Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Dar ul İslam ve Dar ul harb

abdulmumin1405

New member
Katılım
22 Eki 2007
Mesajlar
7
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Yaş
39
Şerî hükme göre tüm dünya iki kısma ayrılır. Bir üçüncüsü ise yoktur. Dâr–ül Harb veya Dâr-ül Küfür ve Dâr-ül İslâm. İslâm ile hükmedilen ve emniyeti de İslâm ile sağlanan her belde Dâr-ül İslâm'dır, o ülke sakinleri gayri müslimler olsalar dahi. İslâm'dan başka sistemle idare edilen, güvenliği de İslâm'dan başka güçler tarafından sağlanan her bölgeye Dâr-ül Harb veya Dâr-ül Küfür denir, oranın halkı müslüman olsalar dahi. Süleyman b. Büreyde'nin rivayet ettiği bir hadis şöyledir :
"Onları İslâm'a çağır. Eğer senin davetini kabul ederlerse onlardan vazgeç. Sonra yurtlarından muhacirlerin yurtlarına göç etmeleri için onlara çağrıda bulun. Eğer böyle yaparlarsa muhacirlerin sahip oldukları haklara sahip olabilecekleri gibi onların sorumlu olduklarından, da sorumlu olacaklarını onlara bildir."[size=+0] [1][/size] Bu hadis, onların muhacirlerin sahip oldukları haklara ve mükellef oldukları görevlere sahip olmaları için "Dâr"larından (ülkelerinden) muhacirlerin "Dâr"ına (ülkesine) göç etmelerinin şartı olduğuna bir delildir. Muhacirlerin "Dâr"ı ise Dâr-ül İslâm'dır. Onun dışındakiler ise Dâr-ül Harb'dir. Yani müslüman olan o kişilerden, yurtlarından Dâr-ül İslâm'a göç etmelerini talep edildi. Ta ki onların üzerlerine Dâr-ül İslâm hükümleri tatbik edilsin. Eğer Dâr-ül İslâm'a göç etmezlerse, onlara Dâr-ül İslâm hükümleri tatbik edilmez. Yani onlara Dâr-ül Harb hükümleri tatbik edilir.

Dar’ul islamın Dar’ul harb olmasının şartları: İmam Ebu Hanife’ye göre, Darû’l islam şu şartla dârul harb olur. 1) Kafirlerin hükümlerini alenen icra etmek, islamın hükümleriyle hükmetmemek. 2) Darul harble darul islam arasında bir islam yurdunun bulunmaması, darul harbe bitişik olmak. 3) Kafirler istila etmeden önce sabit olan güvenin olmaması. Bu şartların üçünün de olması gerekir. İmameyne göre ise bu durumda bir şart yeter başkası gerekmez, o şart da küfür ahkamının izhâr edilmesidir. (Fetevayi Hindiyye)
 

Elifnisa

New member
Katılım
29 Eki 2007
Mesajlar
483
Tepkime puanı
241
Puanları
0
Yaş
44
Konum
istanbul
Mutlak Dar'ul Harb'te Yaşayanlar Aksi İsbat Edilinceye Kadar Kafirdirler

Mutlak Dar'ul Harb'te Yaşayanlar Aksi İsbat Edilinceye Kadar Kafirdirler

Mutlak Dar'ul Harb'te Yaşayanlar Aksi İsbat Edilinceye Kadar Kafirdirler


İslam kanunlarının hakim olmadığı her toprak parçası daru'l-harptir. Bu topraklarda Müslümanlar da yaşayabilir.

Fakat kafir kanunları tatbik edildiği için, Müslüman olduğu bilinenler veya küfür kanunlarını kaldırıp yerine İslam kanunlarını hakim kılmak için güçleri nisbetinde çalıştığı görülenler dışındaki herkese zahiren kafir hükmü verilmesi gerekir.

Çünkü, söz ve hareketleriyle küfür kanunlarını değiştirmek için gayret göstermeyen herkes zahiren bu kanunları kabul etmiş ve onlara rıza göstermiş sayılır.

Fakat, zahiren küfrü yıkmak için faaliyeti veya Müslüman olduğunu kanıtlayacak bir alameti görülmediği için tekfir edilen kişilerden bazıları, gizli olarak Allah-u Teâlâ'nın dinini hakim kılmak için gayret sarf ediyor olabilirler. İşte böyle kimseler her ne kadar Müslümanlar katında kafir iseler de, Allah katında Müslümandırlar.

Böyle yapmayıp da zahiren küfür alametleri gösteren bir kişiye, sağlam delillere dayanmadan Müslüman hükmü verilirse, İslam'a zıt bir hüküm verilmiş ve Allah-u Teâlâ'nın küfür diye isimlendirdiği bir amel, iman olarak vasıflandırılmış olur ki bu, Allah katında büyük bir cürüm ve apaçık bir küfürdür.

Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in ve sahabelerinin yaptığı savaşlar ve seriyyeler incelendiğinde, onların Allah-u Teâlâ'nın hükümleri tatbik edilmeyen bir yeri fethe gittiklerinde, içlerinde imanlarını gizleyen Müslümanlar olsa bile, Müslüman olduğunu bildikleri dışındaki herkese kafir gözüyle baktıkları ve hepsine birden savaş açtıkları görülür.
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
Mutlak Dar'ul Harb'te Yaşayanlar Aksi İsbat Edilinceye Kadar Kafirdirler

Bravo, zındıkizme alkış tutmak bu olsa gerek...
ya hu zaten darul harp fıkhı müslümanlar içindir, kafirler için değil...
Şimdi diyeceksin ki hanefi mezhebinin darul harp fıkhı ne alemde?
ben de diyeceğim ki darul harbi geçeli çok oldu, burası darul cahiliyye, kimine göre de darul acayip, hem de öyle böyle acayiplikler ülkesi değil, nasıl mı?

Fakat, zahiren küfrü yıkmak için faaliyeti veya Müslüman olduğunu kanıtlayacak bir alameti görülmediği için tekfir edilen kişilerden bazıları, gizli olarak Allah-u Teâlâ'nın dinini hakim kılmak için gayret sarf ediyor olabilirler. İşte böyle kimseler her ne kadar Müslümanlar katında kafir iseler de, Allah katında Müslümandırlar.

