Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Davetin Stratejisi

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden

بســـم الله الرحمن الرحيم

İnsan, peygamberlerin - Allah'ın salat ve selamı üzerlerine olsun - sapıtmış ve inatçı beşeriyeti doğru yola koyma uğraşıları anlatılınca, ister istemez hayret ve dehşete düşer. Ürperip korkuya kapılır. İnatçı ve laf dinlemez insanlara ard arda peygamber göndermeye ilişkin değişmez ilahî irade düşünülünce sorası geliyor insanın:
Kazanılan başarı, bu uzun süren uğraşla orantılı mı?
Hz. Nuh (a.s.)'dan, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e değin yapılan tüm fedakârlıklara değer mi?
Peygamberlerin zamanındaki ve daha sonraki bunca mü'minin katlandığı zorluklar ve harcadığı çabayla orantılı mı?
Evet elde edilen başarının, bunca çaba ve zorluklara, tarih boyunca hiç eksilmeyen bunca fedakarlıklara değer mi?
Düşünün bir kere:
Kimi peygamber alaya alınmış, kimisi ateşe atılmış, kimisi testereyle biçilmiş, kimisi de toprak ve yurdundan göç etmiştir.
Nihayet sonuncu Risalet zamanına geliyoruz. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ve yanındaki mü'minlerin herkesle bilinen mücadelelerini, sonra her yerde ve her kuşaktaki İslâm davetçilerinin katlandıkları zorlukları ve nefes tüketen çabalarını görüyoruz. Değer mi acaba?
Elde edilen başarı, bunca eziyete, bunca acıya, bunca zorluk, cihad ve çabaya değer mi?
Sonra ne görüyoruz?
Acaba tüm insanlık, Yüce Allah'ın bu saygın inayetine layık mı?
Yüce Allah'ın, insan denen bu inatçı, bu söz dinlemez ve bu kibirlenip yüz çeviren yaratığa ard arda peygamberler göndermeyi murad etmesine değer mi?
Cevap, - düşündükten sonra - evettir. Tartışmasız evet...
Çünkü yeryüzünde imanî hakikatin yerleşmesi; tüm bu çaba, sabır ve meşakkatlere değer. Peygamberlerin ve her kuşaktaki sadık izleyicilerinin katlandıkları bunca fedakârlıklara değer.
Diyebiliriz ki, "imanî hakikatin" yerleşmesi, bizzat insanın varlığından, hatta tüm yeryüzünden; hatta bu nisbeten küçük ve önemsiz dünyayı içine alan tüm kainatın varlığından bile daha büyüktür.
İlahî irade, insan denen bu varlığı, belirli özelliklerle yaratmayı dilemiştir. İmanî hakikati ruh ve hayat nizamına yerleştirmeyi, - kendi yardım ve tevfikiyle - insanın olağan çabasına bırakmıştır. Biz Yüce Allah'ın bu organik yapıyı niçin böyle yarattığını. İman hakikatinin ruh ve hayat nizamında gerçekleşme İşini neden İnsanî kavrayış, irade ve çabaya bıraktığını, neden tıpkı melekler gibi iman ve İtaate mecbur olarak veya tıpkı İblis gibi şerir ve asi olarak yaratmadığını elbette kî bilmiyoruz. Evet bunun sırrını bilmiyoruz; ama insan denen bu canlı yapının bu özellikte yaratılmasında - evrensel varlık nizamına bağlı olarak - bir hikmet bulunduğuna kesinlikle inanıyoruz.
Öyleyse imani hakikatin, insanlık alemine yerleşmesi için beşerî çabanın varlığı bir zorunluluktur. Yüce Allah, bu çabayı sarfetmek üzere seçkin kullarından olan nebi ve peygamberlere görev vermiştir. Peygamberleri izleyen sadık mü'minlerden oluşan seçkin bir gruba da görev vermiştir. Bu hakikatin yeryüzünde yerleşmesi için görevlendirmiştir bu seçkin insanları...
Çünkü bu hakikat, tüm bu çaba ve acılara, bunca fedakarlık ve zorluklara değer.
