Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Davetçinin Ahlakı

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
بســـم الله الرحمن الرحيم

Davetçinin, güzel, yumuşak, sade ve acımalı bir ahlaka sahip olması gerekmektedir. Gönülleri kazanıp insanları etrafında toplayacak bir ahlak...
Davetçi, yanındaki insanlara yumuşak ve merhametli davranmalıdır, öfkeli ve katı kalpli olan davetçinin etrafında hiç kimse toplanamaz. Katı kalbli davetçi dayanışma sağlayamaz. İnsanlar; merhametli bir koruyucuya, engin bir sevgiye, fevkalâde bir gözetime, müsamahakâr bir davranışa, cehalet, zayıflık ve noksanlıklarını hoş görecek bir halimliğe muhtaçtırlar. Yani büyük, vermeyi bilen, ellere göz dikmeyen, sorunları paylaşan ve kendi sorunlarıyla baş ağırtmayan bir yüreğe...
İnsanların; kendisinden himmet, sevgi, gözetim, hoşgörü, dostluk ve rıza beklediği bir yürek...
Büyük davetçi Resul-i Ekrem (s.a.s.)'in yüreği böyleydi. İnsanlarla beraber yaşantısı böyleydi...
O, kendi nefsi için asla kızmazdı. Beşerî zaaflardan dolayı göğsü daralmazdı. Dünyevî metadan hiç bir şeyde gözü yoktu. Ellerindekinin tümünü kolayca ve engin bir hoşgörüyle dağıtırdı. Mükemmel derecede halimdi. İlgisi, sevgisi ve dostluğu, etrafındaki insanları kuşatmıştı. Kur'an-ı Kerim, bunun canlı bir şahididir. Yüce Allah, bu ahlakı, davetçilerin beşeri ilişkilerine örnek olsun diye Aziz Kitabında bildirmiştir:
"Eğer sen, kaba ve katı kalbli olsaydın, insanlar etrafından dağılırlardı." (Al-i İmrân: 159)
Yumuşaklık, tevazu ve merhamet, davetçide canlanan müşahhas bir ahlak olmalıdır:
"Mü'minlere kanatlarını ger."(el-Hicr: 88)
İnişe geçen bir kuşun kanat germesine benzer bir kanat germe...
Allah'ın Resulü (s.a.s.), hayatı boyunca ashabıyla beraber yaşadı. Onun ahlakı, Kur'an'dı. Ve o, kendisini eğiten Kur'an'ın canlı bir örneğiydi.
"Af yolunu tut. Marufu emret ve cahillerden vazgeç. Şeytandan sana bir vesvese geldiğinde Allah'a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve bilendir." (el-A'raf: 199-200)
Yani insanlarla sohbet ve muaşereti kolaylıkla sağlayan af yolunu tut. İnsanların mükemmel olmasını bekleme. Onları zora koşma. Hatalarını, zaafiyet ve noksanlıklarını affet.
Tabi ki tüm bunlar, kişisel ilişkilerde söz konusudur. Dini inanışta veya şer'i vecibelerde değil...
Çünkü İslâm akidesi ve Allah'ın şeriati söz konusu olunca göz yumup hoş görmek yoktur.
Hoş görü ve göz yumma, alış verişlerde, komşuluk ve arkadaşlıkta; yani hayatın kolayca ve sade bir şekilde geçmesine yarayacak konularda vardır. Beşeri zaaflara göz yumup ilgiyi esirgememek ve müsamahakâr olmak, büyük ve güçlü insanların şanındandır. Küçük ve zayıflara karşı büyüklerin takındığı tavırdır. Allah'ın Resulü (s.a.s.), bir yönetici, bir rehber, bir öğretmen ve bir mürebbiydi. Kolaylık göstermek, göz yummak ve müsamahakâr olmak en çok ona yakışan bir ahlaktı. Evet Allah'ın Resûlu (s.a.s.), kendi nefsi için asla kızmazdı. Ama Allah'ın dini çiğnendiği zaman ise, hiçbir şey onu yatıştırmazdı. Bundan dolayı tüm davetçilerin, onun ahlakıyla ahlaklanmaları gerekir. İnsanların hidayetiyle ilgilenmek, engin bir yürekliliği, hoşgörüyü, kolaylığı ve sadeliği gerektirmektedir. Tabi ki Allah'ın dininde hiç bir gevşeklik veya aşırılık göstermeden...