İşte böyle bir şey acayiplik...
 

Elifnisa

New member
Katılım
29 Eki 2007
Mesajlar
483
Tepkime puanı
241
Puanları
0
Yaş
44
Konum
istanbul
yukarıda alıntı yapmış olduğum yazının zahiren kısmına katıldığım ve ilgimi çektiği için astım. sizlerinde okuyup fikir beyan etmesi için.
sizlerin görüşlerine önem veriyorum ve yanlış şeyler öğrenmek istemediğimden.
 

Ebu Zerr

New member
Katılım
8 Haz 2007
Mesajlar
866
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Yaş
45
Konum
Ankara
yukarıda alıntı yapmış olduğum yazının zahiren kısmına katıldığım ve ilgimi çektiği için astım. sizlerinde okuyup fikir beyan etmesi için.
sizlerin görüşlerine önem veriyorum ve yanlış şeyler öğrenmek istemediğimden.

Dar Meselesi
(Mehmet Alagaş-Rabbani Yol ve Sünnetullah, Said Hakim isimi ile...)


Tevhidi yola talip olan ve bu yolda mücadele vermek isteyen müslümanların, tevhidi çizginin han*gi noktasında bulunduklarını bilmeleri için öncelikle bulundukları konumu Rabbani esaslara göre tespit etmeleri gerekmektedir. Çünkü her konumun kendi*sine özgü bir fıkhı bulunmaktadır. Yanlış konum tesbiti, uygulanmaması gereken fıkhı önereceğinden, konum tesbiti bu açıdan önemli ve ciddi bir mesele*mizdir.

Bu meselede dar'ul İslam ve dar'ul harp olmak üzere iki görüş yaygınlaşmıştır. Yaygınlaşan bu iki görüşü savunanlar birbirlerine cephe almakta ve tar*tışmalar değişik vadilerde sürmektedir. Fakat ne ya*zık ki her iki taraf savunduğu kavramı bilinçli bir şe*kilde savunmaktan uzaktır. Mesela dar'ul harp görü*şünde olanlara; “Neden dar'ul harp?” şeklinde bir soru yöneltsek, bu kardeşlerimizden büyük çoğun*luğu; “İslam hukuku yürürlükte olmadığı için dar'ul İslam değildir. Dar'ul İslam olmadığı İçin dar'ul harp*tir.” diyeceklerdir. Çünkü başka bir seçenekleri yok*tur.

Gri kavramını bilmeyen bir topluma, gri renkte bir tabela göstererek; “Bu beyaz mıdır, yoksa siyah mıdır?” sorusu yöneltilirse, dar'ul harp ve dar'ui İs*lam meselesinde olduğu gibi iki ayrı gruplaşma ola*caktır. Bir kısmı “Siyah olmadığı için beyazdır” der*ken, bir kısmı da “Beyaz olmadığı için siyahtır” diye*ceklerdir.

“Dar” meselesindeki ihtilafların bir nedeni, müslümanların dar'ul İslam ve dar'ul harp kavramlarıyla karşı karşıya getirilmeleri ve bu iki kavramdan birini seçmeye şartlandırılmalarıdır. Bu İki kavramdan bi*rini seçmeye zorlanan kimselerin bir kısmı “Dar'ul İslam olmadığı için dar'ul harptir” derken, diğer kıs*mı da “Dar'ul harp olmadığı için dar'ul İslam'dır” de*mektedirler. Bu durumun müsebbibleri ise bir taraf*ta şeytan ve dostları, diğer tarafta hazır bilgilerle ye*tinen, çalışmaktan ve araştırmaktan kaçınan alim*lerdir. Bu alimler herhangi bir “Dar” kavramını savu*nacakları zaman, kendilerine bu kavramın getirdiği fıkıh sorulacağından, dar'ul İslam veya dar'ul harp demekteler ve kütüphane raflarında hazır bulunan dar'ul İslam ve dar'ul harp fıkhını yorulmadan ve yorumlamadan söylemektedirler. Nitekim bu kimseler tarafından dar'ul harp fıkhı ile yüzyüze getirilen bir*çok müslüman, bu fıkhı yürürlüğe koyma noktasın*da çeşitli problem ve çelişkilerle karşılaşmışlardır.

Dar'ul harp fıkhının getirdiği zorluk, problem ve çelişkilerden kaçınmak için, sebeb ve illetini göz önüne getirmedikleri bazı içtihatlara sığınarak dar'ul İslam görüşünü savunanlar ise kendilerini pasifize eden bir sapıklığa düşmüşlerdir. Allah'ın düş*manlarını dost kabul etme zilletine düşen bu insan*lar, dar'ul İslam kabul ettikleri beldelerde genellikle ıslahatçı metodu benimsemişler ve İslam düşmanı olan tağutu, bazı İslami motiflerle güzelleştirmeye çalışmışlardır.

Halbuki “Dar” kelimesi, yer veya toprak parçası anlamına geldiği için “Dar'ul İslam” İslam'ın hakim olduğu yer demektir. Bulundukları ülkeye dar'ul İs*lam diyen sapıklara, İslam'ın hangi yere hakim oldu*ğunu sormak İsteriz!.

Bu ülkelerde İslam'ın hakim olduğu ve tağuti müdahaleden uzak olan bir metrekare yer var mı*dır?

Camilerde İslam mı hakimdir, yoksa tağut mu?

Kıblemiz olan Kabe-i Muazzama, kimlerin ta*hakkümü altındadır?

Tapusuna sahip olduğunuz evleriniz sizin mi? Bu evlerinizi halka açık bir namazgah ve İslam'ın açıkça anlatıldığı bir mescid haline getirebilir misi*niz?

