Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Bir kurban hikâyesi

bekir

sadece bir kul
Yönetici
Katılım
10 Eyl 2007
Mesajlar
8,132
Tepkime puanı
5,971
Puanları
113
Konum
Daðlardan, yaylalardan

Adam, torna tezgahının başında, yorulmuş sırtını biraz olsun dinlendirebilmek için, makine yağına bulanmış ellerini bir üstübüyle gelişigüzel temizleyerek, üst kattaki yazıhanesine çıktı. Bir sigara yakıp, masasının üzerinde, ahşap bir çerçeve içindeki küçük resme baktı. Resimde, adam, anne ve babası, dalyan gibi iki erkek kardeşi, kendi karısı ve iki oğluyla birlikte gülümsüyorlardı... Yutkundu. Bu öyle bir gülümsemeydi ki, önce bütün bir odaya sonra oradan adamın soğuk ve yorgun kalbine aktı. Dokunduğu her yeri ısıttı...

Üç dört ay kadar önce tam kırkına basmıştı adam. Anne ve babası ile iki kardeşini dört yıl önce bir trafik kazasında kaybettiğinden beri, hayatında karısı ve iki çocuğundan başka yakın kimsesi kalmamış, kanından canından dört büyük parçayı koparıp almıştı hayat...

O günden sonra gözlerinin altları torbalanmış, bakışlarına yerleşen hüzün, omuzlarına binen yük bir türlü çekip gitmemişti. O günden sonra karısına ve iki çocuğuna daha çok sarılmaya, daha çok üzerlerine titremeye; ama her şeye karşın daha bir yalnızlaşmaya başlamıştı. Yaşından daha büyük ve olgun göstermesi de bundandı. Yıllar geçtikçe, en çok babasının yokluğu oturuyordu genzine bir yumruk gibi...

