Dünya Onları Değiştiremedi
Bütün Ashab-ı Kiram aynı Peygamber aşkıyla ve aynı İslamî heyecanla yaşadılar. Dinleri uğruna her türlü meşakkate katlandılar. Çoğu zaman aç, susuz kaldılar, dayandılar. Bazen bir hurmayı üç-beş kişi paylaştılar; ama hallerinden şikayet etmediler. Ekseriyetinin evi barkı hiç olmadı, hep mescidin bir köşesinde yatıp kalktılar; fakat, fakirliklerini mahrumiyet bile saymadılar, aldırmadılar.
Kovuldular, dövüldüler; kızgın çöllerde ateşten kumlara yatırıldılar, koca koca kayaların altında bırakıldılar.. binbir türlü işkencelere maruz kaldılar; ne var ki onlar sabrettiler, hep sabrettiler. “Hicret” denince, yurda-yuvaya kısacık bir veda nazarı atfedip hemen sefere koyuldular; “Mücahede” emrini duyunca aileleriyle helalleşip yola revan oldular; cihanın dört bir yanına irşad seferleri yapmak icap edince de sevdiklerini Allah’a ısmarlayıp en uzak diyarları vatan tuttular.
Gün geldi, o ızdıraplı dönemi arkada bıraktılar; Cenâb-ı Allah önlerini açtı, hepsi muzaffer birer kahraman oldular. Dünya yüzlerine gülmeye başladı, herbirine ganimetten bir miktar ayrıldı; çok büyük servetlere kavuştular. Bazıları vilayetlere vali olarak atandılar, kimileri de daha başka idarî vazifeler aldılar. Dünya değişti, onları kuşatan zorluklar geçip gitti ama onlar hiç değişmediler. Vali oldukları zaman bile ekmeklerinin yanına bir katık istemediler. Ganimetleri kendileri için harcamadılar, mal-mülk sevdasına asla kapılmadılar. Onlar hep ahireti düşündüler, hep öteler mülahazasıyla soluklandılar.
Evet, mesuliyet ve hesap duygusu altında adeta kemikleri çatırdayan Sahabe-i Güzin efendilerimiz, kılı kırk yararcasına titiz bir hayat yaşadılar. Mesela, Hazreti Ebû Bekir (radiyallahu anh) halife seçildikten sonra da komşularının koyunlarını sağarak geçimini sağlamaya devam etmişti. Bir müddet sonra, önde gelen sahabi efendilerimizin ısrarları üzerine, cüz'î bir maaşa razı olup koyun sağmaktan vazgeçmişti. Hizmetine mukabil maaş almak ona çok ağır gelmişti ama devlet işlerini aksatmamak için buna katlanmıştı. Bununla beraber, kendisine takdir edilen parayı kullanırken elleri titrerdi. Ahirete göçtüğü zaman, “Benden sonraki halifeye verilsin!” diyerek geride küçük bir küp bırakmıştı. İkinci Halife Hazreti Ömer’in huzurunda açılan küpten küçük küçük paracıklar ve bir de mektup çıkmıştı. Kısacık namede şöyle deniyordu: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah'a karşı haya ettim; zira bu, halkın malıdır, devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ömer, bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış ve “Ey Ebu Bekir, bize örnek bir hayat bıraktın.” demişti. Demişti ama onun hayatı da selefininkinden geri kalır gibi değildi; çünkü o da diğer bütün Kur’an talebeleri misillü her zaman ahirete müteveccihti.
Nasıl olmasın ki, Kur’ân’ın sadık bir talebesi kendi aşk, şevk, heyecan ve tutkularının ötesinde başkalarını da terkisine alıp sonsuza taşıma azmindeki bir ebediyet süvarisidir. O, düşünce dünyasına göre mefkureleştirdiği ufka doğru ilerlerken, başkalarının realite dedikleri pek çok şeyi çiğner-geçer; çiğner-geçer de bir kısım mefkûrezedeler onu deli sanırlar. Çünkü, onda her zaman derin bir teessür vardır ve o teessürün günlerce burkuntular meydana getirdiği de olur, ama o kudsî bir hüzündür. Evet, yeme, içme gibi beşerî ihtiyaçları ona unutturan, zevkin her çeşidini ayakları altına aldıran bu hüzün, ayanlardan ayanı gözsüzlere gösterme, kalbsizlerin pinhan saydığı Mutlak Nur’u paslı gönüllere ulaştırma teessürüdür.
