Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Beşerî Anayasaların Aklen ve Şer'an Bir Kıymeti Yoktur!

erciyes_1903

New member
Katılım
16 May 2007
Mesajlar
9
Tepkime puanı
0
Puanları
1
Yaş
36
"Sivil Anayasa" tartışmalarını hepiniz yakından izlediniz. Bu müsamerenin magazinsel boyutunu oluşturan türban tartışmalarını bir kenara bırakarak Sivil Anayasa'nın felsefesine dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Hazırlanan bu Anayasa nezdinde tüm beşer anayasaları değerlendirmek mümkündür. Keza bunlar tek bir esas üzerine bina edilmiştir. Bu yazımızda beşer anayasalarının esaslarını aklî ve Şer'î olarak ele alıp fasitliğini ortaya koyacağız.
Bilindiği gibi mevcut anayasaların kaynağı insan aklıdır. Bu durumun tarihsel süreci "Demokrasiye Eleştiri" adlı kitabımızda anlatılmıştı. Bu süreçte rol oynayan aktörler Kilise ve Avrupalı düşünürlerdir. Kilise insanoğlunun Âdem'in günahıyla dünyaya geldiğini bu haliyle günahkâr ve kötülüğe meyilli olduğunu söylemekte ısrar ediyordu. Bu ısrarın sebebi insanı doğru bir şekilde tarif edememelerinden kaynaklanmaktadır. İnsanda bir takım dürtülerin olduğunu görüyorlardı, bununla birlikte bu dürtüleri doğru bir şekilde doyuma ulaştıracak bilgileri olmadığı için en kestirme yolu seçerek insandaki bu dürtüleri kötülük emaresi olarak algıladılar ve öyle tariflendirdiler. Keza Nasranîlik akidesi aklî bir akide değildir. O vicdanın yanılmalarından bir yanılmadır. Hayata ilişkin herhangi bir hükmü yoktur. Dolayısıyla hayatın tüm müşküllerini çözen evrensel bir ideoloji vasfını üzerinde taşımamaktadır. Kendi üzerinde barınmayan bu özelliği ancak Kral ile ortaklık kurarak kazanmak istemiştir ki bu deneme insanlara zulümden başka bir şey kazandırmamıştır.
Bu fasit ortaklık Avrupalı düşünürler arasında "din" olgusuna karşı tavır almayı gerekli kılmıştır. Keza ortada müşahede edilen bir zulüm ve bu zulmün bir de kaynağı var. Kilisenin insan tanımlamasına karşı çıkmak için insan üzerinde araştırmalarını derinleştiren Avrupalı düşünürler insanlardaki tarif edilemeyen dürtülerin esasında zararsız olduğunu insanı kötü hale getirenin ancak dürtülerin bastırılması olduğuna kanaat getirmişler ve bu kanaatin propagandasını yapmışlardır.
Bir diğer tartışma konusu ise bilginin kaynağı üzerinde odaklanmıştı. Bilginin kaynağından kasıt eşya ve fiiller konusunda hakikatin ne olduğudur. Bu konularda sonsöz kime aittir; akla mı, vahye mi?
Vahye ait olması Kilisenin tartışılmaz otoritesinin yegâne kaynağıdır. Bu nedenle kilise akla karşı savaş açmış ve aklın ortaya koyduğu her şeyi batıl saymıştır. Keza ısrarla belirttiğimiz gibi sahip oldukları akideleri akla mebni kılınmamıştı ve aklın ihtişamından olabildiğince ürküyordu. O, ancak insanın tedeyyün içgüdüsünün vicdan yoluyla doyurulmasıdır. Bu haliyle de aklın karşısında durabilecek yeteneğe sahip değildir.
Kilisenin akla savaş açmasıyla aklın ihtişamına kendisini kaptıran Avrupalı düşünürler arasında bilginin kaynağı konusunda fırtınalar kopmuştur. Avrupalı düşünürler aklı her konu hakkında hüküm verecek bir konumda görüp bu şekilde fikirlerini bina etmişlerdir. Nihayetinde de akıl onlar için bilginin yegâne kaynağı olmuştur.