Allah'ın dinine davet eden kimsenin kendisine has sıfatı, ruhu, konuşması, sözü ve edebî vardır. Yüce Allah, gerek Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ve gerekse bu ümmetin her davetçisine bu şifa ve hususiyetlerle hitap etmektedir. Yüce Allah, davetçiye -şartlar ne olursa olsun- "ahlakın şudur", "metodun şudur" diye buyurmaktadır:
"Allah'a davet edip salih amel işleyen ve "Ben müslümanlardanım" diyen kimseden daha güzel sözlü olan var mı? İyilikle kötülük elbette ki bir olmaz, öyleyse (kötülüğü) iyilikle defet. O zaman görürsün ki aranızda düşmanlık bulunan kimse sımsıcak bir dost oluvermiş. Bu (hususiyet) sadece sabreden kimselere, sadece büyük mükafat sahibine verilir. Eğer şeytandan sana (saptırıcı) bir vesvese gelirse, Allah'a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve bilendir." (Fussilet: 33-36)
Allah'ın dinine davet görevini; beşeri zaaf ve cehalete, nefsin bildiğiyle övünüp kibirlenmesine, "dalalet üzerindesin" denmesini reddetmesine, davanın tehdit ettiği arzu ve şehvetlere düşkünlüğüne rağmen yürütmek, gerçekten zor bir iştir. Çünkü tüm insanları hukuken eşit gören bir tek ilah'a davet işi, böylesine zor şartlarda yürütülen büyük bir görevdir.
"Allah'a davet edip salih amel işleyenden daha güzel sözlü var mı?"
Zaten sözün güzelliği, böylesine zor şartlarda anlaşılır. Bu davayı, böylesine şartlarda ilan etmekte...
Sözü doğrulayan bir amelle ve kişisel arzuları geride bırakan bir teslimiyetle beraber bu güzel ilan, göğe yükselmeye layık olan bir ilandır. Çünkü bu davet, tamamen Allah'ın rızasını kazanmaya yöneliktir. Davetçinin buradaki tek görevi, tebliğ yapmaktır. Tebliğini yaptıktan sonra, insanlar bundan yüzünü çevirmiş, edepsizlik mi yapmış, şımarıkça inkar etmeye mi kalkışmış bu iş kendisini ilgilendirmez. Çünkü o, en güzel şekilde anlatmakla yükümlüdür. Davetçinin konumu yüksek; diğerlerinin, yani kötülüğe başvuranların konumu ise alçaktır.
"İyilikle kötülük, elbette ki bir olmaz."
Şu halde davetçi, kötülükle karşılık veremez...
Çünkü iyilikle kötülüğün etkisi aynı değildir. Kötülüğün karıştığı bir iyiliğin etkisi de aynı değildir. Kötülüğe karşı sabır, müsamaha ve nefsanî arzuları bırakıp aşmak, en başıbozuk kişileri bile sakinleştirip güven duymalarını sağlar. Düşmanlıktan dostluğa ve serkeşlikten sükunete yönelmesine neden olur.
"Sen kötülüğü iyilikle defet. O zaman görürsün ki, aranızda düşmanlık bulunan kimse, sımsıcak bir dost oluvermiştir."
Bu, genellikle gerçekleşen bir kuraldır. Öyle ki sonuçta fevri tavırlar bırakılır, kızgınlık sükûnete ve şımarıklık da hayaya dönüşür. Çünkü fevri bir harekete, şımarıklığa ve söz dinlemezliğe; sakinleştirici bir tarzda değil de aynısıyla karşılık verilirse aksilikler daha da artar, gazaplar kamçılanır, şımarıklık devam eder, haya, perdesi yırtılır, nefse hakimiyet yok olur ve günah işlemekten gurur duyulur. Ama her şeye rağmen müsamahakâr olmak, engin bir yürek ister. Kötülük yapma gücü bulunduğu halde sevip ilgi gösteren bir yürek...
Aslında "kötülük yapabilme gücü", müsamahanın meyvesini verebilmesi için bulunması gereken bir şeydir. Kötü adamın "iyiliği", "zayıflık" olarak kabul etmemesi için gereken bir şey...
