamalar getirmeye çalışmıştır. Bu açıklamalar ardı arkası bitmez tükenmez türlü felsefe yumaklarıdır.
Eflatun bir tanım getirir, Aristo bir tanım getirir, Augustin bir başka...
Beşerî temel üzerinde yükselen Batı felsefesinin çeşitli devlet tarifleri ve modern tarifler de yine insani zaafiyetlerin bir sonucu olarak bir çok çelişki içerir.
İslâmî devlet, beşer kaynaklı bütün düşüncelerden aykırı bir konumda yer alır. İslâmî devletin ana amacı bir gaye değil, İslâm'ın uygulanması için bir araçtır. Kuruluşunun asıl amacı, İ'lây-ı Kelimetullah'tır, yani İslâm'ın insanlara tebliğ edilmesidir. Görevi, müslümanların İslâm'ı yaşamalarını sağlamak ve buna zemin hazırlamaktır. Var oluş gayesi böyle tanımlanabilecek İslâm devleti bu amaçla kurulur. Dolayısı ile adının başına "İslâm" ibaresi konarak kurulmuş, ancak uygulamada beşeri ideolojiler ile donatılmış veya aslî gayeden uzaklaşmış devletler "İslâm devleti" değildir.
İslâm açısından devletin gereği tartışılamaz. İmam Gazzalî İslâm'a göre teşkilâtlanmış bir devletin ve onun başında bir başkanın bulunması şartını açıklarken şöyle der:
"...Bunun gereği ile ilgili olarak kesin şer'i delili ortaya koyarken, bu konuda ümmetin icma halinde olduğuna dikkati çekmekle yetinmeyerek, icmaın dayanağını da şöylece açıklayacağız: Şeriat sahibi dini emirlerin düzenliliğinin sağlanmasını kesinlikle istemiştir. Bu yargıda anlaşmazlık olabileceği kesinlikle düşünülemez. Buna dayanarak şunu da ekliyoruz: Dînî emirlerin düzenliliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla mümkün olabilir. Can ve mal güvenliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla sağlanabilir.
(Gazzâlî, el-İktisad fi'l-İtikâd, Nşr.; İ. Agâh Çubukçu-H. Atay, Ankara 1962, 224 )
"Allah'a itaat ediniz, Rasûle de itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de..." (en-Nisâ, 4/59) ilahi emri, imamın varlığına, gerçeğine ve ihtiyacına delâlet eder. Aralarında Allah'ın hükümlerini uygulayacak, Allah Rasûlü'nün getirmiş olduğu şerîatın hükümlerine göre onları yönetecek adaletli bir yöneticinin emirlerine itaat etmenin gereği üzerinde bütün Ehl-i Sünnet, Mürcie, Şia, Hariciler ittifak halindedir." (İbn Hazm, el-Fisal fi'l-Mileli ve'l-Ehvâi ve'n-Nihal, Beyrut 1395/1975, IV, 87)." Boynunda bir bey'at sorumluluğu bulunmaksızın ölen bir kimse cahiliyye ölümüyle ölür. (İbn Hazm, el-Muhalle. IX, 359)
Farzların edası, hadlerin uygulanması ancak güçle, iktidarla olabilir. "Üç kişi yola çıkacak olursa, birilerini başkan tayin etsinler." hadisi, üç kişilik bir cemaatte bile başkanın zorunluluğunu belirtmektedir.
İslâm hukukçuları ve kelâm âlimleri özellikle devlet başkanlığı (hilâfet) üzerinde düşünmüşler, müfessirler ve sünnet şârihleri de Kur'an ve Sünnet'te yer alan nâssları inceleyerek bunlar üzerinde etraflıca durmuşlardır. Hatta çağdaş sosyologların öncüsü sayılan İbn Haldun, Mukaddimesinde devlet kavramını geniş olarak ele almış, toplumların yaşayışlarına ve devletlerin yükseliş ve düşüşlerine dair birtakım kurallar ortaya koymaya, kendisine göre bir sistem geliştirmeye çalışmıştır.
