Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, bu dinin metodunu çizip dava adamlarının izleyeceği yolu belirlemektedir:
1. İnsanlık hayatının ilahi nizamı olan bu dinin özelliği ve hayatla uygulanma yönteminde bilinmesi gereken; ama çoğu kez göz ardı edilen veya hemen anlaşılmayan temel bir gerçek vardır. Bu gerçeğin anlaşılmaması veya unutulması korkunç bir yanlışlığa neden oluyor. Yani bu dine yaklaşımda, gerçek yapısında, insanlık hayatındaki tarihsel realitesinde, dün, bugün, ve yarınki işleyişinde yapılan bir bakış hatası...
Bazılarımız diyor ki:
"Madem ki bu din ilahi bir hayat sistemidir; olağanüstü bir sihirbazlık yöntemiyle insanlık hayatına girmelidir."
Yani insanın doğal özelliği ve fıtri gücünü bir kenara atıyorlar. İnsanın maddî şartlarını göz ardı ediyorlar. Bu şartlar hangi kalkınma aşamasından geçmiş ve hangi ortamın ürünüdür, buna bakmıyorlar. Ama böyle bir yöntemle hayata geçtiğini de göremiyorlar. Çünkü İslâm, insanın güç ve pratik hayat şartları dahilinde gelir. İnsanla etkileşim içinde bulunan bu güç ve bu pratik şartlar zamanla belirli ve açık kalıplara girerler. Halkın uyumu oranında etkilerini de gösterirler bu arada. Kimi dönemlerde ise bu etkileşimin sonucu tersine olabilir. Bu durumda ise dinin sesine kulak vermeyen veya dosdoğru bir şekilde yola girmeyi düşünmeyen insan, alçaldıkça alçalır arzu ve şehvetlerin cazibesine kapılıp gider.
İşte "Allah'tan gelmiştir" diye bu dinin olağandışı yollarla çalıştığını görmeyince, bazılarımız hiç ummadıkları bir hayal kırıklığına uğruyorlar...
Yahut İslâm hayat nizamının ciddiyet ve pratikliğine güvenlerini kaybediyorlar. Yahut da dinden - mutlaka - bir kuşku duymaya başlıyorlar. Bu zincirleme hataların kaynaklandığı asıl hata ise; bu dinin tabiatını ve geliş yöntemini tanımamaktır. Veya bu basit ve temel gerçeği unutmaktır.
Bu din, insan hayatı için gelen bir sistemdir. Bu sistemin hayata geçip (iktidar olması), insanın gücü nisbetinde çalışmasıyla mümkündür. İşe başlama noktası; fiilen üzerinde bulunulan maddî hayat pratiğidir. Bu yürüyüş, yolun sonuna değin insanın normal güç ve çabası dahilinde devam eder. En son varabilecekleri yere, kendi güç ve çabasıyla varır.
Bu dinin en belirgin özelliği, insanın fıtratını, güç sınırını ve maddi hayat şartlarını hiç bir zaman hiç bir tasarıda ve hiç bir harekette göz ardı etmemesidir. Bir diğer özelliği de insanı hiç bir beşeri sistemde asla erişemeyeceği doruklara yükseltmesidir. Nitekim bazı dönemlerde bu durum fiilen gerçekleşmiştir. Demek ki bu sistem, ciddi bir çalışmayla tekrar hayata geçebilir. Çünkü bunun gerçekleştirilmesini engelleyecek hiçbir neden yoktur.
Ne var ki, tüm hata bu dinin tabiatını anlamamaktan veya unutmaktan doğuyor. Beşer realitesine dayanmayan, fıtratla çelişen ve insanı fıtratından, arzularından, yeteneklerinden, realitesinden ve gücünden soyutlayan "olağanüstü" halleri beklemekten doğuyor.
"Bu din, Allah katından değil midir?"
Hiç bir şeyin aciz bırakamayacağı Kadir Kuvvet'in dini değil midir?
Öyleyse neden sadece beşer gücü hududunda kalıyor?
Neden hayata geçmek için beşer çabasına gerek duyuyor?
Sonra neden hep yenmiyor?