İnsan üzerinde nesnel bir yaklaşımla araştırma yapan onun uzvi ihtiyaçlar, içgüdüler ve akıldan müteşekkil olduğunu görecektir. Bu haliyle onda ne iyilik nede kötülük mevcuttur. Muhakkak ki içgüdüler ve uzvi ihtiyaçlar insanın fiillerinin temelini oluşturmaktadır. İnsan içten gelen bir dürtü ile uzvi ihtiyaçlarını gidermek isteyecektir ki eşya ile karşı karşıya kalması kaçınılmazdır. Yine içgüdüler doyum isteyecektir ki fiil işlemesi de kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu varlık âleminde hissedilenler ancak eşya ve insanın fiilleridir.
Peki, insan eşya ve fiiller hakkında nasıl bir tavır belirleyecek, onların mahiyeti hakkında nasıl hüküm verecektir? Kendisine verilen bilgi ya da kendisinin elde ettiği bilgi eşyanın mahiyeti ve fiillerin keyfiyeti hakkında hakikate ulaşmada yeterli midir?
Bu soruların cevaplarını doğru bir şekilde verebilmek insana verilmiş en büyük nimet olan aklın doğru bir şekilde tarif edilmesiyle mümkündür.
İnsan duyu organlarıyla vakıayı veya eşyayı hisseder, sonra da hissettiği bu vakıa ya da eşyayı beyne gönderir. Beyin kendisine iletilen vakıa ya da eşya hakkında hüküm verebilmesi içinse o vakıa ya da eşya hakkında öncül bir bilgiye ihtiyaç duyar. Kendisinde öncül bilgi mevcut ise hüküm verir öncül bilgi mevcut değil ise hüküm veremez. Dolayısıyla akıl vakıanın ya da eşyanın duyu organlarıyla hissedilerek beyne gönderilmesi ve beyindeki öncül bilgilerle yorumlanmasıdır.
Aklın tarifini yapmak aynı zamanda aklın sınırlarını çizmek demektir. Aklın sınırları çizildiğinde de insanın nerede hüküm verebileceğini nerede veremeyeceğini öğrenmiş oluruz. Keza akıl yürütmek duyu organlarıyla hissedilenler üzerinde olmaktadır. Bu haliyle eşyanın mahiyeti hakkında hüküm verme yetkisi insana bırakılmıştır. Keza akıl eşyanın mahiyetini kavrayacak bir şekilde yaratılmıştır. Nitekim ilk insan Âdem Aleyhi's Selam'a bu özelliliğin verildiğini Kuran bize şu şekilde anlatmaktadır:
وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ قَالَ يَا آدَمُ أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِمْ فَلَمَّا أَنبَأَهُمْ بِأَسْمَآئِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ​
Ve O (Allah), Âdem'e bütün isimleri öğretti. Sonra, onları meleklere arz ederek dedi ki: ‘Eğer siz sadık iseniz, bunların isimlerini Bana bildirin.' Onlar dediler ki: ‘Seni tesbih ederiz ki, Senin bize öğrettiğinden başka biz de ilim (malumat) yok. Şüphesiz sen Âlimsin, Hâkimsin.' O dedi ki: ‘Ey Âdem (ilk insan), onların (eşyaların) isimlerini onlara bildir.' Ve o onları bildirince, O (Allah) dedi ki: ‘Ben size demedim ki: ‘Şüphesiz ben semaların ve yerin gaybını biliyorum, sizin izhar ettiğinizi ve sizin gizlediklerinizi de biliyorum.' (el-Bakara 31-33)
Bu ayetlerden de açığa çıktığı gibi insana verilen salt ezber yeteneği değildir. Yani Allah eşyanın isimlerini Âdem'e ezberlettikten sonra bu isimleri saymasını istemedi. O'na eşyanın özelliklerini verdikten sonra bu özelliklere binaen onları isimlendirmesini istedi. Âdem'de aklını kullanarak kendisine arz edilen eşyaları isimlendirdi. Aynı şey meleklere de verilmiş olmasına rağmen melekler de akıl bulunmadığı için eşyanın özelliklerini bilmelerine rağmen onu isimlendiremediler. İşte meleklerin şaşkına dönemsini sağlayan Âdem'in aklını kullanmasıdır. Yoksa ezber yeteneği değil!