İslâm hukuku terminolojisi ile çağdaş lâik hukuk terminolojisi arasında "devlet" kavramı da dahil olmak üzere bütün kavramlarda ciddi farklılıklar vardır. Bu iki görüşünün kavramlara yaklaşımında hiçbir ortak yan bulunamaz. Bunun ana sebebi ise İslâm'ın vahiy kaynaklı, İslâm dışı düzen ve sistemlerin ise beşer kaynaklı oluşudur. Bu gerçek gözden kaçırılırsa telâfisi imkânsız hatalara düşülür. "Devlet" kavramına yaklaşılmak istendiğinde de bu gerçeğin gözardı edilmemesi gerekir.
Hayatın vahye göre düzenlenmesi anlamıyla devlet, ilk defa Hz. Âdem ile birlikte ortaya çıkmakla beraber, Kur'ân-ı Kerim'de özellikle Hz. İbrahim'den itibaren inanışın devlet düzeni ile ilgili tabloları ele alınmaktadır. Ondan sonra gelen hükümdar peygamberlerden söz edildiği gibi, Firavn ve Nemrut gibi kendisini ilâhlaştırmak davasında olan devlet başkanlarından ve onların devlet düzenlerinden de söz edilmektedir. Devlet de Allah'ın insanlara bildirdiği vahiy düzeninin bir parçası olduğuna göre; bunun ilk Peygamberle birlikte ortaya çıkmış olduğunu, yine vahyin zorunlu bir gereği olarak, kabul etmemiz gerekmektedir.
İslâmî Devlet
İslâm'dan önce Cahiliye Araplarının da kendilerine göre bir hukuk düzenleri vardı. Vahşî, ilkel kabile toplumunda sosyal yan kan akrabalığı üzerine kurulmuş ilkel bir seçiciliğe dayanıyordu. Aşırı şeref ve asaletçilik, Araplar'da hiçbir zaman birlik ve beraberliği sağlayamıyordu. Güçlü olan kabilenin kurduğu idare, çok kısa bir süre sonra anarşi ve savaşlarla bitiyordu. Zulüm ve adâletsizlik, İslâm'ın ortaya çıktığı sıralarda en üst düzeye ulaşmıştır. Hz. Peygamber İslâmî devletin temelini Akabe bey'atleri ile atmıştır. Medinetü'n-Nebi denilen Yesrib şehri, İslâmî devletin kurulduğu ilk mekândır. Burada ilk İslâmî anayasa da hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.) Medine'ye hicretinden vefatına kadar geçen süre boyunca İslâm devletinin gerekli bütün temel kurumlarını, vahyin rehberliğinde tek tek şekillendirmiş, ashâb-ı kiram da bu kurumların ferdî ve sosyal yaşayışlarına kazandırdığı yeni muhtevaya göre bu yapının insan unsurunu teşkil etmişlerdir.
Allah'ın Rasül'ü, nihayetinde, en doğru yola götüren Kur'an-ı Kerim'i uyulacak yol olarak bırakarak ebedî aleme göçtüğünde ümmet arasında geçici bir dağınıklık ve ihtilaf çıkmıştı. Fakat ashâb-ı kiram, hem islâm'ın devletsiz olamayacağını çok iyi biliyorlardı hem de önlerinde Yüce Rasûl'den kalan miras vardı. Onlar bu siyasal mirası çok iyi anladılar ve Yüce Rasûl daha defnedilmeden hemen devlet başkanını, Rasûlullah'ın halifesini tayin ederek, ona bey'at ettiler. Burada İslâmî devletin devamlılığının işâreti görülür. O anda ne bir rejim tartışması vardır, ne yönetim şekli tartışması. Rasûlullah'ın kurduğu düzen, yani onun Sünnet'i ne ise, o sürdürülmüştür. Hiç biri melek olmadığından halifenin belirlenmesi sırasında, bazı tartışmaların vücuda gelmiş olması normal karşılanmalıdır. İslâmî devlet, yeryüzü cenneti kurmaz. Yöneticilerin hepsinin aynı ferasette olması da eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu yüzden yöneticilerin bozulduğu zamanlarda halk da bozulmuş, İslâmî devlet kendi gerçekliğinden uzaklaşmış, sadece adı kalmıştır...