Neden yandaşları daima kazanmıyor?
Neden şehvetlere, arzulara ve maddî hayat pratiğine - zaman zaman - yenik düşüyor?
Tüm bunlar, dinin temel ve sade gerçeğini kavrayamamaktan yahut göz ardı etmekten ileri gelen soru ve kuşkulardır. Söz konusu olan da budur.
Yüce Allah hiç şüphesiz insanın fıtratını değiştirmeye kadirdir. Bu dinle veya başka bir yolla bu değişikliği muhakkak ki gerçekleştirebilir. İnsanı daha ilk başta başka bir fıtrat üzere de yaratabilirdi. Ama O, insanı bu fıtratıyla yaratmayı dilemiştir.
Hidayetin; ilgi gösterme, emek ve bilginin bir ürünü olmasını dilemiştir.
Fıtratının sürekli çalışır durumda olmasını, değişmemesini, erimemesini ve işlevsiz kalmamasını dilemiştir. Hayat için koyduğu sistemin, insan çabasıyla, insanın normal gücüyle gerçekleşmesini dilemiştir. İnsanın normal yaşam şartlarına göre harcayacağı çaba nisbetinde başarıya ulaşmasını dilemiştir. Bu bakımdan yaratıklarından hiç bir kimse;
"Allah, ne diye bunu dilemiştir." diye bir soru soramaz.
Çünkü yaratıklarından hiç kimse ilah olamaz. Sınırsız bilgi sahibi olamaz. Kainatın temel düzenini, bu düzenin varlık alemindeki canlılarla ilişkisini ve canlıların yaratılışını kendisine özgü bir tasarımla ötelerden yöneten gaybani hikmetleri kendi bilgisiyle kavrayamaz...
Şu halde bu konuda "Niçin?" sorusunu ne ciddi bir mü'min ve hatta ne de ciddi bir dinsiz sorabilir.
Mü'min soramaz; çünkü kalbini, niteliklerini ve varoluş nedenini bilen Rabbine karşı fazlasıyla edeplidir. Beşer kavrayışının bu alanda çalışamayacağını çok iyi bildiği için soramaz.
Bu soruyu bir kafir de soramaz; çünkü o peşinen Allah'ı reddetmektedir. Zaten eğer kafir Allah'ın ilahlığını kabullenseydi, tüm bunların Onun işi ve ilahlığının vazgeçilmez gerekleri olduğunu da kabullenirdi.
Öyleyse bu soruyu; ya ciddiyetsiz ve kaypak kimseler, ya da ilahlığın gerçek özelliğini bilmeyen kimseler sorabilir.
Bir kere ne dediğini bilmeyen kaypak kişiler, ne ciddi mü'min olabilirler, ne de ciddi dinsiz olabilirler.
Bu nedenle onları ciddiye alıp tartışmaya girmek doğru değildir.
"İlahlığın" gerçeğini bilmeyen kimselere gelince...
Bu cahil kimselere karşı takınılacak tavır; doğrudan doğruya bir cevap vermek değildir. Çare, bu kimselere İlahlığın hakikatini anlatmaktır. Bunun sonucunda o kimse ya her şeyi kabullenip inanacak, ya da inkâr edip dinsizliği seçecektir. Tartışma da böylece bitecektir. Çünkü başka türlü olursa, polemiğe girilecektir.
Sonuç olarak Allah'ın hiç bir yaratığı, Allah'a:
"insanı ne diye bu fıtratla yaratmayı diledin?" diye kendisine soramaz.
"Ne diye bu fıtratı böyle işler halde; böyle değişmez, işlevsiz kalmaz ve yok olmaz bir nitelikte irade ettin? Ne diye hayat nizamını, beşerin çaba ve normal gücüyle gerçekleşebilir bir özellikte diledin?" diye soramaz.
Çünkü her bir yaratığa düşen asıl görev, bu hakikatı böyle kabullenmektir. Beşerin pratik hayatını bu hakikatin belirlediğini görmektir, insanlık tarihini bu hakikatin ışığı altında yorumlamak bir taraftan tarihin seyir hattını, öbür taraftan da bu seyir hattına karşı takınacağı tavrı iyice kavramaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından getirilen ve İslâm diye bilinen İlahî hayat sistemi, salt "Allah katından inmiştir" düşüncesiyle veya soyut bir ilan veya halka tebliğle yeryüzünde gerçekleşmez.