Tağuta bağlı bel'amlar tarafından savunulan dar'ul İslam görüşünü daha fazla ciddiye almamıza ve eleştirmemize gerek yoktur. Çünkü bunların açık bir sapıklıkta olduğu aşikardır. Bu görüşü savunan*lardan ziyade dar'ul harp görüşünü savunan samimi kardeşlerimizi değerlendirmemiz gerekir. Tağutun mahiyetini bilen ve tağuta bağlı bel'amlar vasıtasıyla savunulan dar'ul İslam görüşüne haklı olarak karşı çıkan bu kardeşlerimiz gerçekten samimidirler. Ne varki hak olan bir görüşü zamansız ve mekansız gündeme getirme noktasında yanılgıya düşmüşler*dir. Yanılgının biz önsanlara özgü olduğunu idrak ederek bu kardeşlerimize hüsnüzanla yaklaşıyor ve bu meselemizi ciddi bir şekilde tekrar değerlendir*melerini istirham ediyoruz. Tabi ki bu dileğimiz, dar'ul İslam görüşünü bilmeyerek savunan kimselere de yöneliktir.

Dar'ul harp görüşünü savunan bazı kardeşleri*miz “Müslümanlar için en güzel örnek Resulullah (s.a.v.) ve onun takip ettiği metoddur. Bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) Mekke ve Medine olmak üzere iki ayrı dönem yaşamıştır. Mezhep imamlarına göre Mekke dönemi dar'ul harptir. Değişik bölgelerdeki müslümanlar Mekke dönemine benzer bir ortamda bulunduklarına göre bu müslümanların konumu da dar'ul harptir.” demektedirler.

Elbetteki müslümanlar için en güzel örnek Re*sulullah (s.a.v.)'dir. Mezhep imamları tarafından Mekke dönemine dar'ul harp, dar'ul küfr veya dar'ul şirk denilmektedir. Bu konuda kavram tartışmasına girmek abestir. Çünkü meselenin rahatsızlık veren tarafı hangi kavramın kabul edileceği değil, bu kav*ramların getirdiği fıkıhtır. Mekke dönemine dar'ul harp diyen müct eh idlerin, dar'ul harp fıkhının Mek*ke dönemini dikkate alarak hazırlamaları gerekirdi. Oysa bilinmektedir ki dar'ul harp fıkhı, Kur'an'ı Kerim'in Medeni sureleri ve Resulullah (s.a.v.)' in bu dönemdeki sünnetiyle kesinlik kazanmaktadır. Yine bilinmektedir ki dar'ul harp fıkhı Mekke dönemi müslümanlarınca yaşanmamıştır. Bu konuda Ebubekir (r.a.)'ın müşriklerle bahse girme olayı delil olarak öne sürülmektedir. Bilindiği gibi Ehl-i Kitap olan Rumlar, o dönemde Mecusi olan İranlılara yenilince müslümanlar üzülmüş, Mekke'li müşrikler ise sevin*mişlerdir. Bu olay üzerine nazil olan Rum suresinin ilk ayetlerinde, Rumların bir süre sonra tekrar galip gelecekleri beyan edilmektedir. Bu ayetlerle karşıla*şan müşrikler, bu ayetlere inanmaz ve Ebubekir (r.a.) ile bahse girmek isterler. Ebubekir (r.a.) durumu Resulullah (s.a.v.)'e bildirir ve onun izniyle, Rumların tekrar galip geleceklerine dair müşriklerle bahse gi*rişir. İşte bu olaydan hareket eden bazı hanefi fakihler, bu olayı örnek göstererek dar'ul harpte bulunan müslümanların kazanacaklarından emin olma şar*tıyla harbilerle mal ve para karşılığında bahse gir*melerine cevaz vermişlerdir. Halbuki bu olayı, olayın yaşandığı ortama göre değerlendirme*miz gerekir. Nazil olan her ayete yakinen iman eden Ebubekir (r.a.), müşriklerin teklif ettikleri bahsi kaza*nacağını elbetteki biliyordu. Şüphesiz kazanacağını bildiği bahis tekiifi karşısında tereddüde düşmesi ve Resulullah (s.a.v.)'e müracaat etmesi, bahse girme*nin müslümanlar arasında şüpheli görüldüğüne işa*rettir. Ebubekir (r.a.)'ın bahis karşısında tereddüte düşme nedenini anlamaya çalışırken, bahis teklifini kabul etmediği zaman Mekke müşriklerinin “Ebube*kir inen ayetlerin doğru olduğuna kendisi de inan*mıyor, inansaydı bahse girerdi..” diyeceklerini ve ba*his teklifini diğer müslümanlara da götürerek, onla*rın da İnanmadıkları konusunda velvele yapacakları*nı dikkate almamız gerekir.

Bilindiği gibi Resulullah (s.a.v.) bahsi kabul et*mesi için Ebubekir (r.a.)'a izin vermiştir. Netice ola*rak bahsi kazanan Ebubekir (r.a.)'ın yine Resulullah (s.a.v.)'e müracaat ederek “Bahsin karşılığı olan de*veleri alayım mı?” diye sorması, bahse girme nede*ninin müşriklerin malını almak için olmadığını gös*termektedir. Bu sırada Medine'de bulunan Resulul*lah (s.a.v:), bahis karşılığı olan develeri (safların ay*rıldığı o dönemde bir harbi olan müşriklerde kalma*ması için) almasını ve bu develeri fakirlere tasadduk etmesini buyurmuştur. Dikkat edilirse bahis karşılığı olan bu develer ne beyt-ül male kabul edilmiş ve ne de Ebubekr (r.a.)'ın kullanmasına izin verilmiştir. Kal*dı ki Resulullah (s.a.v.)'in bu olayda bahse ilişkin ver*diği izin umuma değil, kişiye özeldir. Böyle bir izni umuma şamil kılmak ise fıkıh usulüne aykırıdır.

Bu gibi meseleler yeterince incelenirse, Mede*ni surelerle ve Resulullah (s.a.v.)'in bu dönemdeki sünnetiyle kesinlik kazanan dar'ul harp fıkhının, Mekke dönemi müslümanlannca yaşanmadığı müşahade edilecektir. Dar'ul harp fıkhının yaşanmadığı böyle bir döneme dar'ul harp demek ile İslam fıkhı*nın yaşanmadığı bir döneme dar'ul İslam demek arasında herhangi bir fark yoktur.