İman hakikâtinin gönülde yerleşmesi demek, kalbin ilahî nurdan bir aydınlık kapması, bu nurun bir sırdaşı ve ilahî takdirin varlık alemine açılan bir aracı olması demektir. İman hakikati, mücerred bir düşünce veya onay değildir. Çünkü o, insanın kendisinden, dünyasından, semasından ve hatta bu büyük kainattan bile daha büyüktür.
İman hakikatinin, insan hayatında veya bir insanlık cemaatinin hayatında yerleşmesi demek, dünya hayatının ebedi hayatla birleşmesi ve bu ebedî hayatın ufkunda yaşamaya layık bir düzeye gelmesi demektir. Faniliğin ebediyetle, parçanın bütünle ve noksan sınırlının mutlak mükemmellikle birleşmesi demektir. Ve bu her çabanın her zorluk ve fedakarlığın üstünde bir başarıdır. İnsanlığın uzun yaşamında yeryüzünde bir gün veya bir günden az bir süre yerleşse bile büyük bir başarıdır. Çünkü bu şekilde yerleşmiş olması bile, insanlık için bir fenerdir. Diğer nesillerin önünü aydınlatan bir fener...
Gözle görülür, gerçek ve nesiller boyu yolu aydınlatan bir fener...
Tekrarlanaduran tarihî pratik şunu göstermiştir ki; insanlık, Allah'a iman hakikatini benimsemekle ulaştığı kemal ufuklarına, başka hiç bir vesileyle ulaşmış değildir, insanlık hayatı; imanı hakikat dışında bir vesileyle bu ufuklara hiç bir zaman ulaşamamıştır. Bu hakikatin yeryüzünde yerleşmesiyle mü'minlerin iktidara geldiği dönemler, insanlık tarihinin doruk seviyede şahid olduğu bir hayat olmuştur. Hatta bu dönemlerdeki hayat, hayal aleminden bile daha büyük bir düş alemi olmuştur. Ama, insanın yaşadığı ve günlük hayatında gördüğü bir düş alemi...
İnsanlığın, iman hakikatinin yerleşmesi dışında başka hiç bir felsefe ve bilim, başka hiç bir sanat ekolu, doktrin ve hayat nizamiyle bu erişilmez doruklara yükselmesi mümkün değildir. Allah'a iman hakikatinin gönül ve hayatlarda, insanların ahlak, düşünce, değer ölçü ve yargılarında yerleşmesi dışında hiç bir yolla bu seviyeye gelmek mümkün değildir.
Bu hakikat, mükemmel bir hayat sisteminin kaynağıdır. İlk peygamberlik görevleri sırasında toplu ve özet niteliğinde bulunan bu hakikat son risalette en mükemmel, en ince ve en detaylı bir niteliğe kavuşmuştur.
Tarihsel vaka; akide hakikatinin Allah katından geldiğini kesinlikle ortaya koymaktadır. Çünkü imanı, hakikatıyla benimseyen insanlık; beşerî hiç bir düşünce ve vesileyle ulaşamayacağı bir doruğa yükselmiştir. İmanî hakikat dışında hiç bir ilim, hiç bir sanat, hiç bir felsefe ve sistemle yükseklere tırmanabilmiş değildir.
Gerçek mü'minler, yönetimden uzaklaştıkları anda, bu ilim ve felsefe hiç bir işe yaramamıştır. Yaramadığı gibi insanlık; yüce değer, ölçü ve insaniyetini bile kaybetmiştir. Değişik hayat alanlarındaki maddî kalkınmasına rağmen; bedensel ve mantıksal kolaylıklara rağmen, psikolojik ve sinirsel hastalıklardan, mutsuzluktan ve düşünsel karmaşadan bir türlü yaka sıyıramamıştır. Mutluluk, huzur ve rahatlığa asla kavuşamamıştır. İmam hakikatin gölgesinde eriştiği hayat düzeyini bir daha bulamamıştır. Akidenin gölgesinde varlık alemiyle kurduğu esaslı ilişkiyi bir daha asla kuramamıştır. Tadına vardığı insanlık onurunu, bir daha asla tadamamıştır. Evrensel ve insanî varlık gayelerine ilişkin İslâm düşüncesini enikonu incelediğimizde ister istemez bu sonuca varacağız.
