Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Davetin Metodu

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden

بســـم الله الرحمن الرحيم

Davetçi, Allah'ın davetçisidir.
"Allah'ın (dinine) davetçi olarak." (el-Ahzab: 46)
Yani o, ne bir dünyalığın, ne bir onurun, ne ulusal bir üstünlüğün, ne cahili bir ırkçılığın, ne ganimetin ve ne de iktidar veya makamın davetçisidir. O, sadece Allah'ın davetçisidir. Allah'a ulaştıran değişmez bir yolda Allah'ın davetçisi...
"Seni (ey Muhammed!) bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah'ın (dinine) kendi emriyle bir davetçi ve aydınlatan bir yıldız (ışık) olarak gönderdik." (el-Ahzab: 45-46)
Allah'a davet, kapalılık ve karmaşası olmayan açık ve arık bir davettir.
"Rabbine davet et." (el-Kasas: 87)
Bu, bir kavmiyet veya ırkın, toprak veya bayrağın, çıkar veya ganimetin, bir arzu veya şehvet doyumunun daveti değildir.
Tüm bunlardan soyutlanarak davete uymak isteyen varsa uysun. İlahî davetle beraber başka bir şey isteyen varsa, bu yola başvurmasın. Davaların galibiyeti, bağlılarının sayısıyla ölçülmez. Dava adamlarını yöneteyim diye, kişisel arzuları gidereyim veya satılıp alınan bir ticarî meta haline getireyim diye davalara sahip olunmaz.
Davaların zaferi; halis bir şekilde Allah'a yönelmiş ve makam, mevki ve çıkar aramaktan arınmış gönüllerin varlığına bağlıdır. Bir dava adamı, Allah'ın rızasından başka bir şeyi arayıp ummaz.
Sık sık unuttuğumuz şu basit hakikati gözden ırak tutmamız gerekir. İnsanlar, aynı insanlardır. Davet aynı davettir ve kavga da aynı kavgadır.
- Bu kavga (savaş), en başta nefsin içindeki zaaf, noksanlık, hırs ve bencilliğe karşı verilen bir kavgadır.
- İkinci planda hayatı kasıp kavuran şerre, batıda, dalalet ve azgınlığa karşı verilen bir kavgadır.
Bu kavgaya her iki cephede de katılmak gerekir. Yeryüzünde müslüman cemaati temsil eden kimselerin her iki cephede de savaşmaları zorunludur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in girdiği, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı savaş da buydu.
Bu arada hata ve tökezlemeler olacaktır. Yol boyunca zaaf ve noksanlık olacaktır. Ama herşeye rağmen yola devam etmek gerekir. Zaaf ve noksanlığın habercisi olay ve deneyimler baş gösterdikçe buna çare bularak devam etmek gerekir Gönülleri, Kur'anı Kerim'in çizdiği yöntemlerin çerçevesinde Allah'a yöneltmek gerekir.
Yüce Allah, dava ve davetçilerin tabii özelliklerini açıklarken kesin ve vazgeçilmez direktifi vermektedir:
"Vadettiklerimizin bir kısmını (hayattayken) sana göstersek de veya (bunları göstermeden) seni öldürsek de, görevin tebliğdir. Hesap almak ise bize aittir." (er-Ra'd: 40)
Allah dininin davetçilerine düşen, davanın yükümlülüklerini taşımaktır. Her aşamanın gerektirdiği yükümlülükleri...
Allah'ın dilediği kadardan fazlasını anlatmakla görevli değillerdir. Bundan dolayı ilâhi takdirin geciktiğini, açık zaferin ve yeryüzü İktidarının uzakta kaldığını gördüklerinde umutsuzluğa kapılıp dağıtamazlar. Çünkü onlar davetçidirler. Sadece davetçi...
Allah dininin davetçileri bunu anlamakla, Allah'a karşı edeplerini takınmış olurlar. Sonuç ve gelecekleri tayin etmek onların görevi değildir, inanların hemen hidayete ermelerini veya mü'min ve kafirler hakkında ilâhî mükafat ve cezanın hemen gerçekleşmesini isteme hakkına Sahip değillerdir.
"Çok davet ettik; ama pek az kimse bize uydu. Çok sabrettik; ama Yüce Allah zalimlerden intikam aldığını bize göstermedi" deme hakkına da sahip değillerdir.
Çünkü onların görevi tebliğdir. İnsanlardan dünya veya ahirette hesap almak ise Allah'a aittir. Çünkü bu, kulların işi değil, Allah'ın işidir. Öyleyse Allah'a karşı edebî takınmak gerekir. Kulluk görevini sürdürmek gerekir. Dilediğini yapma hakkını sadece Allah'a bırakmak gerekir.
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
Yazı inanılmaz çelişkilerle dolu.