Çağdaş dünyada müslümanlar çeşitli devletlerin hâkimiyeti altında, Şerîatın bütününü yaşamaktan mahrum, ancak bir kısmı ibadet ile ilgili ve kendilerini yasaklara karşı koruyup ferdî olarak yaşamaktadırlar. Bazı devletlerin isimlerinde İslâm ibaresi geçmekteyse de ve bazı devletler İslama aykırı olmadıklarını söyleseler de, bu ibareler ve iddialar o devletlerin yukarıda bahsi geçen ve yeryüzünde Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek, şeklindeki tarife uygun olarak kullanılmadığı; kendilerinden ya içi boşaltılmış bir terim, ya halkı aldatıcı bir slogan, yahut beşerî kavramlarının yanında bir kılıf olarak istifade edildikleri kesindir.
İslâmî devlet, kavram ve kurumlarının, beraberinde monarşi, teokrasi, demokrasi, sosyalizm, liberalizm, gibi beşerî kavram ve kurumları hiçbir şekilde barındırmayacak düzeyde açık seçik olarak vaz'edilmişken; bunlarla İslâm'ın bir arada ve lafız düzeyinde kullanılmaya özen gösterilmesi, müslümanlara egemen çevrelerin süper devletlere olan bağlılıklarının hatta şahsî çıkar ve ihanetlerinin bir belgesi durumundadır.
İslâm'ın devlet yapısı ve bu yapı ile ilgili olarak koyduğu hükümler, asıllarında hiçbir değişiklik göstermeksizin her zaman ve yer için uygulanabilecek özelliktedir. Bu özellikler yüce dinin ilâhî, son ve evrensel bir din olmasından gelmektedir. İslâmî devletin düzeni ile ilgili belli başlı ilkeler vardır. İstişare, bey'at gibi kavramlar değiştirilemeyen temel ilkelerdendir. Hükümler, belirli bir bölge veya belirli bir çağ veya insan topluluğu için değil, evrenseldir. Eklektik değildir, ekleme yapılamaz, tebdil, tağyir ve ilga edilemez. Bir başka şeyle sentez olmaz. İslâmî devlet kendine özgüdür ve önceki ve sonraki bütün devlet düzenlerinden ayrılır.
Kur'ân-ı Kerim'de, İslâm'dan önceki devirler ibretle anlatılırken, o zamanların devlet düzenlerinin bir kısmından, bazı kral ve meliklerden, Fir'avn'dan söz edilmektedir. Bu arada peygamberlerin bazısından da hükümdar olarak söz edilmesi oldukça tabiidir.
Hz. Peygamber'in vefatından önce tamamlanan İslâm, bütün kurumlarıyla beşeri sistem ve düzenlerden ayrı olduğu gibi, devlet düzeni ile de benzersizdir. O sebeple İslâmî bir ilke olan şûra ve bey'atı tarihî bakımdan eskidir diye, cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramlarla birlikte anıp nitelemek, bu İslâmî ilkeleri yozlaştırdığı gibi, bu tür yaklaşımların kendi kendini kandırmaktan öte bir faydası da olamaz.
İslâmî devlet, müminlerin İslâmi emirlere muhalif olmayacak şekilde teşkilatlandıkları ve güçlerini İslâm'dan aldıkları, yeryüzünün her yerinde veya herhangi bir bölgede İslâm'ı bütünüyle yaşamak üzere kurdukları şer'î kişiliğin adıdır.
Şunu bilinmelidir ki; "devlet" kavramı, çok çeşitli şekillerde tarif edilmektedir. Bu, devlet kavramının bireysel ideolojik ve politik bakış açılarının veya çeşitli disiplinlerin kendilerine has tarif yapmaları sebebiyle ortaya çıkmaktadır. Dolayısı ile buradan da yönetim şekline dayalı tarifler; laik, liberal, sosyalist, faşist, kominist, sosyal demokrat gibi dünya görüşlerine göre biçimlenmektedir.
Hacc Suresi 41. ayetinde ki "Onlar o müminlerdir ki, eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar mevki verirsek namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler; iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. " ilahi kelam ile İslâm devletinin tanıtıcı temel özelliklerini anlamak mümkündür.