Fiillerin mahiyeti hakkında da aynı şey geçerlidir. Mesela insan cehaletin çirkin ilmin güzel olduğunu, zenginliğin güzel fakirliğin çirkin olduğunu, boğulmakta olan bir kişiyi kurtarmanın güzel, haksız yere başkasının malını yemenin çirkin olduğunu, tatlı, hoş şeylerin güzel acı veren ve tatsız şeylerin çirkin olduğunu bilmesi gibi. Verilen bu örneklerden de anlaşılacağı gibi bütün bu hususlarda hüküm vermek için, insanın hissettiği ve aklının kavradığı şeylerin/nesnelerin vakıasına veya insanın fıtratına uygunluğuna müracaat edilir. Dolayısıyla bu iki açıdan eşya ve fiiller hakkında hüküm koyma yetkisi insana aittir, hâkim/hüküm koyucu insandır. Özetle; insan sadece;
1- Fiiller ve eşyanın ne olduklarına dair varlıkları açısından,
2- Fiiller ve eşyanın insan tabiatına ve fıtrî/yaratılış eğilimlerine uygunlukları ve uygunsuzlukları açısından... buralarda hüküm koyabilir.
Birde eşyanın alınıp alınmayacağı ve fiillerin yapılmalarının övülmesi, terk edilmelerinin yerilmesi yani bunlar hakkında sevap/mükâfat ve cezanın olması ya da sevap ve cezanın olmaması meselesi vardır ki, insanın hüküm koyamayacağı ya da koyduğu hükmün hakikate ulaşma imkânının bulunmadığı konu da işte burasıdır.
Ancak yukarıdaki iki madde üzerindeki aklın hâkimiyeti insanoğlunun gözlerini kör etmiş ve hakikatlerden uzaklaşmasını sağlamıştır. Bu iki noktada aklın verdiği hükümlere aldanan Avrupalı düşünürler Kilisenin vakıaya mutabık düşmeyen hükümleri karşısında aklın sınırlarını zorlamış ve kırmızıçizgileri geçerek bu daireye de hâkim olmak istemişlerdir. Aklın ihtişamına kapılan düşünürler hayat hakkında her ne varsa insanoğlunun hüküm verebileceğini iddia etmişlerdir.
Her ne kadar bu düşünürler kendi aralarında dogmatik ve rasyonel olarak ikiye bölünmüş gibi görünse de, her ne kadar Kant gibileri iki bölünmüşlüğü birleştirmeye gayret ederken bu haliyle üçüncü bir akım gibi gözükse de bunların tümü aklın hayat hakkındaki her şeye hüküm verebilecek düzeyde olduğu noktasında birleşiktirler.
Nitekim bu gün dahi bu iddia geçerliliğini korumakta ve Kapitalist ideologlar tarafından savunulmaktadır:
"İnsanların kendileri için iyi olanı bilebilecekleri değil, bu iyiyi ancak insanların bilebileceklerini de kabul etmek gerekmektedir. Bir başka deyişle, bir kimsenin bireysel çıkarlarının ne olduğunu ve nerede olduğunu en iyi takdir edecek olan, o kişinin kendisidir. Bu, kamu politikalarının insanların bizzat tanımladıkları çıkarları doğrultusunda şekillenmesini öngören, ileri derecede Demokratik bir epistemolojidir." (David Beetham/Demokrasi ve İnsan Hakları/syf. 20)
Şimdi bilginin kaynağını aydınlatmak için Üstad Ercan Tekinbaş'ın "Kalkınma Yolunda İnsan" adlı eserinin içinde biraz gezintiye çıkalım. Bakın Üstad, bilgiyi ne kadar güzel kategorize etmiş:
"- Vakıası hakikaten idrak edilip, bu bilginin vakıası üzerine intibakına kesin tasdikin cereyan ettiği bilgidir. Yani o bilginin vakıası üzerine intibak ettiğine dair aklî delile binaen yakîn hâsıl olmuştur. Yani insani akıl, bu bilginin vakıası üzerine intibak ettiğine dair kesin hüküm vermiştir. Bu ya doğrudan aklın hükmüyle olur. Mesela varlıkları açısından dokunulan hissi eşya üzerine hüküm vermek gibi.