Sinag kardeş ben seni Cumhuriyetçi sanıyordum. Devlet nasıl din davetçisi olabilir. Dine davet eden bireylerdir.

Devlet adil ve demokrat olmak zorundadır. Hak ve hürriyetleri teminat altında almalıdır.



sinang'ın yazısını okuyorum okuyorum, şu satırlara mesnet olabilecek bir delil göremiyorum, neyse bir daha okuyayım...
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Esselamün aleyküm

Bak güzel kardeşim inansanda inanmasanda fark etmiyor.Zaten durum değişmiyor.Mesaili mürsele konusuna bak.Cumhuriyetçi olmak devletin İslami kurallara uzak durmasını niçin gerektirsin.Anayasanın buna göre şekillenmesinde zarar mı var.Örneğin içki serbestiyesi o zaman her yerde içki satılsın mı diyeceğiz,devlet İslami olursa kötü mü emr eder,yasaklasa.Hem İslamın fıtriliği yok mu,zaten adını ne koysanda fıtri olmayan kanun heryerde delinir.Hem biz senin algıladığınıda pek çıkaramadık.İslam devletinde dinde zorlama yoktur.Toplumun yararı için bireylere kısıtlama heryerde getiriliyor.Özgürce dinini yaşamak,diyorsun,sen müslümansın,senin şeriatında evlilik ve boşanma hukuğunu sana devlet uygulamayacak mı,hadleri sen kendi kendine mi yapacaksın.
Biz sizi red etmiyoruz,istifadede ediyoruz.Mezhep olayına zaten hiç girme o bölüm var.
Baki selamlar.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Facir tağutların, alaycı müfsitlerin veya dinsiz kafirlerin yeryüzünde imkan sahibi olduklarını, Allah'ın gazabına uğramadan yaşadıklarını görüp aldanmak mümkündür.

Ne var ki insanlar, acelecidirler. Yolun baş veya ortasını görürler de sonunu görmezler. Çünkü yolun sonu, yol tümüyle katedilmeden görülmez.

Helak olmuş eski ümmetlerin acı sonundan başka bir şey görülmez. Ki dillere düşen bu olayları Kur'an-ı Kerim sık sık anlatmaktadır. Bu acı sonlara dikkat çekmektedir ki, yolun sonunu kısacık bireysel hayatlarında göremeyen aldanmış kimseler uyansınlar. Kısacık hayatlarında gördükleriyle yetinerek yolun sonunu gördüğünü sanan bu aldanmış kimselerin uyanması için dikkat çekiyor Kur'an. Evet Kur'an, pek çok yerde bu hakikattan söz etmektedir:

"Onları, günahları yüzünden helak ettik."

Bundan dolayı dava adamı, hidayet mucizeleri ve iman gerekçelerini reddeden söz dinlemez kimselere bakıp da umutsuzluğa düşemez. Bu yüz çevirenlere gönül, emel ve amelini bağlayamaz:

"Sen, Rabbinden tarafına vahyolunana uy. Ondan başka hiç bir İlah yoktur. Ve müşriklerden yüz çevir." (el-En'am: 106)

Yüce Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.s.)'e yönelik bu hitabı, gerek Peygamber (s.a.s.)'in ve gerekse her kuşak ve her yerdeki İslâm davetçileri ve peygamber izleyicilerinin neye önem vermelerini ve nasıl çalışmaları gerektiğini belirlemektedir.