Dar'ul harp görüşünü savunmalarına rağmen bazı Rabbani sebebleri ve maslahatları zikrederek “Bunlardan dolayı şu an için dar'ul harp fıkhını yaşayamıyoruz..” diyen kimselerin belirttikleri neden*ler, Rabbani nedenlerdir. Onları bu konuda eleştir*miyor ancak şu hususun açıklığa kavuşmasını istiyo*ruz. Fıkhını yaşamadıkları veya şu an için yaşama*maları gereken bir kavramı nasıl sahipleniyorlar? Şayet dar'ul harp fıkhına muhatap oldukları için dar'ul harp diyorlarsa, bu ilmi bir yaklaşım değildir. Çünkü dar'ul harp fıkhına muhatap olduğumuz gibi, dar'ul İslam fıkhına da muhatabız. Dar'ul İslam fıkhı*na muhatap olmamızla birlikte dar'ul İslam fıkhını yaşayamadığımız bir beldeye nasıl ki dar'ul İslam diyemiyorsak; dar'ul harp fıkhıyla muhatap olmamıza rağmen nefsani olmayan Rabbani nedenlerle bu fık*hı yaşayamadığımız beldeye de dar'ul harp diyeme*yiz.

Bu hususu daha açık anlayabilmemiz için muhatap olmakla, mükellef olmak arasındaki farkı be*lirtmemiz gerekir. Nitekim bu önemli farkı idrak et*meyen bazı kardeşlerimiz “Resulullah (s.a.v.) tevhidi mücadelenin belli bir dönemine kadar savaş ayetleriyle muhatap olmamıştır. Bizlerin ise durumu fark*lıdır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'in tamamı elimizde ve bizler savaş ayetleriyle yükümlüyüz ..” demektedir*ler.

Müslümanlar Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen hükümlerin hepsiyle muhataptırlar. Ancak içinde bulundukları konum ve şartlara göre muhatap ol*dukları bazı hükümlerle mükellef değillerdir. Muha*tap olmak ile mükellef olmak arasındaki bu farkı id*rak etmemiz gerekir.

Mesela hac hükmüyle bütün müslümanlar mu*hataptır. Mükellefiyet ise gücü yeten müslümanlaradır. Bunun gibi Kur'an'ı Kerim'de tevhidi mücadeley*le ilgili olarak fertleri, cemaati veya devlet yapısına kavuşan müslümanları mükellef tutan hükümler var*dır. Müslümanlar bu hükümlerin hepsiyle muhatap olmalarına rağmen hepsiyle mükellef değildirler. Bu hükümlere yaklaşım, Rabbani bir konum tesbitiyle olmalıdır.

Dar meselesiyle ilgili olarak sadece geçmiş fıkıh kitaplarına bağımlı kalan bazı kimseler de, isteyerek veya istemeyerek çeşitli çıkmazlara girmektedirler. Bu fıkıh kitaplarında dar'ul İslam'ın tarifi yapılmakta ve bu konumun fıkhı verilmektedir. Dar'ul İslam'a göre dar'ul harp olan yerler açıklanmakta ve farazi fıkıh olarak da, herhangi bir İslam beldesi müstevli*ler tarafından istila edilirse o günün müslümanlarına kıyam emredilmekte ve dar'ul harp fıkhı verilmekte*dir. İşte farazi fıkhın uzandığı son nokta budur. Daha açık bir ifadeyle farazi fıkıh bu konuda günümü*ze uzanmamıştır.

Fıkıh kitaplarına mutlak bağımlı olan kimseler “İçtihat kapısı kapalı olduğuna göre yapılacak bir şey yok. Mevcut ictihadlardan en uygununu alıp, o ictihadla amel etmemiz gerekir..” demektedirler. Ta*bi ki bu yaklaşımın da ne gibi sonuçlar meydana ge*tirdiği aşikardır. Bu kimselerde evrensel olan yüce İslam dinini belli mezhebi dairelere hapsetme tema*yülü bulunmaktadır. Oysa ki din mezhebin içinde değil, mezhep dinin içindedir. Müslümanlar İslam di*nini yaşayabilmek için mezhebi birçok görüş ve ictihadlara muhtaçtırlar. Ancak unutmamak gerekir ki, müslümanlar Kuran ve Sünnet'e göre müslümandırlar. Evrensel olan bu dinin evrensel kaynağı Kur'an'ı Kerim'dir. İslam dinini beli bir mezhebi daire içerisi*ne hapsederek mezhebi görüşlerin uzanmadığı bir meselede dine, dolayısıyla dinin evrensel kaynağı olan Kur'an'ı Kerim'e müdahale hakkı tanımamak zulümdür.

Kendilerine alim denilen bazı kimseler Kur'an'ı yanlış anlama olasılığını İleri sürerek, müslümanlar ile Kur'an'ı Kerim arasına aşılması mümkün olma*yan engeller koymuşlardır. Bu müdahale, vebali çok büyük olan bir cürettir. Kuranı Kerim alimlerin de*ğil, bütün dünya müslümanlarmın Kitab'ıdır. Müslü*man Kitab'ını okuyacak, meal ve tefsirlerle anlama*ya çalışacaktır. Alimlere düşen görev Kitab'ı müslümanların elinden almak değil, Kitap'taki bir hükmü yanlış veya eksik anlayan bir müslümanı uyararak düzeltmektir.

Tekrar dar meselesine dönecek olursak, dar'ul İslam olan herhangi bir bölge İslam düşmanı müstevliler tarafından istila edilir ve İslam fık*hı yürürlükten kaldırılırsa, o bölge kesinlikle dar'ul harp olmakta ve o günün müslümanlarına kıyam emredilmektedir. Nitekim müctehid imamlar bu ko*numun fıkhını açık bir şekilde vermişledir.

Ancak açıklığa kavuşturmak istediğimiz bir hu*sus vardır.

Dar'ul İslam olan bir belde müstevliler tarafın*dan istila edildiği zaman, o belde dar'ul harp olmak*ta ve o günün müslümanları dar'ul harp fıkhıyla yü*kümlü bulunmaktadırlar. Şayet bu dönemde saflar ayrılır ve mücadele başlarsa, bu mücadele bin yıl da sürse o belde dar'ul harp konumunu muhafaza eder.

