Kevnî âyetler, insanın duyularıyla müşâhede ettiği ve gördüğü âyetlerdir. Bir başka ifâde ile “kevnî âyetler” Allah'ın varlığa hâkim kıldığı şaşmaz, değişmez kanunlardır. İnsanlar yaratılışla ilgili bu yasaları/âyetleri bilseler de bilmeseler de onları görür ve onlardan yararlanırlar. Meselâ, milyonlarca kişi, yer çekimi kanuna dair bir bilgiye sahip değildir, ama bu kanunlardan yararlanmaktadır. Yine milyonlar, ana karnındaki ceninin hayatına dair bir bilgiye sahip olmadığı halde, bu bilgisizlik, çocuğun dünyaya gelmesine vesile olmalarına engel değildir.
Geçmiş peygamberlerin mûcizeleri de tabiat kanunlarını bozan ve onlara aykırı kevnî mûcizelerdi. Ve geçmiş mûcizeleri incelediğimiz zaman, onların Allah'ın fiillerinden olduklarını görürüz. Allah'ın fiili ise, Allah onu işledikten sonra son bulabilir. Hz. Mûsâ için deniz yarılmış ve sonra da eski özelliğine dönmüştür. Ateş, Hz. İbrâhim'i yakmamış ve sonra yakma konusunda eski özelliğine dönmüştür. Ama Hz. Peygamber (s.a.s.)'in mûcizesi, Allah'ın sıfatlarından biridir. O'nun kelâmıdır. Fiil, onu işleyenin kalıcı olması ile kalıcıdır. Sıfat da, işi yapanın kalıcı olmasıyla kalıcıdır. Kur'an mûcizesinin geçmiş peygamberlerin mûcizelerinden farklı oluşunun bir özelliği de onun ilmî sürekliliğidir. Kur'an'da öyle bir îcâz vardır ki, akıl ancak kâinat ve kâinatın sırlarından birtakım şeyleri keşfettikten sonra onun farkına varabilir.
Kevnî âyetlerle ilmî âyetler arasındaki en önemli fark, “kevnî âyetler”i tetkikin ilim, kültür vs. gibi birtakım niteliklere ihtiyaç göstermemeleridir. İkinciler ise (ilmî âyetler), bazı yetenekler olmadan tetkik edilemezler. Demek oluyor ki, ikinci devir âyetleri daha gelişmiş insana hitap etmekle kalmaz, bazı farklı niteliklerle donanmış kaliteli insan ister. Bu özelliklerin, genel olanları, yani her âyet için gerekli görünenleri yanında, sadece bazı âyetler veya âyet grupları için arananları da vardır. Örneğin, ilim her âyet için bir müşâhede şartıdır. İlim olmadan
Kur'an'ın sergilediği veya dikkatimizi çektiği âyetlerden bir şey anlayamayız. Bu inceliğe işaret için olmalı ki, ilk âyet “Oku!” diye inmeye başlamıştır. Buradaki ilmin, teknik ve terminolojik mânâda ilimden çok, kültür ve ileri seviyede mânâda olduğunu söyleyebiliriz. Hadis bunu şu yolda aydınlatıyor: “Âlim, öğrenci veya böylelerini dinleyen biri ol. Dördüncü gruptan olma. Yoksa mahvolursun!”
Şu muhakkak ki, basit bir dinleyici kültürüne sahip fertle, uzman bir âlimin âyetleri değerlendirmeleri aynı derecede verimli olmayacaktır. Meselâ, Kur'ân-ı Kerim, tarihi tetkike çok önem vermektedir. Ve tarih felsefesi üzerinde ilk sistemcilik müslümanların nasibi olmuştur. Sosyolojinin de bu yaklaşımın meyvelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu, İbn Haldun gibi bir hikmet adamının işidir. Fakat Kur'an bizi her zaman ve her şeye ibretle bakmaya çağırıyor. Bu ibretle bakış, asgarî mânâda, vurdumduymazlıktan, ilkellikten, uyuşukluktan kurtulmuş olmakla başlar, atomların, hücre ve genlerin araştırmasını yapabilecek seviyeyi elde etmeye kadar gider.