Bu tür altına Allah Azze ve Celle'nin varlığına iman, Kur'an-ı Kerim'in Allah Azze ve Celle'nin kelamı olduğuna iman, Muhammed Aleyhi's Salatu ve's Selam'ın nübüvvetine iman, kaza ve kadere iman gibi esasî akidevî fikirler girer. Yahut varlıkları açısından kendileriyle muamele ettiğimiz müşahede edilip hissedilen eşyaya ilişkin fikirler girer.
Yahut aslı akılla sabit olan naklî delile istinaden aklî hükümle olur. Mesela Meleklere, dirilişe, cennete, cehenneme, hesap gününe ve benzerlerine iman gibi hissin altına düşmeyen akidevî fikirler gibi. Veya aklın, batıl veya yalan olmalarının muhal olduğuna yakînen hükmettiği haberler gibi, Mesela mutevatir haberler gibi.
- Bu bilgilerden İkinci mertebede, tasdikin cereyan ettiği ve vakıaların idrak edildiği ama bu tasdikte az bir zannın bulunduğu bilgiler gelir. Şöyle ki, bu tasdik yakîn derecesine ulaşmamıştır. Akıl, kendisine nakledilen şeyin sıhhatine yakînen hükmedememiştir. Hata veya unutkanlık veya kendisine nakledilen şeyin birden fazla mana taşıma ihtimalini ortadan kaldıramamıştır. Dolayısıyla nassın taşıdığı manalardan birini tercih etmekle iktifa etmiştir. Bunlar tıpkı Şer'î mefhumlar, haber-i âhâd'dan istinbat edilmiş akidevî bilgiler yahut tafsili delillerden istinbat edilmiş Şer'î hükümler yahut tarihî veya lugavî veya doğruluk yönü tercih edilen diğer bilgiler gibi.
- Vakıası veya vakıası üzerine intibak boyutu idrak edilmeyen bilgi. Yani akıl, onun bir vakıası olduğunu tasavvur etmesi mümkündür ve o bilginin vakıa üzerine intibak etmesi de mümkündür. O halde o bilgi, bir fikirdir. Yani o, belli bir vakıa üzerine verilmiş bir hükümdür. Fakat üzerine tasdik cereyan etmemiştir. Yani vakıa üzerine intibak ettiğine dair tasdik cereyan etmemiştir. Bu gibi fikirler, genellikle tarihî hayat vakıamızda cidden çoktur. Coğrafî ve uzay bilgileri onlardandır. Bunlarda tasdik etme ve tasdik etmeme yönü eşittir. Bu gibi bilgiler, fikirlerdir. Yani bunlar, belli bir vakıa üzerine verilmiş hükümlerdir. Bu konulardaki her bir bilgi, bu fikirlerin sıhhatini ve vakıaları üzerine intibak ettiklerini ispat eden bir delil elde edildiğinde mefhuma dönüşür.
İster bu delil, mesela müşahede edilmesi gibi aklî olsun isterse bize nakledilenin doğruluğuna itimat ettiğimiz naklî bir delil olsun.
- Vakıası idrak edilmeyen veya vasfettiği vakıa üzerine intibak etmeyen bilgi. Bu gibi bilgiler, sadece bir malumat olarak akılda saklı kalırlar. Fikirler veya mefhumlar olma derecesine yükselmezler. İnsan bunlara bazen belli vaziyetlerde muhtaç olabilir, bunların batıllığını ispat etmek veya hatalarını ortaya çıkarmak gibi. Mesela Kapitalist ideoloji hakkındaki, hürriyetler, Demokrasi, Komünizm ve diğer malumatlar gibi bilgiler.