Ancak, böyle bir mücadele yaşanmamışsa, İslami anlayışları tahrif edilmesine rağmen ken*dilerine müslüman denilen halk, kıyam eden Hizbullahileri yalnız bırakarak hizbuşşeytanlara arka çıkmışsa, Hizbullahi alimler şehid edilerek, söz meydan*larına bel'amlar gelmişse, yirmiyedi derece sevaba nail olabilmek için ca*milere giden halk, buradaki bel'amlan dinleyip onla*ra itaat ederek dinden çıkmışsa, eğitim ve kültür faaliyetleriyle hak olan gerçek batıl, batıl ise hak olarak empoze edilmişse, bu karanlık dönem birkaç nesil yaşanmış ve bu*nun neticesi olarak İslam'ı bilmeden sahiplenen ve yine İslam'ı bilmeden reddeden kişiler, partiler, gruplar oluşmuşsa., işte böyle bir belde dar'ul harp değildir ve bu beldede Allah'ın lutfuyla şuurlanan müslümanlar dar'ul harp fıkhıyla yükümlü değiller*dir. Çünkü bu müslümanların karşısında kendilerine verilen kültür ve eğitimle batılı idrak edemeden benimseyen ve hakkı idrak edemeden reddeden bir kitle bulunmaktadır.

Farazi fıkhın bu noktaya uzanmadığı aşikardır. Ancak mücdehit imamlarını, böyle bir durumu ta*hayyül etmedikleri ve farazi fıkıh çerçevesine dahil etmedikleri için suçlayamaz ve onları itham edeme*yiz. Kaldı ki bu mesele ictihadi bir mesele de değil*dir. Kur'an ve Sünnet'in bütünlüğünde bu konuma örnek birçok konumlar verilmiş ve bu konumdaki müslümanlara muhkem ayetlerle kesinleşen bir yol gösterilmiştir.

Bazı kimselerin zikrettiği “İslam'ın hakimiyetin*deki bir belde İslam'ın hakimiyetinden çıkarsa, bu belde tekrar İslam'ın hakimiyetine girinceye veya kı*yamete kadar dar'ul harptir..” görüşü, Kur'an'ı Kerim'e muhalif bir görüştür. Kur'an'ı Kerim'in beyanı*na göre birçok kavme peygamber gönderilmiş ve bu kavimlerden bazısı belli bir süre İlahi dine teslim ol*duktan sonra sapıklığa ve dalalete düşmüşlerdir. Dikkat etmemiz gereken husus, şanı yüce Rabbimiz dalalete düşen bu kavimlere yeni bir peygamber gönderdiği zaman, bu peygamberlerini dar'ul harp fıkhıyla yükümlü tutarak “Bu kavim daha önce be*nim razı olacağım din üzereydi. Bunlar tekrar bu di*ne teslim oluncaya kadar bunların kanları, canlan, mallan sana mubahtır..” şeklinde bir hüküm beyan etmemiştir.

Kur'an'ı Kerim'e muhalif görerek benimsemedi*ğimiz mezkur görüşe göre İspanya, İspanya'da ika*met eden müslümanlara göre dar'ul harptir ve bu*radaki müslümanlar dar'ul harp fıkhıyla yükümlüdür*ler. Bu görüşü benimseyen müslümanlann bir kısmı tekfir ve tahkire devam ederek tebliğe muhtaç olar. insanları tebliğden uzaklaştıracak, bir kısmı ise har*bi olarak gördüğü insanların mallarını gasbedecektir.

Sonuçta ne olacaktır ?

İslam'dan bihaber olan İspanyol, karşısında bir Saspçı, bir soyguncu olarak gördüğü müslümanlar, nasü değerlendirecektir? Bu müslümanlann daveti asıl karşılanacak, İslam cemaati nasıl teşekkül ede*cek ve nasıl genişleyecektir?

İspanya örneğini idrak eden “Ancak bulundu*ğumuz konum, zaman süreci bakımından İspan*ya'dan farklıdır..” diyen kardeşlerimize, Kur'an'ı Ker'im'in zaman sürecine ilişkin ölçüsünü belirtmemiz gerekir.

Kur'an'ı Kerim'de müslümanlara hitap eden ve Müslümanların gayrimüslimlere karşı tavırlarını be*lirleyen İlahi hükümler, hikmetli bir gelişim göster*mektedir. Uyarıp korkutma ve onlardan gelen ezi*yetlere sabır ile başlayan tevhidi tavırlar, müslüman*lann konum ve seviyesine göre değişmektedir. Ca*hiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mü*cadeleye talip olan müslümanlar, cahiliye mensupla*rını uyarıp korkutma ve kurtuluşa çağırmakla yü*kümlüdürler.

Peki hangi toplum, cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumdur?

Cahiliyenin yerleşip kökleşmesi için ne kadar süre geçmesi veya kaç nesil yaşanması gerekmekte*dir?

Kur'an'ı Kerim'in bu konuya ilişkin hükmü net ve açık olup, muhtelif surelerde zikredilmektedir..

“O (Kur'an), Aziz, Rahim (olan Allah'ın) indir*diğidir. Babaları (yakın ataları) uyarılıp korkutulmadığı için kendileri gafil olan bir kavmi uyarıp korkutman içindir” [12]

Bu Rabbani ölçüyle yaşanılan toplumların de*ğerlendirilmesi; caddelerdeki, kulüplerdeki, diskoteklerdeki gençliğin ve onların emekli kahvesinde pinekleyen babalarının ve yakın atalarının incelen*mesi gerekir.

Yaşanılan dünyadaki mustazaflar ve müstekbirler, cahili eğitim ve kültür aşamasından geçmişler, bilerek veya bilmeyerek birçok cahili görüşleri be*nimsemişlerdir. Şeytani otoriteler tarafından uzun yıllardır sürdürülen propaganda faaliyetleri ile hak gizlenmiş, batıl ise hak olarak empoze edilmiştir.

Osmanlı dönemindeki saltanat sistemi, padi*şahlık ve saraylardaki ihtişamlı yaşantı ile kafası dol*durulan yeni nesillere, bu çarpıklığın yegane nedeni olarak dinin istismarı gösterilmiştir. Bu başlangıçtan sonra dinin İstismar edilmemesi için din ile dünya iş*leri ayırması gerektiği izah edilmiştir.