(O zaman bu hasletlere sahip olmayan devlet yapısını İslami olarak tanımak gaflet olur)
Yine bazı âyetler de İslam Devletinin özelliklerini açıkça ortaya koyar: Devlet, müslüman tebasıyla birlikte Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Yani Allah'ın hükümlerinin uygulayıcısıdır. Bu güç, Allah'a mutlak anlamıyla kulluğu gerçekleştirmek ve İslâm hükümlerinin uygulanışını sağlamak için kullanılacaktır. Ma'rufu emredecek. münkerden sakındıracaktır (el-Bakara, 2/30; en-Nûr, 24/55). Doğal olarak buna dâru'l-İslâm* denilmiştir. Yani müslümanların eli altında bulunan yere verilen isim veya Şerîatın müslümanların hüküm ve iktidarıyla korunduğu müessesedir.
Ancak vahiyden uzak insan düşüncesi bu konuda da kendince açıklamalar getirmeye çalışmıştır. Bu açıklamalar ardı arkası bitmez tükenmez türlü felsefe yumaklarıdır.
Eflatun bir tanım getirir, Aristo bir tanım getirir, Augustin bir başka...
Beşerî temel üzerinde yükselen Batı felsefesinin çeşitli devlet tarifleri ve modern tarifler de yine insani zaafiyetlerin bir sonucu olarak bir çok çelişki içerir.
İslâmî devlet, beşer kaynaklı bütün düşüncelerden aykırı bir konumda yer alır. İslâmî devletin ana amacı bir gaye değil, İslâm'ın uygulanması için bir araçtır. Kuruluşunun asıl amacı, İ'lây-ı Kelimetullah'tır, yani İslâm'ın insanlara tebliğ edilmesidir. Görevi, müslümanların İslâm'ı yaşamalarını sağlamak ve buna zemin hazırlamaktır. Var oluş gayesi böyle tanımlanabilecek İslâm devleti bu amaçla kurulur. Dolayısı ile adının başına "İslâm" ibaresi konarak kurulmuş, ancak uygulamada beşeri ideolojiler ile donatılmış veya aslî gayeden uzaklaşmış devletler "İslâm devleti" değildir.
İslâm açısından devletin gereği tartışılamaz. İmam Gazzalî İslâm'a göre teşkilâtlanmış bir devletin ve onun başında bir başkanın bulunması şartını açıklarken şöyle der:
"...Bunun gereği ile ilgili olarak kesin şer'i delili ortaya koyarken, bu konuda ümmetin icma halinde olduğuna dikkati çekmekle yetinmeyerek, icmaın dayanağını da şöylece açıklayacağız: Şeriat sahibi dini emirlerin düzenliliğinin sağlanmasını kesinlikle istemiştir. Bu yargıda anlaşmazlık olabileceği kesinlikle düşünülemez. Buna dayanarak şunu da ekliyoruz: Dînî emirlerin düzenliliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla mümkün olabilir. Can ve mal güvenliği kendisine itaat edilen bir devlet başkanının varlığıyla sağlanabilir.
(Gazzâlî, el-İktisad fi'l-İtikâd, Nşr.; İ. Agâh Çubukçu-H. Atay, Ankara 1962, 224 )
"Allah'a itaat ediniz, Rasûle de itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de..." (en-Nisâ, 4/59) ilahi emri, imamın varlığına, gerçeğine ve ihtiyacına delâlet eder. Aralarında Allah'ın hükümlerini uygulayacak, Allah Rasûlü'nün getirmiş olduğu şerîatın hükümlerine göre onları yönetecek adaletli bir yöneticinin emirlerine itaat etmenin gereği üzerinde bütün Ehl-i Sünnet, Mürcie, Şia, Hariciler ittifak halindedir." (İbn Hazm, el-Fisal fi'l-Mileli ve'l-Ehvâi ve'n-Nihal, Beyrut 1395/1975, IV, 87)." Boynunda bir bey'at sorumluluğu bulunmaksızın ölen bir kimse cahiliyye ölümüyle ölür. (İbn Hazm, el-Muhalle. IX, 359)
Farzların edası, hadlerin uygulanması ancak güçle, iktidarla olabilir. "Üç kişi yola çıkacak olursa, birilerini başkan tayin etsinler." hadisi, üç kişilik bir cemaatte bile başkanın zorunluluğunu belirtmektedir.