Gene o, ilgili yasaları gereği - neden - sonuç çerçevesinde - seyreden yıldız ve uzay hareketlerine benzer zorlayıcı bir İlahi güçle de gerçekleşmez.
Çünkü bu sistemin hayata geçmesinin tek yolu; onu insanlardan bir grubun yüklenmesidir. Yani davaya yürekten inanan, bütün gücüyle ona sarılan, onu hayatının görevi ve umutlarının hedefi sayan bir grup...
Başkalarının kalb ve pratik hayatlarına geçmesi için didinen bir grup...
Bu da yetmez. Çünkü bu gayeye ulaşmak için var güçleriyle cihad etmeleri de gerekiyor. Hem nefsinde ve çevresinde var olabilen beşeri zaaf, hevaperestlik ve zavallı ve cahil kimselere karşı cihad etmeleri gerekiyor.
Ayrıca - yani tüm bunların yanında - bu ilahi hayat sistemini beşer fıtratının kaldırabileceği bir seviyede tutmak zorundadırlar.
Bunun da yolu, insanların fiilen içinde bulundukları noktadan hareketle işe başlamak; pratik hayatlarını ve bu hayatlarından doğan sonuçları göz ardı etmeden başlamaktır. İlahi sistemin hayata geçiş aşamaları ve bunların normal sıralamasında izlenecek yol budur.
Ama tüm bunlardan sonra insanın çabasını sürdürmesi, pratiğe ve uygulamaya yönelik yollara başvurması ve seçeceği yöntemlerde başarı göstermesi söz konusudur. Çünkü, gah kendi nefsiyle beraber başka insanlara karşı zafer kazanması, gah bir savaşta hem kendi nefsine hem de başka insanlara yenilmesi; gösterdiği çabayla orantılıdır.
Fakat her şeyden önce her tür çaba ve yöntemden önce göz-önünde tutulması gereken bir husus vardır.
O da bu müslüman grubun fedakârlık derecesidir.
Yani zamanlarını bu amaç için ayırma sorunudur.
Bu sistemi bizzat kendilerinin yaşaması derecesidir.
Bu sistemin sahibi olan Yüce Allah'a bağlılıkları, güvenmeleri ve tevekkül etmeleri derecesidir.
İşte bu dinin gerçek özelliği budur. Hareket planı ve yöntemi budur. Yüce Allah'ın - eğite durduğu - ilk müslüman cemaata öğretmek istediği gerçek de buydu.
Eğer müslüman cemaat bu dinin gerçeğini herhangi bir savaş konumunda bizzat kendisi uygulamıyorsa, gerçekçi ve vazgeçilmez pratik çareler aramıyorsa veya aramayı unutuyorsa, düşünce ve davranışlarını dikkate almadan "salt müslümanlığımla zafer kazanmalıyım" diyorsa; Allah'ın da onu hezimetler ve dayanılmaz acılarla karşı karşıya bırakması kaçınılmaz bir şeydir.
Yüce Allah bu gerçeği aşağıdaki ayet-i kerimede açık-seçik olarak belirtmektedir:
"(Bedir'de düşmanı) iki katıyla uğrattığınız bir musibete (Uhud'ta) kendiniz uğrayınca "Bu da nereden geldi?" diye mi söylersiniz? De ki: "O, kendi katınızdandır." Allah, muhakkak ki, her şeye gücü yetendir." (Al-i İmran: 165)
Buna rağmen Yüce Allah, müslümanları bu noktaya mahkum olmuş da bırakmaz. Çünkü onları, neden - sonuç ilişkisinin gerisindeki kudretiyle ilişkide tutar. Olağan davranışlarının sonucu olan zahiri sebeblerin gereği başa gelen deneyimin gerisinde kendileri için bir hayır dilediğini bildirir.