Bunu yeterince izah etmiş olacaklar ki, beş va*kit namaz kılmalarına rağmen bu sapık fikirleri sa*vunan kitleler oluşmuştur. Bu kimseler tağut için ça*lışmakta ve çeşitli sloganlar altında tağut için savaş*maktadırlar. İslam'ı bilmeyen bu kimseler, İslam dini üzere olduklarını zannetmekteler ve bel'amlann cen*net vaadleriyle avunmaktadırlar.

Bunun yanısıra İslam'ı savunmaya çalışan müslümanlarda da menfi değişiklikler meydana gelmiş ve bu kardeşlerimiz de insanları doğrudan doğruya Allah'a değil, dolaylı olarak çeşitli gruplara, kişisel görüşlere ve beşeri yollara çağırma gafletine düş*müşlerdir.

Bu gibi davetlerle ve cahili propaganda ile kar*şılaşan insanlar, bütününü ve gerçeğini kavrayama*dıkları İslam'a karşı çıkmakta ve kabul etmemekte*dirler. Mesela bazı ülkelerde İslam'ın sosyal adaleti halka sunulmamışken, bu insanlar İslam'ın ceza hu*kuku ile yüzyüze getirilmişlerdir. İslam'ı bu ceza-i müeyyidelerden ibaret görüp, bu müeyyidelere göre değerlendiren birçok insan, İslam gerçeğini kavra*yamamışlar ve rahmetini idrak edemedikleri İslam'a karşı cephe almışlardır.

“Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bun*dan dolayı yüz çevirmektedirler.” [13]

“Hayır, onlar ilmini kuşatamadıklan ve kendi*lerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalan*ladılar.” [14]

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi halkında müslüman olan birçok ülkede dindar geçinen büyük ço*ğunluğun yaşadıkları ve yansıttıkları din, İslam değil*dir. Kişisel menfaatlerle gölgelenen, grupsal veya partisel çıkarlar için vasıta olarak kulanılan, beşeri eğilimlerle tevil ve tahrif edilen din, kesinlikle ve ke*sinlikle İslam değildir.

Ne yazık ki düşünen birçok insan, kendilerine yansıyan bu çarpık olguyu İslam olarak anlamışlar ve bu anlayışla İslam'a karşı olumsuz tavır takınmış*lardır. İslam'a talip olan insanların bile, gerçek bir İslam'ı kavrayamadıkları bir dönemde; kendilerine yansıyan çarpık din anlayışına karşı çıkan zümreyi “Gerçek İslam'a karşı çıkıyorlar!.” diyerek “Harbi” olarak yaftalamak haksızlıktır. Değil günümüzde, cumhuriyete geçiş döneminde bile dine karşı tavır koyanların, gerçek İslam'a mı yoksa bid'atlar, hura*feler ve saltanat sistemiyle gölgelenen din anlayışı*na mı tavır gösterdikleri, incelenmesi ve gozönüne getirilmesi gereken bir meseledir.

Yaşadığımız çağda müslüman aydın, müslüman entelektüel kimlikleriyle ortaya çıkan ve İslam'a gö*re yabancı olan bu kimliklerle meselelere çözüm arayan bir zümre bulunmaktadır. Doğu-Batı ilişkisini inceleyerek doğunun içinde bulunduğu vahim duru*mu, Batı sapıklığının bir yansıması olarak gören bu aydınlar, çözüm konusunda karşı oldukları batının tesirinde kalmaktadırlar. Batı anlayışının kökeninde, herhangi bir olumsuz durumla karşılaşıldığı zaman bu olumsuz durumu meydana getiren dış sebeblere yönelme ve sebeblere karşı mücadele vardır. Bu ba*tıcı yaklaşım, kendilerine müslüman entelektüel de*nilen kesim üzerinde de görülmektedir. Bu kimsele*re göre yegane suçlu ve menfi durumların yegane müsebbibi Batı'dır.

Tek yönlü olan bu yaklaşım, İslami bir yaklaşım değildir. Çünkü dünya tarihinin her döneminde batılı benimseyen, batılı yaşayan ve batılı yansıtan in*sanlar bulunmaktadır. Müslümanlara yüklenen ilk görev batılı yıkma veya batılı yoketme değil, hakkı bilip hakka sarılarak batılın olumsuz tesirinden kur*tulmaya çalışmaktır. Hakkı bilen, hakkı yaşayan ve haktan taviz vermeyen toplumların, batıl propogandalardan etkilenmeleri çok güçtür. Herhangi bir toplum batıl görüşlerden etkileniyor ve batıla meyledi*yorsa, bu olay söz konusu toplumun haktan uzaklaş*tığına ve değişip bozulduğuna işarettir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de;

“Gerçekten Allah kendi nefislerinde olanları değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz.” [15] buyurmaktadır. Dünyanın hiçbir yöre*sinde kendileri doğru yolda olup da, sapanların etki ve gücü ile batıla düşmüş bir kavim gösteremeyiz. Çünkü doğru yolda bulunan ve bu yola testim olan müslümanlara Rabbimiz;

“Siz doğru yola erişirse*niz, sapan size zarar veremez” [16] buy*ruğu ile beyan edilen vaadi vardır. Bu İlahi vaadin ışığında, şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerin*de hiçbir nüfuzlarının olmadığını kavrayabiliriz.

“Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine te*vekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur.

Onun zorlayıcı gücü (nüfuzu, sultası, hakimi*yeti) ancak onu dost edinenler ile, onunla O'na (Allah'a) eş koşanlar üzerindedir.” [17]

Firavun konumundaki birçok müstekbirin ve emperyalist ülke olan Amerika ve Rusya'nın, hal*kında müslüman olan ülkelerdeki şeytani tahakküm*lerinin nereden kaynaklandığı, zikredilen ayet-i keri*melerde beyan edilmektedir. İlk sebeb onların dost kabul edilmesi, ikinci sebeb ise onları mutlak güç sa*hibi görerek, gerçek güç ve kuvvet sahibi olan Al*lah'a eş koşulmasıdır.