Öyleyse dava adamları, tüm umut ve amellerini davayı dinleyip icabet edenlere bağlamalıdırlar.

Çünkü yeni bir yapı oluşturmaya; yani İslâm'a girişlerini sağlayan temel ilkeye (akideye) binaen varlık ispatı yapmaya muhtaç olanlar bu kimselerdir. İslâm akidesinin doğrultusunda bir ahlak ve davranış sahibi olmaya ve toplumlarının temelini atmaya muhtaç olanlar bu kimselerdir. Tüm bunlar ise, elbette ki çaba ve emek gerektirmektedir.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Karşı tarafta yerlerini alanların cezası ise, davet ve tebliğ yapıldıktan sonra ihmal ve yüz çevirmedir. Hak, kendi özüyle ilerleme kaydettikten sonra ise, muhakkak ki Yüce Allah da kendi kanununu işletir. Hakkı batılın üzerine atar. Hak batılı yutar ve batıl da böylece yok olup gider. Hakka düşen şey, var olmaktır. Sadık öz ve yapısıyla var olduktan sonra, batılın işi şüphesiz ki kolaydır ve ömrü de muhakkak ki kısadır.

Mü'minler; başkasından ayrı, kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunan bir bütündürler. Bundan dolayı mü'minler kendilerine bakmalıdırlar. Nefislerini tezkiye ve arındırmakla uğraşmalıdırlar. Kendi cemaatlarına bağlı kalıp onu gözetmelidirler. Kendileri hidayet üzere olduktan sonra başkalarının sapıtmasından sorumlu değiller. Çünkü onlar, başkasından ayrılmış, kendi aralarında dayanışma içinde olan bir ümmettirler. Birbirlerinin velileri olan bir ümmet...

"Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidayet üzere olduktan sonra, sapıtmış kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. İşlemiş olduğunuz her şeyi O size bildirir." (Al-i imran: 105)

Bu ayet-i kerime, İslâm ümmetinin hem özgün niteliğini, hem de başkalarıyla ilişkilerinin tabiatını belirleyen bir başlangıç ilkesidir.

- İslâm ümmeti, Allah'ın hizbidir.

- Onların dışında kalan herkes de şeytanın hizbidir.

Bundan dolayı kendileriyle başkaları arasında bir velayet veya dayanışma olamaz. Çünkü aralarında bir itikadı ortaklık yoktur. İtikadı ortaklık olmayınca, hedef, yöntem, yükümlülük veya mükâfat ve ceza birliği olamaz.

Ama bu, İslâm ümmetinin insanları hidayete davet sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Çünkü hidayet, onun dini, şeriati ve nizamıdır.

"İslâm ümmeti, Allah'ın huzurunda kendisinden sorumludur. Sapıtmış kimseler kendisine zarar veremez." gerçeğine bakılarak mümin; davet görevini ihmal da etse kendisinden hesap sorulmaz, denilemez. Çünkü bu ümmet, öncelikle kendi içinde ve ikinci planda tüm yeryüzünde "emr-i bil-maruf, nehy-i an'il-münker" görevini ihmal etmekten sorulacaktır.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
"Marufun" (iyiliğin) temeli; Allah'a teslimiyet gösterip O'nun şeriatini hakim kılmaktır.

"Münker'in" temeli ise, cahiliyedir; Allah'ın egemenlik ve şeriatine tecavüzdür. Cahiliyenin hakimiyeti, tağutun hakimiyeti demektir.

"Tağut" ilâhî egemenlik ve hakimiyeti dışında kalan her tür iktidardır. Bu bakımdan yukarıdaki ayet-i kerime, ne müsIüman fertten, ne de İslâm ümmetinden şerr, dalalet ve azgınlığa karşı mücadele ve savaş sorumluluğunu kaldırmaz.

Tağutluğun en azgın şekli, Allah'ın ilahlık hakkına tecavüz, Allah'ın egemenliğini gasbetmek ve insanları ilahî şeriattan başka bir nizama kul etmektir.

Bu münker ortada kaldıkça, hidayet üzere olmak; ne müslüman ferde, ne de İslâm ümmetine hiç bir fayda vermeyecektir.