Demek ki, imanî hakikatin yerleşmesi uğrunda mü'minlerin sarfettiği bunca çaba ve katlandıkları bunca fedakârlık boşuna değildir. Tüm bunlar, kesinlikle yerindedir. Çünkü bu mücadelenin sonunda yeryüzünde iman hakikati yerleşmiştir. Allah'ın nuruyla aydınlanan ve Allah'ın kudretine bağlanan gönüller var olmuştur. İlâhî sistemin egemen olduğu bir insanlık hayatı kurulmuştur. İnsanın düşüncesi ahlakı ve günlük hayatı; insanın belirli bir tarih döneminde fiilen şahit olduğu doruk noktasına bu hayat düzeninde erişmiştir.
Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve diğer saygın kardeşlerinin davetinden yüz çevirip sapık, batağa batmış ve saptıran yönetimleri benimseyen insanlar gene bulunacaktır. Hakkın davetçilerine değişik türden işkenceler gene uygulanacaktır. Çeşit çeşit sindirme yöntemleri gene bulunacaktır. Tıpkı Hz. İbrahim (a.s.)' in ateşe atıldığı gibi...
Tıpkı başka davetçilerin testereyle doğrandığı gibi...
Ve tıpkı tarih boyunca peygamber ve nebilerin alay ve eğlenceye alındığı gibi...
Ama her şeye rağmen davet sürmelidir. Yüce Allah'ın dilediği gibi yoluna devam etmelidir. Tükenmez çaba ve eşsiz fedakârlıkları hakkeden davet başarısı; küçücük bile olsa. bir tek kalbe bile sığmış olsa, Allah'ın nuruyla aydınlanan bir başarıdır. Allah'ın ruhuyla bağlantısı olan bir başarıdır.
Hz. Nuh (a.s.)'dan, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dönemine değin devam eden risalet kervanı, Yüce Allah'ın sürekli davete ilişkin iradesini ortaya koymuştur. Büyük iman hakikatine davet etmenin sürekliliğini; bu davetin ve dava zaferinin değerini ortaya koymuştur.
Bu başarının asgari ölçüsü, iman hakikatinin bizzat dava adamlarının kalbine yerleşmiş olmasıdır. Ölümle ve hatta ölümden beter durumlarla karşılaşan davetçilerin dönmeden ve yılmadan yollarına devam etmeleri; bu hakikati gönüllerinde yaşatmaları yüzündendir. Dünyanın tüm nimetlerini tepmelerinin, dünyevî cazibeleri aşmalarının ve boyunduruktan kurtulmuş olmalarının nedeni budur. Ve bu, tek başına bile büyük bir kazançdır. Bunca çabadan çok daha büyük bir kazanç...
Hem bizzat davetçiler, hem de böylesine dava adamlarıyla müşerref olup, yücelen insanlık için bir kazançdır, bu. Ve bu, yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökecek; ama bunun yanında kendi emek ve çabasıyla Allah'ın nuruyla aydınlanabilecek insana - Allah'ın emriyle - meleklerin bile secde etmesini gerektiren bir kazançdır.
Çünkü yeryüzünde, tüm noksanlık ve acizliğine rağmen ilâhî takdiri gerçekleştirip ilâhî hayat nizamını kuracak olan da aynı insandır. Erişebileceği ruhî özgürlükle, hayatı hiçe sayıp her tür zorluğu göğüsleyebilecek olan da aynı insandır. İnancı uğrunda ve başka insanların da bu inancı benimsemesi, yücelik ve özgürlüğe kavuşması yolunda göstereceği çaba ve katlanacağı zorluklar hiç şüphesiz hayatta kalmaktan çok daha önemlidir. Çünkü özgürlüğün böylesine kavuşan bir insan için yorgunluğun, çaba, meşakkat ve zorlukların hiç bir önemi yoktur. Allah katındaki ağırlığı yer ve gökyüzünü geride bırakacak imanı hakikatin zaferi yanında, zorluk ve fedâkârlıkların hiç bir önemi yoktur.