İslâm hukukçuları ve kelâm âlimleri özellikle devlet başkanlığı (hilâfet) üzerinde düşünmüşler, müfessirler ve sünnet şârihleri de Kur'an ve Sünnet'te yer alan nâssları inceleyerek bunlar üzerinde etraflıca durmuşlardır. Hatta çağdaş sosyologların öncüsü sayılan İbn Haldun, Mukaddimesinde devlet kavramını geniş olarak ele almış, toplumların yaşayışlarına ve devletlerin yükseliş ve düşüşlerine dair birtakım kurallar ortaya koymaya, kendisine göre bir sistem geliştirmeye çalışmıştır.
İslâm hukuku terminolojisi ile çağdaş lâik hukuk terminolojisi arasında "devlet" kavramı da dahil olmak üzere bütün kavramlarda ciddi farklılıklar vardır. Bu iki görüşünün kavramlara yaklaşımında hiçbir ortak yan bulunamaz. Bunun ana sebebi ise İslâm'ın vahiy kaynaklı, İslâm dışı düzen ve sistemlerin ise beşer kaynaklı oluşudur. Bu gerçek gözden kaçırılırsa telâfisi imkânsız hatalara düşülür. "Devlet" kavramına yaklaşılmak istendiğinde de bu gerçeğin gözardı edilmemesi gerekir.
Hayatın vahye göre düzenlenmesi anlamıyla devlet, ilk defa Hz. Âdem ile birlikte ortaya çıkmakla beraber, Kur'ân-ı Kerim'de özellikle Hz. İbrahim'den itibaren inanışın devlet düzeni ile ilgili tabloları ele alınmaktadır. Ondan sonra gelen hükümdar peygamberlerden söz edildiği gibi, Firavn ve Nemrut gibi kendisini ilâhlaştırmak davasında olan devlet başkanlarından ve onların devlet düzenlerinden de söz edilmektedir. Devlet de Allah'ın insanlara bildirdiği vahiy düzeninin bir parçası olduğuna göre; bunun ilk Peygamberle birlikte ortaya çıkmış olduğunu, yine vahyin zorunlu bir gereği olarak, kabul etmemiz gerekmektedir.
İslâmî Devlet
İslâm'dan önce Cahiliye Araplarının da kendilerine göre bir hukuk düzenleri vardı. Vahşî, ilkel kabile toplumunda sosyal yan kan akrabalığı üzerine kurulmuş ilkel bir seçiciliğe dayanıyordu. Aşırı şeref ve asaletçilik, Araplar'da hiçbir zaman birlik ve beraberliği sağlayamıyordu. Güçlü olan kabilenin kurduğu idare, çok kısa bir süre sonra anarşi ve savaşlarla bitiyordu. Zulüm ve adâletsizlik, İslâm'ın ortaya çıktığı sıralarda en üst düzeye ulaşmıştır. Hz. Peygamber İslâmî devletin temelini Akabe bey'atleri ile atmıştır. Medinetü'n-Nebi denilen Yesrib şehri, İslâmî devletin kurulduğu ilk mekândır. Burada ilk İslâmî anayasa da hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.) Medine'ye hicretinden vefatına kadar geçen süre boyunca İslâm devletinin gerekli bütün temel kurumlarını, vahyin rehberliğinde tek tek şekillendirmiş, ashâb-ı kiram da bu kurumların ferdî ve sosyal yaşayışlarına kazandırdığı yeni muhtevaya göre bu yapının insan unsurunu teşkil etmişlerdir.