Sünen sahipleri, aşağıdaki hadis-i şerifi rivayet etmektedirler:

"Hz. Ebu Bekr (r.a.), ayağa kalkıp Allah'a hamd-u sena ettikten sonra dedi ki:

Ey insanlar siz;

"Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz hidayet üzere olduktan sonra sapıtmış kimseler size zarar veremezler" ayetini okuyadurursunuz.

Ne var ki, siz, bu ayeti, yerli yerinde kullanmıyorsunuz. Ben Resul-i Ekrem'den (s.a.s.) duymuştum ki:

"İnsanlar gördükleri münkeri değiştirmezlerse, Allah'ın hepsini birden cezalandırmasıyla karşı karşıya kalmışlardır." (Tirmizi; Nesei; Ebu Davûd, İbni Mace: 2/327)

Birinci halife, kendi zamanındaki bazı insanların bu ayete ilişkin yanlış yorumlarını düzeltmektedir bu sözüyle. Bugünün insanları olarak biz, bu doğru yoruma çok daha muhtacız. Çünkü günümüzde münkeri değiştirme görevi, daha da zorlaşmıştır. Zayıf kimseler, kendilerini cihad ve cihad zorluklarından kurtarmak, savaşın sıkıntı ve acılarından rahatlatmak için bu ayet-i kerimeyi en kolay yoldan yorumlamaya kalkışmaktadırlar.

Ama hayır, vallahi!..Çünkü bu dinin ayakta kalması, çaba gösterip cihad etmeye bağlıdır. Çalışma ve mücadele etmeye bağlıdır. Bu dinin; insanları hakka yöneltecek, insanları kula kulluktan bir tek Allah'ın kulluğuna götürecek, yeryüzünde Allah'ın ilahlığını yerleştirecek, ilahî egemenliği gasbeden tağutları ortadan kaldıracak ve Allah'ın şeriatini ilan edip insanların hayatına uygulayacak müslümanlara ihtiyacı vardır.
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Bu cihad, eğer sapıklar, irşad ve aydınlanmaya muhtaç bireylere karşıysa iyilik ve açıklamayla yapılmalıdır.

Yok eğer sapıtmışlar, insanların yolunda bekleyip onları hidayetten, Allah'ın dininden ve şeriatin ikamesinden önleyen azgın bir kuvvet durumundaysalar, o zaman da kuvvet yoluyla cihad edilmelidir.

İşte mü'minlerden ancak bundan sonra sorumluluk kalkar. Yani sapıtmışlar, hakkettikleri ilâhî cezayı çektikten sonra ...

Yani tüm insanların Allah'a dönüşüyle ceza ve mükâfatlar tahakkuk ettikten sonra...

"Hepinizin dönüşü Allah'adır. İşlemiş olduğunuz her şeyi O size bildirir."

Yüce Allah, bu davanın metoduyla ilgili bir hakikati bize bildirmiştir. O da, kalb işinin; hidayet ve dalaletin kul işi olmadığı gerçeğidir.

Hidayet ve dalalet, - Hz. Peygamber (s.a.s.) de dahil olmak üzere - hiç bir kulun işi değildir. Çünkü bu, kalplerin yaratanı olan Yüce Allah'a mahsus bir iştir. Ondan başkası kalblere hükmedemez ve tasarruf edemez...

Kalb üzerindeki egemenlik, sadece Allah'a aittir. Peygamberlerin görevi, sadece tebliğdir. Hidayet ise Allah'ın elindedir. O, dilediğine verir. Hidayete müstahak olduğunu ve hidayet aradığını ezel ilmiyle bildiği dilediğine...