Âyetleri tetkikte bazı şartlar ve gereksinimler vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: İlim, iman, akıl, tefekkür, tezekkür, tefakkuh, ittika, istimâ, tevessüm, yakîn, hikmet, lübb, sabır, şükür, zulüm ve kibre bulaşmamak, inâbe ve âhiret korkusu ve bilincidir.
İlim: Bütün âyetler ilme dayanarak tetkik edilebilir. Bunun aksi, âyetlere indî/sübjektif yakıştırmalar olur, tetkik olmaz. Hiçbir mukaddes metin, Kur'an kadar ilim, âlim, akıl, araştırma, inceleme, ibretle bakma, düşünme ile ilgili deyim ve ifâdeler kullanmamaktadır. Kur'an, en büyük düşmanı putperestliği/şirki de bir cehâlet olarak tanıtır (10/Yûnus, 39).
İman: Âyetleri isâbetle tetkik edebilmenin bir şartı da imana sahip bulunmaktır. İlimde yükseliş ve düşüncede derinleşme, imanda aydınlığın artışı demektir. Bir başka deyişle Kur'an; imanı, "kutsal" adı verilen bir kuvvet veya mekanizmaya bağlanarak dış dünyaya, aklın el attığı varlık ve oluşlara gözü kapatmak olarak görmemektedir.
Akıl: Kur'ân-ı Kerim'e göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonuna anlam kazandıran ve İlâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. Kur'an'da akıl kelimesi hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde "taakkul/akletme"nin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur.
Tefekkür: Kur'an bizi Allah'ın eseri, nimetleri üzerinde tefekküre çağırmaktadır. Bu, Allah'ın isim ve sıfatları üzerinde tefekkürdür. Çünkü varlık, bu isim ve sıfatların birer tecellîsinden ibârettir. Tefekkürde Kur'an'ın tavrı, "eserden müessire" gitmektir. Bu da bizi ilim ve delil çıkarmanın Kur'an nazarında ne büyük değer taşıdığını düşünmeye götürür.
Zikir le ulaşılmak istenen hedef, unutulan şeyi hatırlamadır. Tezekkür ise daha ileri bir boyut olup hatırlanan şeyi unutmamak, hatırında tutmak, aklından hiç çıkarmamak, bu şeyden sürekli öğüt ve ibret almak, düşünmenin de ötesinde bu eylemi bir hayat şekli haline getirmektir.
Tefakkuh , yani fıkh etmek, bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene ulaşmak demektir. Ayrıca, "iyi ve derin, ince anlayış" anlamında da kullanılır. Fıkh'ın ifâde ettiği anlayış, Arapça'da "fehm" kelimesinin ifâde ettiği anlayış gibi değildir. Birinin ne söylediğini anlarız, bu "fehm"dir; fakat söylenenin, olup bitenin "künhüne vâkıf olma", gerçeğine erme, onu bütünüyle kavrayıp bir sonuca varma "tefakkuh"dur.
İttika ; takvâ sahibi olmak, sâlih amel işlemek, günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek demektir. Takvâyı kendilerine bir hayat tarzı olarak seçenlere Kur'an-ı Kerim, "Allah dostu" demekte ve onlara hem dünyada, hem de sonsuz hayatta korku ve üzüntüden uzak bir yaşayışı müjdelemektedir. İttika, Allah'tan korkmaktan çok, Allah'ın emirlerini îfâ etmek hususunda titiz ve tâvizsiz olmak demektir.
İstimâ kelimesi, sözlük anlamı itibarıyla dinlemek, kulak vermek veya dinleyip kabul etmek anlamlarını taşır. Kur'an bu kelimeyi Rum sûresinin 23. âyetinde kullanmakta ve âyetlerin tetkikinde taşıdığı role dikkat çekmektedir.
Tevessüm ; anlayış derinliği, görünüşten/işaretten mânâ çıkarmak, firâset, irfan zenginliği mânâlarına gelir. Firâset'i zanla karıştırmak doğru değildir. Çünkü zan bir sanmadır ve doğru da çıkabilir, yanlış da. Bundan dolayı Kur'an zannın çoğundan sakınmayı emretmiş, zannın bir kısmının günah olduğunu haber vermiştir (49/Hucurât, 12).