Allah'ın Rasül'ü, nihayetinde, en doğru yola götüren Kur'an-ı Kerim'i uyulacak yol olarak bırakarak ebedî aleme göçtüğünde ümmet arasında geçici bir dağınıklık ve ihtilaf çıkmıştı. Fakat ashâb-ı kiram, hem islâm'ın devletsiz olamayacağını çok iyi biliyorlardı hem de önlerinde Yüce Rasûl'den kalan miras vardı. Onlar bu siyasal mirası çok iyi anladılar ve Yüce Rasûl daha defnedilmeden hemen devlet başkanını, Rasûlullah'ın halifesini tayin ederek, ona bey'at ettiler. Burada İslâmî devletin devamlılığının işâreti görülür. O anda ne bir rejim tartışması vardır, ne yönetim şekli tartışması. Rasûlullah'ın kurduğu düzen, yani onun Sünnet'i ne ise, o sürdürülmüştür. Hiç biri melek olmadığından halifenin belirlenmesi sırasında, bazı tartışmaların vücuda gelmiş olması normal karşılanmalıdır. İslâmî devlet, yeryüzü cenneti kurmaz. Yöneticilerin hepsinin aynı ferasette olması da eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu yüzden yöneticilerin bozulduğu zamanlarda halk da bozulmuş, İslâmî devlet kendi gerçekliğinden uzaklaşmış, sadece adı kalmıştır...
Çağdaş dünyada müslümanlar çeşitli devletlerin hâkimiyeti altında, Şerîatın bütününü yaşamaktan mahrum, ancak bir kısmı ibadet ile ilgili ve kendilerini yasaklara karşı koruyup ferdî olarak yaşamaktadırlar. Bazı devletlerin isimlerinde İslâm ibaresi geçmekteyse de ve bazı devletler İslama aykırı olmadıklarını söyleseler de, bu ibareler ve iddialar o devletlerin yukarıda bahsi geçen ve yeryüzünde Allah'ın indirdikleriyle hükmetmek, şeklindeki tarife uygun olarak kullanılmadığı; kendilerinden ya içi boşaltılmış bir terim, ya halkı aldatıcı bir slogan, yahut beşerî kavramlarının yanında bir kılıf olarak istifade edildikleri kesindir.
İslâmî devlet, kavram ve kurumlarının, beraberinde monarşi, teokrasi, demokrasi, sosyalizm, liberalizm, gibi beşerî kavram ve kurumları hiçbir şekilde barındırmayacak düzeyde açık seçik olarak vaz'edilmişken; bunlarla İslâm'ın bir arada ve lafız düzeyinde kullanılmaya özen gösterilmesi, müslümanlara egemen çevrelerin süper devletlere olan bağlılıklarının hatta şahsî çıkar ve ihanetlerinin bir belgesi durumundadır.
İslâm'ın devlet yapısı ve bu yapı ile ilgili olarak koyduğu hükümler, asıllarında hiçbir değişiklik göstermeksizin her zaman ve yer için uygulanabilecek özelliktedir. Bu özellikler yüce dinin ilâhî, son ve evrensel bir din olmasından gelmektedir. İslâmî devletin düzeni ile ilgili belli başlı ilkeler vardır. İstişare, bey'at gibi kavramlar değiştirilemeyen temel ilkelerdendir. Hükümler, belirli bir bölge veya belirli bir çağ veya insan topluluğu için değil, evrenseldir. Eklektik değildir, ekleme yapılamaz, tebdil, tağyir ve ilga edilemez. Bir başka şeyle sentez olmaz. İslâmî devlet kendine özgüdür ve önceki ve sonraki bütün devlet düzenlerinden ayrılır.
Kur'ân-ı Kerim'de, İslâm'dan önceki devirler ibretle anlatılırken, o zamanların devlet düzenlerinin bir kısmından, bazı kral ve meliklerden, Fir'avn'dan söz edilmektedir. Bu arada peygamberlerin bazısından da hükümdar olarak söz edilmesi oldukça tabiidir.
Hz. Peygamber'in vefatından önce tamamlanan İslâm, bütün kurumlarıyla beşeri sistem ve düzenlerden ayrı olduğu gibi, devlet düzeni ile de benzersizdir. O sebeple İslâmî bir ilke olan şûra ve bey'atı tarihî bakımdan eskidir diye, cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramlarla birlikte anıp nitelemek, bu İslâmî ilkeleri yozlaştırdığı gibi, bu tür yaklaşımların kendi kendini kandırmaktan öte bir faydası da olamaz.
Son düzenleme: