seyfullah putkýran
New member
- Katılım
- 30 Eyl 2005
- Mesajlar
- 5,807
- Tepkime puanı
- 205
- Puanları
- 0
- Yaş
- 40
- Konum
- Ruhlar Aleminden
- Web sitesi
- www.tevhidyolu.net
Allah’ın özü ve nitelikleri nelerdir?
Allah, yarattığı şeylerden; onların hakikisinden ve izâfîsinden tamamen başkadır. Kaldı ki, insan, şu sınırlı âlemde hep, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar.
Evet, insanın bu âlemde gördüğü şeyler, milyonda beş nisbetindedir. Duyduğu şeyler de o kadar. Meselâ o, sâniyede 40 defa ihtizaz (titreşim) yapan bir sesi duymaz. Binleri aşan ihtizâzı da duymaz. Öyle ise insanın, sesleri duyup alması sınırlıdır. Bu da, ancak milyonda çok küçük nisbetde bir şeydir. O'nun görüş ve duyuş sahası da çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın "Allah için görülmüyor? Nasıldır?" demesi -hâşâ!- O'na kemmiyet ve keyfiyet izâfe ederek, O'nun üzerinde düşünmesi, dolayısıyla da haddini bilmemesi demektir. Sen nesin ve neyi biliyorsun ki, Allah'ı da bilesin!.. Allah kemmiyet ve keyfiyetten münezzehtir ve senin nâkıs kıstaslarınla ölçülmeyecek kadar muâllâdır. n) Sen ışık hızıyla trilyon sene ötelere gitsen ve trilyonlar senelik öteleri görsen, sonra gördüğün bu kâinatları üst üste yığsan; bunlar, O'nun varlığına nisbetle mikroskobik birşey bile olamaz. Bizler daha Antartika kıtasını bilemezken, bütün kevn-ü mekânları evirip çeviren Allah'ın -hâşâ- ve kellâ- "nitelik" ve "niceliği" hakkında nereden bilgimiz olacak!! Allah, Allah olduğu için, O'nun tâbiriyle "nitelik" ve "nicelik"ten de mukaddes ve münezzehtir. O, bizim, her türlü tasavvurlarımızın ötesinde, ötelerin de ötesindedir...
Kelâmcı: "Aklına her ne gelirse, Allah ondan başkadır" der. Tasavvufçu ise: "Aklına ne gelirse, onun verâsının ve verâsının verâsındadır. Ve sen, dâima seni saran perdelerle âdetâ bir fanus içindesin..."
Descartes der ki: "İnsan, herşeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan birşey, sınırsızı düşünemez."Allah ise, varlığı sınırsızdır; nâmütenâhidir. Binâenaleyh, sınırlı düşünen insanoğlu O'nu ihâta edemez.
Alman edibi Goethe: "Seni binbir isminle anıyorlar, ey Mevcûd-u Meçhûl! Biri değil, seni binlerce isminle ansam, yine de seni senâ etmiş sayılamam. Çünkü sen, hertürlü tavsifin verâsındasın" sözüyle, bu mevcûd-u meçhûlu anlatır bize...
Mütefekkirler, Allah'ı mevcut, fakat idrâk edilmez bir mevcut olarak mütalâa ederler. Allah, insanın kavrayabileceği, bilebileceği şeylerden değildir. Göz, O'nu göremez, kulak O'nu işitemez. Öyle ise, sen, O'nun hakkında sadece Nebîlerin ta'limine uyup öylece inanmalısın!..
Allah nasıl bilinir ki: O vücudun da, ilmin de ilk mebdei, ilk illetidir. Varlığımız, O'nun varlığının nurunun gölgesi; ilmimiz, O'nun muhît olan ilm-i İlâhîsinin bir şemmesidir. Evet, bir seviyede, Allah'ı bilmenin ve irfan sahibi olmanın yolu vardır: Ne var ki bu yol, eşyayı bilme yolundan bütün bütün başkadır... Yanlış yolla O'nu tanımağa kalkanlar, nefislerinin gururunu kıramamış, iç müşâhedenin ne olduğunu duyamamış, tadamamış bir kısım talihsizlerdir ki; "Allah i aradım da bulamadım" hezeyânıyla fen ve felsefe nâmına dalâletlerini izhâr ederler.
Allah öyle bir Allah'tır ki, gerek enfüsî ve gerekse âfâkî, kalb ve ruhun mi'racında seyr-i rûhî ve kalbî varlığını ve varlığının zarûrî olduğunu gösterir ve ruhumuzun derinliklerinde kendini bize hissettirir. İşte bütün ilimlerimizin kökü olan bu vicdânî duygu, bizdeki sınırlı ilimlerin, şuurların, akılların, fikirlerin hepsinden daha kuvvetlidir. Böyle iken, biz çok defa vücudumuzdan ve bu iç sezişten zuhul ederiz de hata ve dalâletlere düşeriz.