Yakîn , ilmin sıfatı olarak, artık kesinliğe ulaşmış, kendisinde teorik veya pratik olarak hiçbir şüphe kalmamış, olmuş olana uygun düşmüş, şimdi kesin olduğu gibi, gelecekte de kesinliğinde herhangi bir kuşkuya yer kalmamış ilimdir. İslâm düşüncesinde yakînin üç kısmından söz edilir: 1) İlme'l-yakîn (bilerek yakîne ulaşma), 2) Ayne'l-yakîn (görerek yakîn), 3) Hakka'l-yakîn (yaşayarak, içinde bulunarak yakîn).
Hikmet; Kur'an dilinin eşsiz lügatçisi Râğıb tarafından, İlâhî kitap terminolojisi adına şöyle tanımlanmıştır: "Gerçeği, ilim ve akılla yakalamak" veya "gerçeği, yakalama noktasında ilim ve akılla tesbitte bulunmak." Râğıb, şöyle devam ediyor: "Hikmet Allah açısından, eşyanın bilinmesi ve tutarlı, anlamlı bir biçimde vücuda getirilmesidir. İnsan açısında bakıldığında ise hikmet, varlıkların bilinmesi ve hayır üretilmesidir."
Lübb kelimesinin Türkçe'de karşılığı yoktur. Yaklaşık olarak, gönül, öz veya gönül gözü diye mânâlandırabiliriz. Bu kelimeyi, bazılarının yaptığı gibi, akıl diye çevirmek, bizce yanlıştır. Lübb, akıl ötesi, daha doğrusu aklın derûnunda bir gücü ifâde eder. Bazı âyetler, sadece lübb sahiplerince anlaşılabilir, bazıları da lübb sahiplerine (ulu'l-elbâb) farklı sonuçlar sunar.
Sabır: Nefsin zorluklara tahammülü diye tanımlanan sabır, zaferden emin olanların tavrıdır. Kur'ân-ı Kerim: "Sonuç takvâ sahiplerinindir" (28/Kasas, 83) diyerek mutlu bir son müjdelemektedir. O halde takvâ sahipleri zümresine dâhil her ferdin çarpıklık, zıtlık, çatışma ve kavgadan ürkerek feryad etmesi, ümitsizliğe düşmesi, Kur'an rûhuna aykırıdır.
Şükür: Kur'ânî bir terim olarak şükür, insanın kendisine ulaşan nimeti düşünmesi ve bunu birtakım dış belirtilerle ortaya koyması anlamındadır. Şükrün Kur'ansal yapısını değerlendiren müfessirler, onun üç yolla birlikte yerine getirilebileceğini tesbit ederler ve gerçek şükrün bunlardan birini ihmal etmeksizin ancak ortaya çıkabileceğini tesbit ederler: 1) Düşünme yolu, 2) Dil yolu, 3) Aksiyon yolu.
Zulümden uzak durmak , bize farklı bazı âyetleri müşâhede ettirecektir. Zulüm, Kur'ân-ı Kerim'in en önemli kavramlarından biridir. Türevleri ile birlikte 300'e yakın yerde geçer. Zulmün Kur'an terminolojisindeki anlamı şudur: "Bir şeyi âit olduğu yerin dışında bir yere koymak." "Hak edene, hakkını hak ettiği oranda vermemek." Bundan da anlaşılır ki zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve dejenerasyona sebep olmaktadır. Zulüm, hem Kur'an âyetlerini, hem de diğer âyetleri hak ettiği gibi değerlendirmeye engeldir: "Biz Kur'an'dan öyle âyetler indirmekteyiz ki, mü'minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin de ancak husrânını, sapıklığını artırır." (17/İsrâ, 82).
Kibirden uzak durmak, istikbârlığa meyletmemek: Kur'an, "istikbâr" dediği kibir illetini insanı tahrip eden en büyük belâlardan biri olarak belirtiyor. Bu tavrın insana sonsuzluğu, ruh güzelliğini ve âyetleri inceleme/araştırma yolunu kapattığını vurguluyor.
Tevbe: Beden su ile temizlenir, gönül gözyaşıyla. Ruhumuzu yıkamak için de bir "su" lâzım bize. İşte o su tevbedir. İnâbe ise tevbenin ileri bir merhalesi olarak mânevî yükselme ve gelişmenin şuuruna varmanın adıdır.