Herkes inandığı ölçüde gönlünde bu hüznü duyar ve herkes imanı nisbetinde malıyla, canıyla, bütün imkanlarıyla Hak yolunda hizmete koşar. Allah’ın yüce adının her tarafta şehbal açmasının lüzumuna ve Rasûlullah’ın nam-ı celilinin sinelerin dermanı olduğuna kim ne kadar inanıyorsa, işte o kadar kendisini davaya adar ve o nisbette dine hizmet heyecanıyla dolar. Bu itibarla, Sahabe efendilerimizin imanı ve İslamî heyecanı tarife gelmeyecek kadar büyüktür. Öyle ki, onlardan hangisine kulak verilse, “Sadece malı-mülkü feda etmek ne ki; ah keşke, yüz canım olsaydı da hepsini Allah yolunda verseydim” dediği duyulacaktır.
İslam’ın Mecnunları
Bu konuda, Abdullah İbn-i Hüzafetü’s-Sehmî binlerce hüsn-ü misalden sadece biridir: Bizanslılar onu esir edip, akla-hayale gelmedik her türlü vahşice işkenceye maruz bıraktıktan sonra idamına karar verirler. Karar kendisine tebliğ edilince Abdullah İbn-i Hüzafetü’s-Sehmî ağlamaya başlar. O ana kadar bu yüce sahabiyi defalarca kaynar suya sokan, atların arkasına bağlayıp sürükleyen ve dayanıklılığı karşısında hayrete düşüp, hayranlık içinde “Keşke bu, bizim dinimizi kabul edip bizden biri olsa!..” demekten kendilerini alamayan Bizanslılar, evvelki bütün eziyetlere katlanan bu büyük insanın o anda ağladığını görünce şaşkınlıklarını gizleyemez ve ona “Niçin ağlıyorsun, yoksa korkuyor musun?” diye sorarlar. Hazreti Abdullah, “Korkmak da ne demek!.. Böyle bir tek canla ve yalnız başıma gideceğim için üzülüyorum. Arzu ederdim ki, başımdaki saçlarım adedince canım olsaydı da hepsini Allah’ın ve Rasûlü’nün uğrunda feda etseydim; ya da sizden birine Rabbimi anlatabilseydim de ben ölsem bile onun kurtulmasına vesile olsaydım. Heyhat, şu anda buna muktedir değilim ve sadece bir insan olarak, basitçe öldüğüm için kederleniyorum!..”
Bu cevap karşısında Bizanslıların hayranlığı bir kat daha artar ve bu kahraman adamın ölmesine razı olamazlar; bir bahaneyle onu idam etmekten vazgeçmek isterler. Abdullah İbn-i Hüzafetü’s-Sehmî’ye bir daha düşünmesi ve kendi dinlerine dönmesi için üç dakikalık fırsat verdiklerini söylemek ve onu razı etmek için rahiplerini gönderirler. Hak Dostu, kendisine lütufkâr bir tavırla nazar eden râhibe döner ve şöyle der: “Aziz peder, bana verdiğin şu üç dakikalık fırsattan ötürü bilsen sana nasıl minnettarlık duyuyorum! Zira, şu kısacık zaman içinde Hak din olan İslam’ı sana anlatabilirsem, artık ölsem de gam yemem. Sana ebediyet yolunu gösterdikten sonra ölüme seve seve giderim!”
Evet, Ashab-ı Kiram çok kısa bir zamanda cihanı fethe muvaffak olurken işte bu coşkuyla dolu bulunuyorlardı. Onların hepsi, İslam davasının birer mecnûnu idi. Dıştan ve zâhiri nazarla bakan onlara deli derdi; çünkü onların yaptıkları sıradan akılları durdurup, dünyevi hayalleri donduracak çapta işlerdi. Onlar, birer hakikat delisiydi, İslam hakikatına delice bağlanmışlardı. Leyla’nın peşine düşen Mecnun’un hali nasılsa, İslam’ı cihana neşretme ve Allah'ın rızasını, Rasûlullah'ın hoşnutluğunu kazanma mevzuunda onların hali de öyleydi. Emir gelince hemen Tebük'e azmirah eden, Yermük’e yönelen ve Mute’ye sefer düzenleyen bu Hak sevdalıları, gerektiğinde Cennet’e gidiyor gibi ölüme yürüyor, zamanı gelince de dünyanın dört bir bucağına tebliğ için koşuyorlardı. Tabii ki, müşrikler ve dünyaperestler, kendilerinin fersah fersah kaçtıkları ölüme güle güle giden sahabe efendilerimizi anlayamayacak ve onlara “deli” diyeceklerdi.