Şurası kesindir ki, İlahi hayat sisteminin hayata geçişi, insanın çabasına ve olağan davranışlarıyla etkileşimine bırakılmıştır.
Sonra bu, her yönüyle hayırlı bir şeydir. Çünkü insanın hayatını yozlaşma ve başıbozukluğa meydan vermeden düzene koyan bu sistem islah ettiği insan fıtratını uyararak normal rayına oturtmaktadır.
Çünkü gerçek iman; hidayet yolunu kuvvete başvurarak tıkayan azgın insanlara karşı inancı uğrunda diliyle, tebliğiyle açıklaması ve eliyle cihad etmeyen kimselerin gönlüne yerleşemez.
Mü'min bu cihadıyla elbette ki belalara uğrayacaktır. Çalışmasında sabırlı, acılara karşı sabırlı, yenilgilere karşı sabırlı ve en önemlisi zafere karşı da sabırlı olacaktır. Çünkü zaferleri sabırla korumak, bozgunlara karşı sabırlı olmaktan çok daha zordur.
Gönüller arınıncaya, saflar belirleninceye İslâm cemaati rayına oturup sadece Allah'a dayanmış olarak başı dik bir şekilde yoluna koyuluncaya kadar bu cihad sürecektir.
Evet gerçek iman, bu inanç uğrunda küfürle cihad etmeyen kimselerin gönlüne - mümkün değil - tam anlamıyla yerleşmez. Bir mü'min, - insanlara karşı cihadı esnasında bile - en başta kendi nefsiyle cihad eden kimsedir. Çünkü bu cihadı yaparken önünde engin iman ufukları açılacaktır. Hem de güvenlik ve barış içinde yerinde oturmuş haldeyken asla açılamayacak ufuklar...
Cihad ederken hayata ve insana ilişkin gerçekleri anlayacaktır. Hem de bu yolun dışında asla öğrenemeyeceği gerçekleri...
Nefsi, duyguları düşünceleri, gelenekleri, özellikleri, etki ve tepkileri hakkında başka türlü asla ulaşamayacağı bir bilgi düzeyine kavuşacaktır bu zorlu ve çileli imtihanı verirken.
Evet, bir cemaatin, deneyim, sınav ve belalar olmadan, her bireyi gerçek güç ve amacını tanımadan, yapısını meydana getiren taşların dayanma gücünü ve bu taşların bir saldırı anında birbirine tutunma derecesini bilmeden, tam bir iman gerçeğine sahip olması mümkün değildir. İşte Yüce Allah'ın olaylarla eğitimden geçirdiği ilk müslüman cemaata bildirmek istediği buydu. Diyordu ki onlara:
"Allah, mü'minleri elbette ki üzerinde bulunduğunuz karmaşık halde bırakacak değildir. Ta ki kötüyle iyi (münafıkla-mü'min) birbirinden ayırdedilsin." ( Ali İmran: 179)
Daha sonra da onları sebebler aleminin gerisindeki Allah'ın takdir ve hikmetine; buradan da büyük iman gerçeğine yöneltmekteydi. Çünkü bu iman, mü'min gönüllerde iyice yerleşmedikçe tam tamına gerçekleşmiş sayılamazdı.
"Eğer siz (Uhud'ta) bir yara aldıysanız, hiç şüphesiz kafirler de (Bedir'de) benzer bir yara almışlardır. Bugünler, insanlar arasında; (çeşitli tedbirlerin alınması), Allah'ın mü'minleri ortaya çıkarması ve içinizden şehidler alması için devrede durduğumuz günlerdir. Allah, hiç şüphesiz zalimleri sevmez. Bir de Allah'ın mü'min kimseleri arındırıp ayırması, kafirleri de helak etmesi içindir.." (Al-i İmran: 140-141)
Öyleyse tüm bunlar, sonuç açısından sebebler aleminin davranışları, olayları ve kişileri ötesindeki ilahî takdir, tedbir ve hikmetten ibarettir. Aynı zamanda bu, olayların ve bu olayları aydınlatan imtihanın ardından gönüllere yerleşen kapsamlı ve mükemmel İslâm düşüncesidir.