İçinde bulunan vahim duruma müsebbib ara*yanların, zikredilen Rabbani görüşleri tefekkür et*meleri gerekir. Suçlu aramak için uzağa gitmeye hiç gerek yoktur. Kur'an'ı Kerim'de zikredilen örnekler*le, firavunlaşmiş bir toplumun üç-beş müslümana hiçbir şey yapamadığı ve onları saptırmadığı bilin*mekteyken; müslüman olarak adlandırarak bir halkı temize çıkararak, üç beş firavunu suçlamak ve içine düşülen menfi durumun gerçek müsebbibi olarak onları görmek büyük bir yanılgıdır. Gerçek suçlu ilahlık taslayan sahte ilahlar değil, bu sahte ilahları benimseyen, onları destekleyerek yaşatan, onların zillet verici gölgesinde yaşayan ve bütün bunlara rağmen kendilerine 'müslüman denilen halktır.

Emperyalizm birçok bölgedeki varlığını, silah zoru kullanmadan yürütmektedir. Çünkü bu bölge*lerdeki halk, cahili propagandanın tesiriyle sömürü ve zulme karşı pasîfize edilmiştir. Firavunlara karşı çıkmaları gerekirken, Firavunlarla birlik olup Musalara karşı çıkmaktadırlar.

İlahi din anlayışının böylesine tahrif edildiği bir bölgeye, dar'ul İslam veya dar'ul harp diyebilir mi*yiz?

Bu iki konuya şartlanmış olanlar, Nuh (a.s.)'ı hangi dar kavramına dahil edeceklerdir? Açıkça bi*linmektedir ki tufan gerçekleşinceye kadar Nuh (a.s.) ve beraberindeki mü'minler ne dar'ul İslam fık*hını ve ne de dar'ul harp fıkhını uygulamışlardır.

Müctehit imamların dar'ul harbe ilişkin öne sür*dükleri birçok görüş, zamanında ve mekanında doğ*ru olan isabetli görüşlerdir. Mesela dar'ul İslam olan bir belde müstevlilerin istilasına uğrar ve İslam fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, bu belde dar'ul harp olmak*tadır. Dar'ul harp olan bu beldede İslam fıkhını yü*rürlükten kaldıran müstevliler harbidir. Çünkü bun*lar hangi dine savaş açtıklarını ve kimin hükmünü yürürlükten kaldırdıklarını bilmektedirler. Dar'ul harp fıkhına göre bu harbilerin kanı, canı, malı müslümanlara mubahtır. Bu harbileri öldürmek caiz ol*duğu gibi bu harbilere destek olanları da öldürmek caizdir. Çünkü bunlarda harbi hükmündedir.

İşte dar'ul harp fıkhını kapsamına alan bu dö*nem bazı ülkelerde yaşanmadan veya kısmi olarak yaşanmışsa da netice almamadan geride kalmıştır. “Geride kalmıştır” diyoruz, çünkü bu dönemden gü*nümüze gelinceye kadar birçok toplumsal değişiklik*ler meydana gelmiştir. Şeytani propagandalar vası*tasıyla batılı benimseyen ve batılı destekleyen kitle*ler oluşmuştur. Kendilerine verilen cahili kültür ile batılı destekleyen bu insanlar harbi değildir. Bu gibi toplumsal değişmeleri gözönünde bulundurmadan dar'ul harp fıkhını günümüze veya geleceğimize uzatmak, Kur'an'ı Kerim'le uyuşmayan bir yaklaşım*dır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de toplumsal değişiklikler dikkate alınmış ve İlahi din anlayışları tahrif edile*rek, cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tev*hidi mücadele ile görevlendirilen müslümanlar, cahiliye mensuplarına harp açmakla değil, onları uyarıp korkutmak ve kurtuluşa çağırmakla görevlendiril*miştir. Bu görev yerine getirilirken muhatap alınan cahiliye mensubu, kanı, canı, malı mubah olan bir harbi olarak değil, kurtulması umud edilen bir insan olarak kabul edilmektedir.

Kur'an'ı Kerim'de dar'ul İslam ve dar'ul harp kavramları geçmemekle beraber, değişik peygam*ber kıssalarında o peygamberlere yüklenen görevler zikredilerek, hangi konumun fıkhı verildiği beyan edilmektedir. Bu durumu değerlendirdiğimizde, dar meselesinin üç ayrı boyuttan önem kazandığını ve değiştiğini görmekteyiz. Bu üç boyut; toplumun ya*pısı, müslümanların durumu ve üçüncü olarak gay*rimüslimlerin İslam'ı nasıl anladıkları ve bu anlayışla İslam'a nasıl yaklaştıklarıdır. Mesela cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumda yaşayan müslümana göre içinde bulunduğu ülke dar'ul cahiliyedir. Bu ül*kede yaşayan müslüman, şeytani otoriteye karşı mücadele verirken; bu mücadelesini otoriteden ziya*de şeytani otoriteyi destekleyen ve yaşatan halka karşı yoğunlaştırır. Rabbani mesajı gücünün yettiği bir çerçevede yaygınlaştırmaya çalışır. Halktan belli bir kesim şuurlanırsa, meselesini idrak eden bu ke*simin şeytani otoriteleri desteklemeyeceğini ve do*layısıyla şeytani otoritelerin yıkılacağını bilir. İşte bu toplumun içinde yaşayan müslümana göre dar'ul cahiliye olan bu ülke; bir İslam devleti kurulduğu za*man, bu devlette yaşayan ve imama biat eden müslümanlar tarafından dar'ul harp veya dar'ul sulh ola*rak kabul edilebilir. Çünkü İslam devleti herhangi bir ülkenin konumunu belirlerken, o ülkede yaşayan halkı değil, yönetimi esas alır. İslam devletinin ilişki*si ve mücadelesi halktan ziyade yönetimledir. Bir ül*kenin konumunu belirlerken, bu iki farklı durumu birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz. Bulundukları ül*kede tevhidi bir mücadeleye girmekle yükümlü olan müslümanların, bu ülkenin konumunu kendilerine göre tespit etmeleri gerekir. Çünkü yaşamaları gere*ken fıkıh, kendilerinin içinde bulundukları durumun fıkhıdır.