Çünkü kötü adam, karşısındakinin zayıf olduğunu anlayınca, saygı göstermeyecektir. Dolayısıyla iyiliğin de hiç bir etkisi olmayacaktır. Bu bakımdan "müsamahakâr" olmak; akideye saldırı veya mü'minleri fitneye uğratma hallerinde değil, şahsi meselelerde söz konusu olabilir. Çünkü akideye bir saldırı olduğu zaman, olanca gücü kullanıp karşı koymak veya ilâhî hüküm gelinceye kadar sabretmek lazımdır.
Kötülüğü iyilikle defedip, müsamahakâr olmak, öfke ve gazabı önleyen önemli bir tutumdur. Böylesi anlarda bu dengeyi yakalamak, yani "ne zaman müsamaha gösterilir, ne zaman iyilikle karşılık verilir" bunu bilmek, gerçekten büyük bir şeydir. Her insanın elde edemeyeceği üstün bir derecedir. Çünkü bu, bir sabır işidir. Allah vergisi bir şeydir. Bunu elde etmeye çalışan kimselere Allah'ın verdiği bir şey...
Hz. Peygamber (s.a.s.)'i düşünün. Kendi nefsi için hiç kızmayan; ama Allah'ın bir emri çiğnenince hiç bir şeyle kızgınlığı dinmeyen Hz. Peygamber (s.a.s.)'i...
İşte bu, öyle büyük bir derece olduğu için Yüce Allah, Hz. Peygamber'e (s.a.s.) ve onun şahsında tüm davetçilere diyor ki:
"Eğer şeytandan sana (saptırıcı) bir vesvese gelirse, Allah'a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve bilendir."
Gazap; kalbe vesvese salan ve kötülüğe karşı veya müsamaha konusunda yeterince sabır göstermemeyi doğuran bir histir.
İşte bu gibi durumlarda şeytanî vesveselerden Allah'a sığınmak; şeytanın öfkeyi kamçılayıp bu boşluktan yararlanmasını önleyen bir korumadır. Beşer kalbinin yaradanı, bu kalbin girinti ve çıkıntılarını, güç ve yeteneğini, şeytanın hangi noktadan nüfuz edebileceğini, dava adamını hangi tür vesveseyle gazaba getirebileceğini, yolunda yürüyen halim bir insanı nasıl öfkelendirebileceğini elbette ki, bilmektedir.
Bir mü'min, ne olursa olsun Rabbi için kızmaIıdır. Rabbinin yüceliği ve saygınlığı çiğnenince kızmalıdır. Nefsimize veya ailemize bir hakaret yapılınca şişinir, kızar ve öfkeleniriz. Ama mü'min, Rabbi için gayrete gelmek zorundadır. İslâm'la cahiliyenin tasavvurları arasındaki her zaman ve her ortamdaki gerçek fark ve yol ayrımı budur.
Müslüman cemaat, yüce ahlaki değerlere dayanmak zorundadır. Kur'an-ı Kerim, bu ahlaki esasların neler olduğunu - en güzel örneklerle - bildirmiştir; İslâmî tasavvur ve müslüman cemaat yapısındaki en vazgeçilmez ve en köklü unsur, ahlakî unsurdur. Ve bu, tüm hayati alan ve faaliyetleri kapsayacak niteliktedir.
İslâm cemaatinin vazgeçilmez temel dayanağı bir tek Allah'a ubudiyyettir.
Bundan dolayı bu cemaat, hangi biçimiyle olursa olsun, tüm beşeri ubudiyyetlerden kurtulmuştur.
Tüm faziletler ve tüm ahlakî değerler, işte bu kurtuluş ve özgürlüğün bir ürünüdür.
Çünkü her konudaki değer ölçüsü, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bunun da doruk noktası, Kur'an-ı Kerim'in ahlakıyla süslenmektir.
İslâmî bir ahlakın en büyük dayanağı ve aslı budur. İslâmî hayat sistemi, ahlaka çok büyük bir önem vermiştir. Kur'an-ı Kerim, bunu açıkça ifade etmekte ve İslâmî ahlakın; İslâmî akide ve insan hayatına ilişkin İslamî düşüncedeki derinlik ve vazgeçilmezliğini göstermektedir.
 
Üst Alt