Osmanlı ordusunda da, “Serhad Kulu” denilen askerlerin bir bö¬lü¬münü “Deliler” bölüğü teşkil ediyordu. Çok iyi ye¬tiştirilen bu yiğitler, başkalarının korkup kaçtığı cephelere seve seve giderler; çoğu zaman kılıç bile kullanmadan düşmanlarını mağlup ederlerdi. Akıncılardan olan bu erler gözlerini bu¬daktan sakınmazlardı. Öyle cesurdular ki, aslında kendilerine öncü manasında “delil” denmesi gerektiği hâlde cesaretlerinden dolayı halk arasında “deli” sıfatıyla anılır olmuşlardı. Mesleklerinin temelini Hazreti Ömer’e (radıyallahü anh) dayandıran bu askerî birliğin parolası “yazılan gelir başa” şeklindeydi. Böyle bir anla¬yış ve şuura sahip oldukları için de hiçbir tehlikeden çekinmez¬lerdi. Hatta, kum torbalarına vura vura nasırlaştırdıkları yum¬ruklarından nasiplenen atları süvarisiyle beraber devirirlerdi ki, “Osmanlı tokadı”nın meşhur olmasında onların da büyük payı vardı.
Diğer taraftan; daha önce de imalarda bulunuğum gibi, Sahabe-i kiram devrinde marz-ı ilahî en birinci esastı. Ashâb’ın hemen hemen bütün muhaverelerinin mevzuu Cenâb-ı Allah’ın muradını anlama, O’nun rızasına muvafık hareket etme ve hoşnutluğunu kazanma etrafında dönüp dururdu. Onlar, karşılaştıkları her meseleye “Ne yapsak ki Rabbimizin istediğine uygun hareket etmiş olsak?” sorusuna cevap arayarak yaklaşırlardı. Kelâm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar açar ve “Cenâb-ı Hakk’ın marziyâtını kelâmından anlama” hususunda benzersiz bir gayret ortaya koyarlardı. Evet, Sahabenin, Allah’a fevkalâde bir merbutiyeti vardı. Onlar, küfre ve nifaka götüren şeylerden, yılandan çıyandan kaçar gibi kaçarlardı. Amellerine marz-ı ilahîden başka hiçbir maksadın girmesine rıza göstermezlerdi; öyle ki, -mesela- birisi hicret ederken dünyayı düşünmüş olsa, o kişinin nifak sıfatı taşıdığına inanırlardı.
Gerçekten İnanıyor muyuz?!.
Sahabe-i kiramı takip eden kuşağa “tabiûn” denir. Bu kuşağa tabiûn (izleyenler, tabi olanlar) denmesinin sebebi, hem Ashab-ı Kiram’dan hemen sonra gelmiş olmaları hem de Sahabe’yi büyük bir titizlik, ciddiyet ve itina ile takip etmeleridir. Bu dönemin büyükleri, İslâm’ı en doğru şekilde anlayıp yaşamış olan Peygamber Dostları tarafından yetiştirilmişlerdi. Sahabe devrinde rastlanmayan pek çok fikrî cereyana ilk defa onlar muhatap olmuş; bu akımlarla mücadele ederek, Sahabe’den devraldıkları sahih İslam anlayışının zedelenmemesi ve gelecek nesillere doğru aktarılması konusunda mühim hizmetlerde bulunmuşlardı.
Gerçekten, bu dönemde çok büyük alimler, fakîhler, âbidler ve zâhidler yetişmişti ama halk arasında yayılma eğilimi gösteren bâtıl düşünce akımları da ortalığı kasıp kavurmaya başlamıştı. Başta felsefî cereyanlar ve itikadî fırkalar olmak üzere, pek çok akım ilk defa tabiûn döneminde İslam toplumuna girmiş ve önemli fikir kaymalarına sebebiyet vermişti. Binaenaleyh, akidede sarsılmalar ve ibadet ü taatta zayıflamalar baş göstermişti. Artık, halk dalalet, küfür ve küfrandan, eskiden olduğu kadar ürkmez olmuştu. Dine ve diyanete karşı da Sahabe zamanındakine denk şekilde bir bağlılık kalmamıştı. İşte, Hasan Basrî hazretleri içtimaî bünyede dalaletin normal karşılanır hale gelmekte olduğunu, küfür ve küfranın eskisi kadar yadırganmadığını ciddi bir inkisar içinde görüp ürpermiş ve “Ashab-ı Kiram da sizi görselerdi, ‘Bunlar mü’min değil’ derlerdi.” sözüyle hem sahabenin durumunu hem de daha sonrakilerin gevşemeye başlayan halini ifade etmişti.
Şayet, Sahabe efendilerimizin etrafa saçtığı ışığın hâlâ her yanı aydınlattığı bir döneme ait bu tesbitle bugünün insanları değerlendirilecek olursa, -istisnalar hariç- günümüzde din ve diyanetten kopuşların o güne kıyaslanamayacak kadar arttığı, sahabice hayattan olabildiğine uzaklaşıldığı, dalaletin dört bir tarafa yayıldığı ve ahiret mülahazasının bütün bütün arka plana atıldığı görülecektir. Bu açıdan, Hasan Basrî Hazretleri’nin ifadesi bu çağın insanları için öncelikle geçerlidir ve tazeliğini korumaktadır. Maalesef, bugün inandığını iddia eden pek çok insan için dahi Sahabe hayatı bir ütopyadır, o devre dair tablolar onların nazarında sadece bir masaldır; gönüllerde var olduğu söylenen iman vicdanlara hapsedilmiş durumdadır, hayata yön vermekten ve salih amele dönüşmekten uzaktır.