Bu işin, beşeri ihtisas alanından çıkarılmış olması; anlaşılması zorunlu olan bir hakikati ortaya koymaktadır. Müslüman çok iyi biliyor ki, hidayet sadece Allah'tan beklenir. Hidayetin delilleri, sadece Allah'tan alınır, İşte bundan dolayı sapıtmışların aşılmaz inatlarıyla karşılaşan dava adamının göğsü daralmaz. O, davetine devam eder. Allah'ın; kalblerin hidayetine ilişkin iznini ve yardımım bekler:

"Onların hidayeti sana ait değildir. Ama Allah, dilediğini hidayete erdirir." (el-Bakara: 72)

Öyleyse ey davetçi! Gönlünü daraltma. Müsamahadan vazgeçme. Sen onlara, muhtaç oldukları hayır ve yardım kapılarını açmaya çalış. Onların durumuysa Allah'a aittir. Çünkü davetçiye düşen görev, sadece tebliğdir. Davetçi, insanların tabiatını değiştiremez ve basiretlerine hükmedemez:

"Sen, uzaklaşıp duracaklarsa ölmüş (kalblere) sesini duyuramazsın, sağır olana da (devam) işittiremezsin. Sen, kör kimseleri dalaletlerinden uzaklaştırıp hidayete erdiremezsin. Sen sadece ayetlerimize inanıp da teslim olmuş kimselere sesini duyurabilirsin." (en-Neml: 80-81)

Allah, ölmüş kimseleri işte böyle tanıtmaktadır. Onlar ölmüştür; hayatları yok. Sağırdırlar; kulakları yok. Kördürler; yol bulacakları yok. Bu, aslında hayvanca; hatta hayvanınkinden daha düşük ve daha beter bir hayattır. Çünkü hayvan, üzerinde yaratıldığı fıtratıyla yolunu bulur. Bu fıtratın kendisine ihanet etmesi, çok az rastlanan bir olaydır. Kalbleri egemenliğinde tutan yüce Allah'ın ayetlerini duyduğu halde icabet etmeyen kimse, en derin iniltileri duyacak kulakları olsa bile sağırdır. Varlığın her tarafına yayılmış ilahî delilleri görmeyen kimse, iki gözü olsa bile hayvan gibidir. Canlı kalplere, açık basiret ve sağlıklı bir idrake sahip olanlardır daveti dinleyenler. Çünkü onlar, dinleyip teslim olanlardır. Davet, fıtratlarını uyarır uyarmaz. icabet eden kimselerdir onlar:

"Bu (Kur'an, tüm) İnsanlar için bir beyan, müttakiler için de bir hidayet ve öğüttür." (Al-i İmran: 138)

Hidayete yönelten bir kelimeyi, hidayete açık olan inanmış bir kalbten başkası kabul etmez. Hikmetli bir öğütten, öğüde doğru deprenip hareket eden muttaki bir kalpten başkası yararlanmaz. İnsanlar, hak ve batılı, hidayet ve dalaleti birbirinden ayıracak yetenekte yaratılmışlardır. Bu (temyiz yeteneği) çok az şaşan bir kuraldır.

Hak, uzun uzadıya bir açıklama gerektirmeyecek kadar net ve açıktır. Arzu edilen şey, insanların bu hakka yönelmesi ve hak yolunu seçmeye güç yetirmesidir. öğüt, şerli nefislere ağır gelen bir şeydir. Çünkü öğüt, bu insanların sınırsız özgürlüklerini kısıtlar. Gene öğüt, müstekbir; ama aslında küçük, nasihati kudretleri açısından bir eksiklik sayan kimselere de ağır gelir. Çünkü küçük ve düşük olan bu kimseler, yardım için uzattığın elinden uzak durmaya çalışırlar. Büyüklüklerini (!) izhar etmiş olmak için uzak dururlar.

Sonuç olarak davetçinin görevi, sadece tebliğ ve anlatmaktır.

Her konuda tasarruf sahibi olan ise Allah'tır. Davetçinin kaçınılmaz görevi, ilâhî emrin doğrultusunda davranmaktır. Adımlarını hızlandırmaya ve - Hz. Peygamber bile olsa - Yüce Allah'a bir şey teklif etmeye hakkı yoktur.

Dalalete batmış kimselerin eksiği, delil ve ispatların bulunmayışı değildir. Çünkü onların asıl acıları, kalblerindeki afet, fıtratlarındaki boşluk ve ruhlarındaki sönüklüktür.
 
Üst Alt