Kâinat, bunu hatırlatıcı bin dil ve bin teldir. Kur'ân, belâğatlı lisaniyle en büyük hatırlatıcı, Peygamberimiz ise en mükemmel bir tebliğcisidir.
"Sığmam dedi hak, arz-u semâya Kenzen bilindi, dil ma'deninden",
Hazret-i Hakkı
Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzûda aklın yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misâlle anlaşılır hâle getirebiliriz:
Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vuruluyordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı aşarak, bir kısım mütâlâalarda bulunmaya başladılar: "Efendim kapıyı vuran şöyle bir zâttır, böyle bir zâttır" ilh... Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecâli yoktur. Akla düşen şey, kapının vurulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdîk; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle kendini bize tanıttırmak isteyen zâta bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul akletme, anlama diyoruz.
Bu misâli, mevzuumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah'ı (C.C) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecelli-i zât'a yükselerek tanımağa çalışırız.
Yânî, eserlerinde tecelliden isimleriyle tecelli etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecelli ufkuna ulaşır; gaybdan şuhûda yükseliriz ve müşahede zevkimiz arttıkça, tecelli-i zât için sermest ve bîhûş çırpınıp dururuz. Gâh cemâl ve şefkât esintileriyle inbisât eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehâbet ve korku içinde ra'şedâr olup ürpeririz.
Görülüyor ki Zât-ı Bârî hakkında, bizim "ma’rûfumuz" ve "malûmumuz" ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O'nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şehâdet ve gayb âleminin birleşme noktası olan vicdâna bırakıyoruz. Evet, Allah isimleriyle ma'lûm, sıfatlarıyla muhât, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk'ın ifâdesiyle: O'nu idrâk, idrâkten acz ifâdesi içindedir. Veya en büyük Tarifçiye isnad edilen bir sözdeki itirafla, "Seni hakkıyla bilemedik ey Ma i-ûf" ölçüsüyle bir ma'rûf ve malûm'dur.
Kur'ân-ı Kerim'in, O'nun ef âli ve icraatına dâir verdiği tariflerde ise, O'nu ef âl ve sıfatlarıyla bir Ma'bûd-u Mutlak tanır; kemâl sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, cemâlde (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemâlini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.
Öyle ise, ahd u peymânımızı bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Ma'bûd-u Mutlak!... Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğu ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semâvatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzûmesi arasında va'zettiğin şürimsi âhengi, rûhumuza bir nurlu yol kabul ederek, binlerce, yüzbinlerce menzilde sana ait eserlerle zâtını tanıyor, tecellilerinle bütünleşiyor ve itmi'nana eriyoruz.
Allah, yarattığı şeylerden; onların hakikisinden ve izâfîsinden tamamen başkadır. Kaldı ki, insan, şu sınırlı âlemde hep, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar.
Evet, insanın bu âlemde gördüğü şeyler, milyonda beş nisbetindedir. Duyduğu şeyler de o kadar. Meselâ o, sâniyede 40 defa ihtizaz (titreşim) yapan bir sesi duymaz. Binleri aşan ihtizâzı da duymaz. Öyle ise insanın, sesleri duyup alması sınırlıdır. Bu da, ancak milyonda çok küçük nisbetde bir şeydir. O'nun görüş ve duyuş sahası da çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın "Allah için görülmüyor? Nasıldır?" demesi -hâşâ!- O'na kemmiyet ve keyfiyet izâfe ederek, O'nun üzerinde düşünmesi, dolayısıyla da haddini bilmemesi demektir. Sen nesin ve neyi biliyorsun ki, Allah'ı da bilesin!.. Allah kemmiyet ve keyfiyetten münezzehtir ve senin nâkıs kıstaslarınla ölçülmeyecek kadar muâllâdır. n) Sen ışık hızıyla trilyon sene ötelere gitsen ve trilyonlar senelik öteleri görsen, sonra gördüğün bu kâinatları üst üste yığsan; bunlar, O'nun varlığına nisbetle mikroskobik birşey bile olamaz. Bizler daha Antartika kıtasını bilemezken, bütün kevn-ü mekânları evirip çeviren Allah'ın -hâşâ- ve kellâ- "nitelik" ve "niceliği" hakkında nereden bilgimiz olacak!! Allah, Allah olduğu için, O'nun tâbiriyle "nitelik" ve "nicelik"ten de mukaddes ve münezzehtir. O, bizim, her türlü tasavvurlarımızın ötesinde, ötelerin de ötesindedir...