Âhiret bilinci: Her sonraki an, bir öncekinden daha ileri ve üstündür. Çünkü hayat geriye doğru adım atmaz. Gidiş sürekli iyiye ve güzeledir. O yüzden iki gününü eşit geçiren, devamlı ilerlemeyen, hayrını artırmayan kimse aldanmıştır
Geçmiş peygamberlerin mûcizeleri de tabiat kanunlarını bozan ve onlara aykırı kevnî mûcizelerdi. Ve geçmiş mûcizeleri incelediğimiz zaman, onların Allah'ın fiillerinden olduklarını görürüz. Allah'ın fiili ise, Allah onu işledikten sonra son bulabilir. Hz. Mûsâ için deniz yarılmış ve sonra da eski özelliğine dönmüştür. Ateş, Hz. İbrâhim'i yakmamış ve sonra yakma konusunda eski özelliğine dönmüştür. Ama Hz. Peygamber (s.a.s.)'in mûcizesi, Allah'ın sıfatlarından biridir. O'nun kelâmıdır. Fiil, onu işleyenin kalıcı olması ile kalıcıdır. Sıfat da, işi yapanın kalıcı olmasıyla kalıcıdır. Kur'an mûcizesinin geçmiş peygamberlerin mûcizelerinden farklı oluşunun bir özelliği de onun ilmî sürekliliğidir. Kur'an'da öyle bir îcâz vardır ki, akıl ancak kâinat ve kâinatın sırlarından birtakım şeyleri keşfettikten sonra onun farkına varabilir.
Kevnî âyetlerle ilmî âyetler arasındaki en önemli fark, “kevnî âyetler”i tetkikin ilim, kültür vs. gibi birtakım niteliklere ihtiyaç göstermemeleridir. İkinciler ise (ilmî âyetler), bazı yetenekler olmadan tetkik edilemezler. Demek oluyor ki, ikinci devir âyetleri daha gelişmiş insana hitap etmekle kalmaz, bazı farklı niteliklerle donanmış kaliteli insan ister. Bu özelliklerin, genel olanları, yani her âyet için gerekli görünenleri yanında, sadece bazı âyetler veya âyet grupları için arananları da vardır. Örneğin, ilim her âyet için bir müşâhede şartıdır. İlim olmadan
Kur'an'ın sergilediği veya dikkatimizi çektiği âyetlerden bir şey anlayamayız. Bu inceliğe işaret için olmalı ki, ilk âyet “Oku!” diye inmeye başlamıştır. Buradaki ilmin, teknik ve terminolojik mânâda ilimden çok, kültür ve ileri seviyede mânâda olduğunu söyleyebiliriz. Hadis bunu şu yolda aydınlatıyor: “Âlim, öğrenci veya böylelerini dinleyen biri ol. Dördüncü gruptan olma. Yoksa mahvolursun!”
Şu muhakkak ki, basit bir dinleyici kültürüne sahip fertle, uzman bir âlimin âyetleri değerlendirmeleri aynı derecede verimli olmayacaktır. Meselâ, Kur'ân-ı Kerim, tarihi tetkike çok önem vermektedir. Ve tarih felsefesi üzerinde ilk sistemcilik müslümanların nasibi olmuştur. Sosyolojinin de bu yaklaşımın meyvelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu, İbn Haldun gibi bir hikmet adamının işidir. Fakat Kur'an bizi her zaman ve her şeye ibretle bakmaya çağırıyor. Bu ibretle bakış, asgarî mânâda, vurdumduymazlıktan, ilkellikten, uyuşukluktan kurtulmuş olmakla başlar, atomların, hücre ve genlerin araştırmasını yapabilecek seviyeyi elde etmeye kadar gider.
Âyetleri tetkikte bazı şartlar ve gereksinimler vardır. Bunları şöyle sayabiliriz: İlim, iman, akıl, tefekkür, tezekkür, tefakkuh, ittika, istimâ, tevessüm, yakîn, hikmet, lübb, sabır, şükür, zulüm ve kibre bulaşmamak, inâbe ve âhiret korkusu ve bilincidir.