Yüce Allah, peygamberlik ailesinin tümünü bir tek yolun üzerinde toplamıştır. Bu aile, Rabbinden, ortak bir emir almıştır. Ruh ve kalblerini birbirine bağlayan bir emir...
Yol ve davetleri aynıdır ve hepsi de Yüce Allah'a bağlıdır. Bundan dolayı bir müslüman, derinliklerde kök salmış gür bir ağacın bir dalı olduğunu iyice bilir.
"Sana, senden önceki peygamberlere söylenenden başkası söylenmiyor." (Fussilet: 43)
Bu; bir tek vahiy, bir tek risalet ve bir tek akidedir.
Beşerden gelen itiraz, yalanlama ve karşılama da aynıdır. Sonra bu davanın bağlantısı, ailesi, acıları, deneyimleri ve nihaî hedefi de aynıdır. Uzun ve bir birine bağlı bir yoldur bu. Program, güç, sabır ve dayanışma isteyen uzun bir yol...
Bu hakikattaki, birliktir söz konusu olan...
Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed (s.a.s.) ve diğer tüm kardeşlerinin yolundaki davetçileri birbirine bağlayan bir hakikat birliği...
Yolun zorluk ve akabelerini, diken ve engellerini sabırla aşmayı gerektiren bir yücelik, övünme ve üstünlük şuurudur söz konusu olan...
Bundan dolayı dava sahibi yolunda yürürken, insanoğullarından en seçkin kimseleri izlediğini bilerek yürür:
"Sana, senden önceki peygamberlere söylenenden başkası söylenmiyor."
Mü'minlerin gönlünü dolduran bu hakikatin meydana getirdiği sarsılmaz etki, gerçekten Büyüktür. Kur'an-ı Kerim'in yaptığı budur. Bu büyük hakikati gönüllere yerleştirip yeşertmektir.
Hz. Nuh'tan, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e değin tüm peygamberlerin yüklendiği tevhid davası, bir tek ilah'ın katından gelen bir tek davettir. Değişmez bir tek hedefi olan davettir. O da, sapıtmış insanlığı Rabbine yöneltmek, dosdoğru ilahî yola koymak ve onu ilâhî metodla eğitmektir. Risaletlere inanmış tüm mü'minler, kardeştir. Hepsi bir arada bir tek ümmettir. Hepsi de bir tek ilah'a kulluk etmektedirler.
İnsanlık, tüm kuşaklarıyla iki sınıfa ayrılmaktadır.
- Allah'ın hizbini oluşturan mü'minler sınıfı ile
- şeytanın hizbini oluşturan kafirler sınıfı.
Bu, zaman ve mekanların değişmesiyle değişmeyen bir gerçektir. Her kuşaktaki mü'minler, çağlar boyu uzayıp gelen uzun zincirin bir halkasını oluştururlar. Bu büyük, saygın ve muazzam hakikat; Kur'an-ı Kerim'in onayladığı ve İslâm'ın kendisine dayandığı bir hakikattir:
"Hem bize, hem de size indirilene inandık; bizim de sizin de ilahınız bir tek ilahtır ve biz O'na teslim olmuşuzdur, deyiniz." (el-Ankebut: 46)
Bu, insanlararası ilişkileri ana birliği, soy, ırk ve yurt birliği veya ticarî pazarlar birliğinden çıkarıp Yüce Allah'a bağlayan bir hakikattir. Kur'an-ı Kerim'in Yüce Allah'a bağladığı bu ilişkilerin temel dayanağı akidedir. Renk ve ırkların, milliyet ve yurtların potasında eridiği akide...
İnsanları Alemlerin Rabbine zaman ve mekan sınırlarını aşarak sıkı sıkıya bağlayan sağlam kulp...
 
Üst Alt