Halkında müslüman olan birçok ülkede yaşanı*lan konum, cahiliye konumudur. Bu ülkelerdeki şey*tani tahakkümler gücünü ve yaşama fırsatını, cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen halktan almaktadırlar. Bulunduğumuz konumda yaşamamız gereken fıkıh, dar'ul cahiliyede bulunan müslüman*ların yaşamakla mükellef oldukları fıkıhtır. Dar'ul harp fıkhı ile dar'ul cahiliye fıkhı arasındaki farklar ise, müslümanların gayrimüslimlere karşı davranış ve yaklaşımlarında belirginleşmektedir. İslam'ı bile*rek reddeden kafirler ile İslam'ı bilmeden reddeden cahillerin hepsi, İslam'a göre gayrimüslimdirler. Ka*firler ve cahiller gayrimüslim olmalarına rağmen, İslami ölçülere sahip olan müslümanların kafirlere ve cahillere karşı tavırları farklılık göstermektedir. Hak*kı bilmelerine rağmen inkar eden kafirleri tekfir et*mek caiz iken; cahillerin tekfir edilmeleri caiz değil*dir. Bu kimselerin net ve açık bir tebliğle uyarılmala*rı ve kurtuluşa davet edilmeleri gerekmektedir. Çünkü bütün peygamberler, insanları cennete davet etmeden cehenneme terketmemişlerdir. Cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek destekleyen insanları İlahi hükümlerle uyarmışlar, bu insanları merhamet duy*guları ile Allah'a kulluğa ve ebedi kurtuluşa davet et*mişlerdir. Rahman sıfatının ışığında yapılan bu teb*liğ eylemini soğuk harp olarak değerlendirmek ve dar'ul harp çerçevesine dahil etmek ise ayrı bir ya*nılgıdır.

Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber gönder*meyecek olan Rabbimiz, cahiliye mensuplarını uyarıp-korkutma görevini Resulullah (s.a.v.)'i kendileri*ne örnek alan öncü müslümanlara yüklemektedir. Bu kutlu müslümanların dünyaya yansıtacakları Rabbani mesaj ise elbetteki Kur'an'ı Kerim'dir.

Cahiliyeyi muhatap alan ve cahiliye mensupla*rını Allah (c.c.) ile karşı karşıya getiren Kur'an'ı Ke*rim ayetleri, belli meselelerden başlamakta ve kendişine özgü bir gelişim göstermektedir. Cahiliyeyi muhatap alan bu tebliğde; Allah inancı netleştirilmekte, cahilîyenin batıl görüşleri çürütülmekte, doğ*ru ve gerçek bilgi verilmekte, bu bilginin gerektiği tavır emredilmekte ve sonuç olarak akibet bildiril*mektedir. Bu çizgide yapılan tebliğ ile, cahiliye men*subu hangi hükme karşı çıktığını, kime karşı savaş açtığını ve neyle tehdit edildiğini net ve açık bir şe*kilde bilmektedir. Nitekim İslam'a göre uyarıp-korkutmanın gerçek mahiyeti de bu şekildedir.

Dar'ul harp görüşünü bilinçsizce savunan ve Rabbani tebliğin mahiyetini bilmeyen kimseler, bu görüşü savunduğumuz için bizleri zor olandan kola*ya sığınmakla itham edebileceklerdir. Rabbimizin emrettiği yolda zor ve kolay arasında muhayyer bırakılsaydık, elbetteki kolay olanını seçerdik. Ancak “Net ve açık tebliğ gündeme gelmelidir” derken, bu bizim şahsi tercihimiz değil, Rabbimizin bu konum*daki müslümanlara kesin emridir. Kaldı ki zor olan, silahın karşısına silahla çıkmak yerine, silahın karşı*sına Kitap ile, Hükmullah ile çıkmaktır. Silaha sanlarak öldürmeye ve yıkmaya teşebbüs ettikleri için değil, sadece ve sadece “Rabbimiz Allah” dedikleri için işkenceye uğratılan ve şehid edilen müslümanlar, müstekbirlerin tanınmasına, katı kalblerin yumu*şamasına ve insanların uyanmasına vesile olmuşlar*dır. Bu fedakar müslümanların kanları ile dirilen, şuurlanan ve belli bir seviyeye gelen müslümanlar ise, zamansız savunulan dar'ul harp fıkhını, zamanı ge*lince yaşayabilecek müslümanlardır.

Halkında müslüman olan ülkelerdeki bazı müs*tekbirlerin küfürlerinde bilinçli olması, bu ülkedeki müslümanların yaşamaları gereken fıkhı değiştirmez. Toplumsal bir çalışmayla mükellef olan müslü*manlar, içinde bulundukları toplumun genel yapısını gözönüne getirmekle yükümlüdürler. Toplum içer*sindeki İstisnaların varlığı, müslümanların o topluma karşı göstermeleri gereken Rabbani tavırları değiş*tirmez. Çünkü toplumsal çalışmaya etki eden faktör, toplumdaki istisnai ferdler değil, o toplumun genel yapısıdır. Küfründe bilinçli olan firavunlara dahi net ve açık tebliğ gidecek ve firavunların bu tebliğe kar*şı gösterecekleri tavırla, firavunların gerçek yüzü halka yansıtılacaktır.

Ayrıca dünya müslümanlarının değişik konum*larda bulunmaları, bu müslümanların vahdetini en*gellemeyecektir. Bazı ülkelerde yaşayan kardeşleri*miz, elbetteki farklı konumlarda bulunmaktadırlar. Bu kardeşlerimiz içinde bulundukları konumu dikka*te alarak, tevhidi yolun o konumdaki fıkhını yaşaya*caklardır. Bu olay dünya müslümanlarının vahdetini zedeleyen bir nitelik taşımaz. Çünkü dünya müslü*manlarının vahdeti, bulunan konumda değil, takip edilmesi gereken tevhidi çizgide sağlanacaktır. Vah*det için gerekli olan esas, dünya müsîümanlarının aynı tevhidi çizgide bulunmalarıdır. Tevhidi çizginin değişik noktalarında bulunmalarına rağmen aynı tevhidi çizgiyi takip eden dünya müslümanlan, vah*detin Rabbani iklimini teneffüs edebilecekler ve ay*nı yolun yolcusu olan kardeşlerine gerektiği gibi sa*hip çıkabileceklerdir.
 
Üst Alt