Mesela Komünizm'in, fikre dair bahsettiği vakıa, idrak edilen bir vakıadır. Ama maddenin beyine yansıdığına ilişkin bu vakıa üzerine verilmiş hüküm, fikrin vakıasına intibak etmeyen hatalı bir hükümdür.
Kapitalizm'in, Demokrasi halkın halkı yönetmesidir diye Demokrasiye nispetle hakkında bahsettiği vakıa, şüphesiz bu gibi vakıa idrak edilen bir vakıadır. Ama onun üzerine verdiği hüküm hatalı bir hükümdür. Çünkü halkın halkı yönetmesi asla tahakkuk etmez. Çünkü halk, anayasasını ve kanunlarını koyamaz. Onu koyan ancak insanlardan belli bir zümredir.
- Vakıası olmayan ve vakıasının olması da tasavvur edilmesi mümkün olmayan bilgi. Dolayısıyla da onun hakkında, vakıa üzerine intibak edip etmediği açısından araştırmak yapmakta imkânsızdır. İşte bunlar, evhamlar, hurafeler ve hayallerdir. Mesela tek gözlü dev adam, uzun boylu dev adam, yıldızlar ve gezegenler üzerindeki yaşam ve diğer evhamlar ve hurafeler gibi bilgiler." (Ercan Tekinbaş/Kalkınma Yolunda İnsan/KöklüDeğişim Yayıncılık)
Görüldüğü üzere bilgi tek çeşit değildir. Bizim aradığımız bilgi eşyanın mahiyeti hakkındaki bilgi değildir. Fiillerin insan fıtratına uygun olup olmadığına dair bilgi de değildir. Bizim aradığımız; eşyanın alınıp alınmayacağı ve fiillerin övülmesi veya yerilmesi hakkındaki bilgidir. Bu bilginin kaynağı insan mı, yoksa insanın yaratıcısı olan Allah mıdır?
Eşyanın alınıp alınmayacağı ve fiillerin övülmesi veya yerilmesi yani bunlar hakkında sevap/mükâfat ve cezanın olması ya da sevap ve cezanın olmaması meselesi açısından fiiller ve eşya hakkında hüküm vermenin akla ait olmayışının sebebi, aklın vakıasından dolayıdır. Hissetmek, aklı oluşturan unsurların en temel cüzüdür. İnsanın hissetmediği bir şey hakkında aklının hüküm vermesi mümkün değildir. Çünkü aklın eşyalar hakkında vereceği hüküm, eşyanın hissedilir oluşuyla mukayyet olduğundan, hissedilemeyen hususlar hakkında hüküm vermesi de imkânsızdır.
Mesela; bir insanın zulüm hakkında hüküm vermesini bekleyemeyiz. Keza insan, zulmü hissedemez. Ancak zulmün neticelerini hissedebilir ki, bu hissediş, sonucunda insan tabiatında nefret ve sevgi duyguları oluşturmuş olsa da sadece bu duygular aklın o şey hakkında hüküm vermesinde kâfi değildir. Bilakis his mutlaka gereklidir. Bundan dolayı aklın, fiil ve eşya hakkında övmek ve yermek açısından güzellik ve çirkinlik hükmü vermesi mümkün değildir.
Bir başka misal; insan yalanın ne olduğunu bilir ki o, vakıaya muhalif söz söylemektir. Vakıaya muhalif bir söz ile karşılaştığında onun övülmesi mi gerektiğini, yoksa yerilmesi mi gerektiğini ise bilmesi salt akıl ile mümkün değildir. İslâm harp esnasında düşmana karşı yalan söylemeyi övmüş iken, hüzünlü bir kişiyi teskin etmek için yalan söylemeyi yermiştir. Karı-koca arasını düzeltmek için yalan söylemeyi övmüş iken, başkasını aldatmak için yalancı şahitlik yapmayı yermiştir.