Babası has adamdı, iyi adamdı, usta adamdı. Kimsenin yapmayı başaramadığı parçaları, aklı, zekası ve yetenekleriyle, küçücük bir torna tezgahında yapmayı başarır, bir makine parçası için üretimden geri kalan çeşit çeşit makineye hayat verirdi yaptığı o parçalar. Ellerine bakmak yeterdi babasının ustalığını anlamaya. Ellerindeki derin çatlaklara, yer yer siyahlaşmış, morarmış nasırlara bakmak yeterdi...
Babası, o trafik kazasında, diğer iki oğluyla birlikte göçüp gidene kadar, üç çocuğuyla birlikte işlettiği ve şimdi adama kalan bu torna atölyesinde, yıllardır namerde muhtaç olmayacak kadar rızıklarını kazanmışlar, artanıyla fakir fukarayı sevindirmişler, her kurban bayramında mutlaka kurbanlarını kesmişler, muhtaçları akıllarından hiç çıkarmadan vicdanlarını hep duru tutmuşlar ve ruhlarını hep iyilikle yıkamışlardı...
Parmaklarının arasında, bir nefes daha çekilmeden kendi kendine yanan sigara, sonunda dibe gelince ve adamın işaret parmağıyla birlikte orta parmağını da ateşiyle ısırınca adam fırladı. İzmariti tahta döşemeye atıp ayakkabısının ucuyla iyice ezdi. Derin bir nefeslenip yazıhanenin kirli camlarından, torna tezgahının bulunduğu alt kata baktı. İşçilerden biri, koyu renk takım elbiseler içinde, kalantor görünümlü, orta yaşlı bir adamla bir şeyler konuşuyordu. Giyiminden kuşamından iyi bir iş sahibi olduğu belli olan bu adam, elindeki bir metal parçayı işçiye göstererek, bir şeyler tarif ediyordu. İşçi metal parçayı adamın elinden alıp üst kata baktı. Sonra da yukarı çıktı. Sol elini önlüğüne silerek “Usta...” dedi “...Aşağıdaki adamın dokuma makinesinin bir parçası dağılmış, bu tip parçalar buralarda yokmuş, yurtdışından gelmesi haftalar alır diyor, aynısından yapıp yapamayacağımızı soruyor. Bir baksan şuna...” Adam gülümsedi. Babasının en sık kullandığı söz geldi aklına. “Evlat...” derdi babası “...Biz çarıklarımızla dünyaya meydan okumuş bir milletiz, bu ülkede yapılamayacak hiçbir şey yok...” Adam parçayı iyice inceledikten sonra “Tamam...” dedi “...Dert etmesin, tornada çekeriz biz, bir hafta sonra gelsin, alsın...” İşçi aşağıya inmek için adamın yazıhanesinden çıkarken kapıda durakladı. “Usta...” dedi kırık bir sesle “...Bankadan aradılar dün, kredi faizi ödemesini bu ay da yapamazsak atölyeye el koyacaklarmış. Noterden bir yazı da göndermişler; ama ben henüz almadığımızı söyledim...” Adam göz ucuyla yeniden masaya baktı. Masada, üzeri resmi damgalarla dolu zarf da adama baktı. Adam “Sağol...” dedi işçisine, “...Hallederiz...” Oysa halledemeyeceğini iyi biliyordu. Neredeyse bir yıldır yaşanan ekonomik kriz yüzünden her şey allak bullak olmuştu. Üreticiler makinelerine ve fabrikalarına kilit vurup bir bir iflas ederken, kimse tornada makine parçası çektirmeye gelmiyordu artık. İşler azalmaya, cirolar düşmeye, borçlar büyümeye, akşamları eve götürülen alışveriş torbaları her geçen zaman biraz daha küçülmeye başlamıştı... Adamın omuzları bir kat daha ağırlaştı. Yeniden masasının arkasındaki yıpranmış koltuğa çöktü. Babasının 30 yıl boyunca oturduğu koltuğa... Masanın üzerindeki resmi kendine doğru biraz daha yaklaştırdı. “Baba...” dedi fısıldayarak “...Çok çaresizim, çıkmazdayım, nereye dönsem duvar, bütün kapılar kapalı...” sonra masanın en alt çekmecesinden bir kutu çıkardı. Babasının 30 yıl boyunca hep bir miktar para koyarak hazır tuttuğu kutuyu... Babası gibi o kutuda biriktirdiği son bir aylık ciroyu saydı. Parayı 6 eşit parçaya böldü. Her bir parçayı ayrı ayrı sumeninin altına sürdü. Sonra işçilerini bir bir yazıhanesine çağırıp konuşmak için topladı. “Yarın bayram...” diye başladı söze “...Elimizdeki parayı hepinize eşit olarak paylaştırdım. Bu miktar maaşlarınızı karşılamaz; ama bayram günü parasız bırakamam sizi. Sonrası Allah Kerim’dir...” Parasını alan altıncı ve son işçi de ustasının elini öpüp yazıhaneyi terk edince, adam önlüğünü çıkarıp ceketini giyerek atölyeden çıktı... Otomobilini, iki ay önce, bir banka faizini ödeyebilmek için yok pahasına satmak zorunda kaldığından, otobüs durağına kadar yürümesi gerekiyordu. Yol boyunca küçük oğlunu düşündü. Karısı, yaşanmakta olan bütün zorlukları ve çaresizlikleri anlamasına anlıyordu da, çocuklar; ah o çocuklar hiçbir şey anlayamıyordu. Küçük oğlu üç gündür “Baba herkes kurbanlığını aldı bahçeye bağladı, biz ne zaman alacağız kurbanlığımızı?..” diye sızlanıp duruyordu. Öyle ya, yıllardır her kurban bayramından üç dört gün önce kurbanlıklarını alırlar, bayram sabahı namazdan sonra, şükürler ve tekbirler içinde kesip, etini fakir fukarayla paylaşarak bayram yaparlardı. Çocukları böyle büyümüşlerdi. Adamın kendisi de böyle büyümüştü. Ama şimdi her şey farklıydı. Bu bayram kurban alabilmesi pek de mümkün görünmüyordu. Bunu herkes anlayabilirdi de, çocukların anlaması zordu...
Hava birkaç saat önce iyice kararmıştı. Kocasının hiç bu kadar gecikmediğini bilen kadın iyice meraklanmaya başlamıştı. Telefonları iki gündür borçtan kesik olduğu için kocasını araması da mümkün değildi. Bir an için aklından komşunun telefonunu kullanmak geçtiyse de bundan vazgeçti. Ekmek kesmek için mutfağa gittiği sırada, küçük oğlunun sevinç çığlıklarıyla irkildi. “Anneeeee!..” diye fırlamıştı çocuk babasını beklediği pencerenin önünden “...Anneeee!.. Babam geliyooor!.. Kurbanlığımızı da almış... Koooş baaak!..” Koşmuştu. İki çocuğuyla birlikte bahçeye bakan pencereden adamın binbir zahmetle çeke çeke içeri soktuğu koçu ve onu bahçedeki yaşlı ceviz ağacına bağlamasını heyecanla izlemişlerdi. Adam yorgun ve üstü başı toz toprak içinde eve girdiğinde, iki çocuğu da adamın üstüne atladılar. Ev, sımsıcak bir rüya gibi hafiflemişti...