“İman ettim” diyen bir insan, inandığını söylediği esaslara göre yaşamıyorsa ve kendi kültür kaynaklarından nebeân eden değerleri başkalarına duyurma gayret ve iştiyakından mahrumsa, bu onda iman problemi olduğunu göstermez mi? Tebliğ aşkından, i’lâ-yı kelimetullah sevdasından ve temsil cehdinden yoksun oluşu, ondaki iman zaafının bir emaresi değil midir? Kabir hayatına, mahşere, sorgu-suale, sırata, Cennet nimetlerine ve Cehennem azabına iman etmiş bir kimsenin, sevdiği insanların akıbeti ve kurtuluşu hususunda endişeye düşmemesi düşünülebilir mi?.. Ölüm ve ötesine gerçekten inanan birinin, uzak-yakın tanıdıklarının tûl-i emelle oyalanmalarına razı olması ve nefsanî arzuların tuzaklarına takılmalarına karşı lâkayt kalması mümkün müdür?
Demek ki, ahirete inanan bir mü’min, i’lâ-yı kelimetullah vazifesinden müstağni kalamaz; gerçekten iman etmişse, İslam hakikatini başkalarına da duyurma arzusunun önünü alamaz. Öyleyse, bir insanın kurtulma ve kurtarma gayretinin olmayışı, onda ciddi bir iman probleminin bulunduğuna delildir. Bu itibarla, esefle ifade etmeliyim ki, Sahabe efendilerimiz günümüzün insanlarına baksalar ve onların yaşayışlarını kendi hayat çizgileriyle tartacak olsalar, ekseriyet hakkında “Herhalde bunlar ahirete inanmıyorlar!..” hükmünü vereceklerdir.
Deli İstiyorum!..
Bu mevzudaki tek tesellimiz, Ashabı anlayan, onları akl-ı selimin temsilcileri sayan, bu nümune-i imtisallerden hangisine tutunsa hidayeti bulacağına inanan ve sahabice yaşamaya çalışan kutlu bir neslin emarelerinin görülmesidir. Kanaat-i âcizanemce, günümüzün Kur’an nesli Ashab-ı kiram’ı anlamaya başlamıştır. Bu nesil, onlara “deli” nazarıyla bakmamakta ve “yaşanmaz bir hayat yaşadılar” demek suretiyle mesuliyetten kaçma gibi bir yanlışlığa düşmemektedir. Aksine, bu ümit tomurcukları, Sahabeyi düşününce, “Allah’ın hoşnut olduğu bir hayat ortaya koydular; bereketli ömürleriyle bize hüsn-ü misal oldular; şayet, biz de onlar gibi yaşarsak, işte o zaman hem ruhta ve manada diriliriz hem de bütün insanlığa diriliş nefhedecek bir keyfiyete ereriz!” demektedirler. Bu da düşünce çizgisinde ve tasavvurda bir yakınlaşma olduğunun alametidir. Bu mefkure kahramanları, selef-i salihîne “deli” demedikleri ve Ashabın davranışlarını gayr-i mümkün, gayr-i mantıkî ve gayr-i makul telakki etmedikleri gibi, onların mü’minlere yakışanı en makul şekilde yaşadıklarına inanmaktadırlar; dolayısıyla, kendi haklarında da “Herhalde bunlar ahirete inanmıyorlar!..” denilmesine mahal bırakmamaktadırlar.
Haddizatında, dininden dolayı yer yer cinnet ve hafakanlara girmeyen kimselerin diyanetleri açısından kemâle ermeleri mümkün değildir. İslam hakikatinin mecnunu olmayanların da, insanlığa ebediyet şerbeti sunmaları imkansızdır. Binaenaleyh, bu duygularla meşbu bulunduğum bir gün şöyle dua etmiştim Rabbime: “Allahım, Senden iman davasına meftun deliler istiyorum; İnsanlığın İftihar Tablosu’nun beyanı içinde, din ve diyanetinden dolayı kendisine “mecnun” denilecek dostlar ver bana. Kendi çıkarlarını hiç düşünmeyen, makam-mansıp, mal-mülk, şan-şöhret ve servet ü saman sevdasına düşmeyen beş-on yârân ver. Ne olur Rabbim! Senin hazinelerin geniştir; dilersen isteyene istediğini verirsin; bana da dininin delisi beş-on insan ver!”