İlim: Bütün âyetler ilme dayanarak tetkik edilebilir. Bunun aksi, âyetlere indî/sübjektif yakıştırmalar olur, tetkik olmaz. Hiçbir mukaddes metin, Kur'an kadar ilim, âlim, akıl, araştırma, inceleme, ibretle bakma, düşünme ile ilgili deyim ve ifâdeler kullanmamaktadır. Kur'an, en büyük düşmanı putperestliği/şirki de bir cehâlet olarak tanıtır (10/Yûnus, 39).
İman: Âyetleri isâbetle tetkik edebilmenin bir şartı da imana sahip bulunmaktır. İlimde yükseliş ve düşüncede derinleşme, imanda aydınlığın artışı demektir. Bir başka deyişle Kur'an; imanı, "kutsal" adı verilen bir kuvvet veya mekanizmaya bağlanarak dış dünyaya, aklın el attığı varlık ve oluşlara gözü kapatmak olarak görmemektedir.
Akıl: Kur'ân-ı Kerim'e göre insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonuna anlam kazandıran ve İlâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır. Kur'an'da akıl kelimesi hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde "taakkul/akletme"nin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur.
Tefekkür: Kur'an bizi Allah'ın eseri, nimetleri üzerinde tefekküre çağırmaktadır. Bu, Allah'ın isim ve sıfatları üzerinde tefekkürdür. Çünkü varlık, bu isim ve sıfatların birer tecellîsinden ibârettir. Tefekkürde Kur'an'ın tavrı, "eserden müessire" gitmektir. Bu da bizi ilim ve delil çıkarmanın Kur'an nazarında ne büyük değer taşıdığını düşünmeye götürür.
Zikir le ulaşılmak istenen hedef, unutulan şeyi hatırlamadır. Tezekkür ise daha ileri bir boyut olup hatırlanan şeyi unutmamak, hatırında tutmak, aklından hiç çıkarmamak, bu şeyden sürekli öğüt ve ibret almak, düşünmenin de ötesinde bu eylemi bir hayat şekli haline getirmektir.
Tefakkuh , yani fıkh etmek, bilinenden bilinmeyene, görünenden görünmeyene ulaşmak demektir. Ayrıca, "iyi ve derin, ince anlayış" anlamında da kullanılır. Fıkh'ın ifâde ettiği anlayış, Arapça'da "fehm" kelimesinin ifâde ettiği anlayış gibi değildir. Birinin ne söylediğini anlarız, bu "fehm"dir; fakat söylenenin, olup bitenin "künhüne vâkıf olma", gerçeğine erme, onu bütünüyle kavrayıp bir sonuca varma "tefakkuh"dur.
İttika ; takvâ sahibi olmak, sâlih amel işlemek, günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek demektir. Takvâyı kendilerine bir hayat tarzı olarak seçenlere Kur'an-ı Kerim, "Allah dostu" demekte ve onlara hem dünyada, hem de sonsuz hayatta korku ve üzüntüden uzak bir yaşayışı müjdelemektedir. İttika, Allah'tan korkmaktan çok, Allah'ın emirlerini îfâ etmek hususunda titiz ve tâvizsiz olmak demektir.
İstimâ kelimesi, sözlük anlamı itibarıyla dinlemek, kulak vermek veya dinleyip kabul etmek anlamlarını taşır. Kur'an bu kelimeyi Rum sûresinin 23. âyetinde kullanmakta ve âyetlerin tetkikinde taşıdığı role dikkat çekmektedir.
Tevessüm ; anlayış derinliği, görünüşten/işaretten mânâ çıkarmak, firâset, irfan zenginliği mânâlarına gelir. Firâset'i zanla karıştırmak doğru değildir. Çünkü zan bir sanmadır ve doğru da çıkabilir, yanlış da. Bundan dolayı Kur'an zannın çoğundan sakınmayı emretmiş, zannın bir kısmının günah olduğunu haber vermiştir (49/Hucurât, 12).
Yakîn , ilmin sıfatı olarak, artık kesinliğe ulaşmış, kendisinde teorik veya pratik olarak hiçbir şüphe kalmamış, olmuş olana uygun düşmüş, şimdi kesin olduğu gibi, gelecekte de kesinliğinde herhangi bir kuşkuya yer kalmamış ilimdir. İslâm düşüncesinde yakînin üç kısmından söz edilir: 1) İlme'l-yakîn (bilerek yakîne ulaşma), 2) Ayne'l-yakîn (görerek yakîn), 3) Hakka'l-yakîn (yaşayarak, içinde bulunarak yakîn).