Adam o gece sabaha kadar uyuyamadı. Bahçeye bakan pencerenin dibine oturup, ceviz ağacına bağladığı koçu seyretti. Henüz güneş doğmadan, sabah ezanı okunmadan, kocasını yatakta göremeyen karısı da adamın yanına gelip başını 16 yıllık erkeğinin omzuna gururla dayadı. Adam karısının uzun kumral saçlarını okşadı, derin bir iç geçirip “Ben bunu kesemem...” diye fısıldadı “...Ben bunu yapamam...” Kadın irkilip erkeğinin gözbebeklerine baktı telaşla, erkeğinin döne döne derinleşen simsiyah gözbebeklerine... Bayram namazından, kan ter içinde, soluk soluğa, tarifsiz bir telaş ve heyecanla, hıçkıra hıçkıra ağlayarak, koşa koşa döndü adam eve. Oysa karısı iki çocuğuyla birlikte en temiz en güzel elbiselerini giymişler heyecanla kurbanlarının kesilmesini bekliyorlardı. Kadın erkeğini omuzlarından tutup sarstı “Neler oluyor!..” diye bağırdı adama “...Neler oluyor?..” İki çocuk bu manzara karşısında bir köşeye çekilip sustular. Adam hıçkırıklar içinde makineli tüfek gibi bağırıyordu “Ben bunu kesemem!.. Ben bunu kesemem!.. Ben bunu kesemem!..” Sonra deliler gibi fırlayıp bahçedeki koça koştu. Onu ağaca bağlayan ipi çözüp, kendinden emin, içini ve yüreğini ferahlatan bir güçle koçu iki koca boynuzundan yakalayarak evine baktı. Pencerenin arkasında, karısı ve çocuklarıyla göz göze geldi. Vicdanıyla yüzleşti. Ve koçu sürüye sürüye bahçe kapısından çıkarıp gözden kayboldu... Komşu evlerin bahçelerindeki kurbanlar çoktan kesilmeye ve paylaştırılmaya başlanmıştı bile. Adam boynuzlarından tutup sürüklediği koçu, soluk soluğa, gözyaşları ve hıçkırıklar içinde birkaç sokak ötedeki bir evin bahçesine soktu. Bahçede, daha yeni kesildiği, etin üzerinden tüten buhardan belli olan bir kurbanın başındaki ihtiyar adam bahçe kapısının sesine döndü. Adam ihtiyarla göz göze geldiğinde, son bir güçle koçu da sürükleyerek onun yanına kadar geldi. İhtiyar ayağa kalkıp bir koça baktı bir de adamın ıslak gözlerine. Adam ihtiyarın kırışık ve kanlı ellerini defalarca öptü. Bir eliyle boynuzunu sımsıkı tutmakta olduğu koçu işaret ederek “Bu...” dedi “...Bu sizin koçunuzdur. Dün akşam...” diye devam edecekken lafının gerisini getiremeden yeniden hıçkırıklara boğulup koçun boynuzuna ihtiyarın ellerini koydu. “Biliyorum...” dedi ihtiyar “...Biliyorum, dün akşam sizi gördüm. Yaşlılık işte, uyku tutmuyor ya, dün akşam bahçe kapısının sesine bakınca karanlıkta sizi gördüm. Ses etmedim. Hanım rüyasında iki koç görmüş. Bu yüzden iki koç almıştık ilk kez bu sene. Biri sizin kısmetinizmiş. Gelip aldınız diye düşündüm. Yüreğinizi ferah tutun. Benden yana helaldir. Gidin kesin, paylaşın, bayramlaşın...”

Adam ihtiyarın bilge ellerini bir kez daha defalarca öptü. Koçun boynuzunu daha bir güçle kavradı. “İki sokak ötede oturuyorum...” dedi ihtiyara “...Bunu size mutlaka ödeyeceğim. Bunu bilin...”

İhtiyar sımsıcak gülümsedi “Babanızı iyi tanırdım. Mutlaka ödeyeceğinizi de iyi biliyorum...” dedi “...Çünkü ben de yıllar önce babanıza ödemiştim...”

Alıntı
 
Üst Alt