Övmek ve yermek hükmünü koymayı insanın fıtrî eğilimlerine terk etmek de doğru değildir. Çünkü insandaki bu eğilimler, kendisine uygun düşene övgüyle, ters düşene ise yergi ile hükmederler. Hâlbuki eğilimlere uygun düşen hususlar bazen yerilen fiillerden olabilir. Bazen de eğilimlere ters düşen hususlar övülen fiillerden olabilir. Bu nedenle eşya ve fiiller hakkındaki hükmü eğilimlere ve arzulara terk etmek tamamen hatalıdır.
Madem övme ve yerme hükmünün, akla ve fıtrî eğilimlere bırakılması doğru değildir, insanda da bu ikisinden başka bir üçüncü hüküm verme kabiliyeti yoktur. Öyleyse övme ve yerme hükmünün insana terk edilmesi aklen ve Şer'an caiz değildir. Geriye ise, eşya ve fiiller hakkında övme ve yerme yetkisinin sadece Allahu Teâlâ (Şeriat)'ya ait olduğu kalıyor.
Diğer taraftan başka bir hakikat vardır ki o da her eşya ve her fiil için bir tek hüküm olması gerekliliğidir. Yani zaman ve mekâna göre eşya ve fiiller hakkındaki hükmün değişmemesi gerekir. Oysa insan aklı farklılıklar, tenakuzlar, ihtilaflar ve çevreden etkilenmelerle doludur. Bu gün doğru dediğine başka bir gün yanlış, bu gün güzel dediğine başka bir zamanda çirkin diyebilmektedir. Nitekim mevcut anayasalar ve "sivil Anayasa" tartışmaları bunun en güzel örnekliliğini oluşturmaktadır. Bir başka misalde zinanın suç olmaktan çıkartılmasıdır. Zina her devirde zina olmasına rağmen daha önce kötü karşılanarak bu fiili işleyenler cezalandırılırken (vergisini verenler hariç) bugün suç olarak kabul edilmeyip bu fiilin üzerindeki ceza kaldırılmıştır.
Bu açıklamalar güzellik ve çirkinlik hakkında aklî delil yönüyle yapılan açıklamalardır. Şer'î delil açısından ise, Şeriat, Rasul'e tabi olmayı emretmesine ve hevayı/arzuyu yermesine istinaden güzel ve çirkin konusunda hüküm vermeyi tekeline almıştır.
وَلاَ تَتَّبِعِ الْهَوَى فَيُضِلَّكَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ​
Hevâya (ve hevese) uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır.(Sâd 27)
أَفَمَن كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّهِ كَمَن زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءهُم
Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunan (kimse); kötü işi, kendisine süslenen ve heveslerine uyanlar gibi olur mu?(Muhammed 15)
Bu nedenledir ki övgü ve yergi açısından güzel/hüsn, Şeriat'ın güzel bulduğu, çirkin/kubuh de Şeriat'ın çirkin bulduğu şeydir.
Hükmün konulmasında ise başvurulan şey akıl değil, İslâm Şeriatı'dır. Burada, aklın vazifesi AllahTeâlâ'nın indirmiş olduğu nassları kavramakla tahdit edilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ​
Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Rasul'e götürün. (en-Nisa 59)
وَمَا اخْتَلَفْتُمْ فِيهِ مِنْ شَيْءٍ فَحُكْمُهُ إِلَى اللَّهِ​
Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onun hükmü Allah'a aittir.(eş-Şûra 10)
Sonuç olarak; Tüm beşerî anayasalar yanlış bir temel üzerine bina edilmişlerdir. Onların en mükemmel olarak gördükleri dahi İslâm nazarında kıymeti yoktur ve küfür olarak addedilir. Aklıselim sahibi olan düşünürlere, siyâsetçiler düşen görev; bu beşer anayasaları reddetmek ve İslâm'ın vakıaya mutabık hükümlerinden oluşan yeni bir Anayasa hazırlamaktır. Bu hem bu dünya için hem de ahiret için kurtuluşun anahtarıdır.
________________________
Köklü Değişim Sayı: 38
 
Üst Alt