Hikmet; Kur'an dilinin eşsiz lügatçisi Râğıb tarafından, İlâhî kitap terminolojisi adına şöyle tanımlanmıştır: "Gerçeği, ilim ve akılla yakalamak" veya "gerçeği, yakalama noktasında ilim ve akılla tesbitte bulunmak." Râğıb, şöyle devam ediyor: "Hikmet Allah açısından, eşyanın bilinmesi ve tutarlı, anlamlı bir biçimde vücuda getirilmesidir. İnsan açısında bakıldığında ise hikmet, varlıkların bilinmesi ve hayır üretilmesidir."
Lübb kelimesinin Türkçe'de karşılığı yoktur. Yaklaşık olarak, gönül, öz veya gönül gözü diye mânâlandırabiliriz. Bu kelimeyi, bazılarının yaptığı gibi, akıl diye çevirmek, bizce yanlıştır. Lübb, akıl ötesi, daha doğrusu aklın derûnunda bir gücü ifâde eder. Bazı âyetler, sadece lübb sahiplerince anlaşılabilir, bazıları da lübb sahiplerine (ulu'l-elbâb) farklı sonuçlar sunar.
Sabır: Nefsin zorluklara tahammülü diye tanımlanan sabır, zaferden emin olanların tavrıdır. Kur'ân-ı Kerim: "Sonuç takvâ sahiplerinindir" (28/Kasas, 83) diyerek mutlu bir son müjdelemektedir. O halde takvâ sahipleri zümresine dâhil her ferdin çarpıklık, zıtlık, çatışma ve kavgadan ürkerek feryad etmesi, ümitsizliğe düşmesi, Kur'an rûhuna aykırıdır.
Şükür: Kur'ânî bir terim olarak şükür, insanın kendisine ulaşan nimeti düşünmesi ve bunu birtakım dış belirtilerle ortaya koyması anlamındadır. Şükrün Kur'ansal yapısını değerlendiren müfessirler, onun üç yolla birlikte yerine getirilebileceğini tesbit ederler ve gerçek şükrün bunlardan birini ihmal etmeksizin ancak ortaya çıkabileceğini tesbit ederler: 1) Düşünme yolu, 2) Dil yolu, 3) Aksiyon yolu.
Zulümden uzak durmak , bize farklı bazı âyetleri müşâhede ettirecektir. Zulüm, Kur'ân-ı Kerim'in en önemli kavramlarından biridir. Türevleri ile birlikte 300'e yakın yerde geçer. Zulmün Kur'an terminolojisindeki anlamı şudur: "Bir şeyi âit olduğu yerin dışında bir yere koymak." "Hak edene, hakkını hak ettiği oranda vermemek." Bundan da anlaşılır ki zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve dejenerasyona sebep olmaktadır. Zulüm, hem Kur'an âyetlerini, hem de diğer âyetleri hak ettiği gibi değerlendirmeye engeldir: "Biz Kur'an'dan öyle âyetler indirmekteyiz ki, mü'minler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin de ancak husrânını, sapıklığını artırır." (17/İsrâ, 82).
Kibirden uzak durmak, istikbârlığa meyletmemek: Kur'an, "istikbâr" dediği kibir illetini insanı tahrip eden en büyük belâlardan biri olarak belirtiyor. Bu tavrın insana sonsuzluğu, ruh güzelliğini ve âyetleri inceleme/araştırma yolunu kapattığını vurguluyor.
Tevbe: Beden su ile temizlenir, gönül gözyaşıyla. Ruhumuzu yıkamak için de bir "su" lâzım bize. İşte o su tevbedir. İnâbe ise tevbenin ileri bir merhalesi olarak mânevî yükselme ve gelişmenin şuuruna varmanın adıdır.
Âhiret bilinci: Her sonraki an, bir öncekinden daha ileri ve üstündür. Çünkü hayat geriye doğru adım atmaz. Gidiş sürekli iyiye ve güzeledir. O yüzden iki gününü eşit geçiren, devamlı ilerlemeyen, hayrını artırmayan kimse aldanmıştır