Kelâmcı: "Aklına her ne gelirse, Allah ondan başkadır" der. Tasavvufçu ise: "Aklına ne gelirse, onun verâsının ve verâsının verâsındadır. Ve sen, dâima seni saran perdelerle âdetâ bir fanus içindesin..."
Descartes der ki: "İnsan, herşeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan birşey, sınırsızı düşünemez."Allah ise, varlığı sınırsızdır; nâmütenâhidir. Binâenaleyh, sınırlı düşünen insanoğlu O'nu ihâta edemez.
Alman edibi Goethe: "Seni binbir isminle anıyorlar, ey Mevcûd-u Meçhûl! Biri değil, seni binlerce isminle ansam, yine de seni senâ etmiş sayılamam. Çünkü sen, hertürlü tavsifin verâsındasın" sözüyle, bu mevcûd-u meçhûlu anlatır bize...
Mütefekkirler, Allah'ı mevcut, fakat idrâk edilmez bir mevcut olarak mütalâa ederler. Allah, insanın kavrayabileceği, bilebileceği şeylerden değildir. Göz, O'nu göremez, kulak O'nu işitemez. Öyle ise, sen, O'nun hakkında sadece Nebîlerin ta'limine uyup öylece inanmalısın!..
Allah nasıl bilinir ki: O vücudun da, ilmin de ilk mebdei, ilk illetidir. Varlığımız, O'nun varlığının nurunun gölgesi; ilmimiz, O'nun muhît olan ilm-i İlâhîsinin bir şemmesidir. Evet, bir seviyede, Allah'ı bilmenin ve irfan sahibi olmanın yolu vardır: Ne var ki bu yol, eşyayı bilme yolundan bütün bütün başkadır... Yanlış yolla O'nu tanımağa kalkanlar, nefislerinin gururunu kıramamış, iç müşâhedenin ne olduğunu duyamamış, tadamamış bir kısım talihsizlerdir ki; "Allah i aradım da bulamadım" hezeyânıyla fen ve felsefe nâmına dalâletlerini izhâr ederler.
Allah öyle bir Allah'tır ki, gerek enfüsî ve gerekse âfâkî, kalb ve ruhun mi'racında seyr-i rûhî ve kalbî varlığını ve varlığının zarûrî olduğunu gösterir ve ruhumuzun derinliklerinde kendini bize hissettirir. İşte bütün ilimlerimizin kökü olan bu vicdânî duygu, bizdeki sınırlı ilimlerin, şuurların, akılların, fikirlerin hepsinden daha kuvvetlidir. Böyle iken, biz çok defa vücudumuzdan ve bu iç sezişten zuhul ederiz de hata ve dalâletlere düşeriz.
Kâinat, bunu hatırlatıcı bin dil ve bin teldir. Kur'ân, belâğatlı lisaniyle en büyük hatırlatıcı, Peygamberimiz ise en mükemmel bir tebliğcisidir.
"Sığmam dedi hak, arz-u semâya Kenzen bilindi, dil ma'deninden",
Hazret-i Hakkı
Allah hakkında, biz bize öğretilenden başkasını bilemeyiz. Akıl, bu sahada bir şey söyleyemez. Bu mevzûda aklın yapacağı şey, vahyin rehberliğini kabulden ibarettir. Bunu şöyle bir misâlle anlaşılır hâle getirebiliriz:
Meselâ; bizler bir çatı altında oturuyoruz. Bir aralık kapının vurulduğunu duyduk. Evet, hakikaten kapı vuruluyordu. İçimizden bazıları, kapının vurulmasından anlaşılanı aşarak, bir kısım mütâlâalarda bulunmaya başladılar: "Efendim kapıyı vuran şöyle bir zâttır, böyle bir zâttır" ilh... Biz, buna tasavvur diyoruz. Bir diğer grup ise, böyle bir meselede, aklın tasavvur etmeye mecâli yoktur. Akla düşen şey, kapının vurulmasıyla arka tarafta birinin bulunduğunu tasdîk; fakat kim olduğunu belirleme hususunu, kapıyı vurmak suretiyle kendini bize tanıttırmak isteyen zâta bırakmak olacaktır. Biz buna teakkul akletme, anlama diyoruz.
Bu misâli, mevzuumuza şöylece tatbik edebiliriz: Biz Allah'ı (C.C) eserlerinden isimlerine, isimlerinden sıfatlarına, sıfatlarından tecelli-i zât'a yükselerek tanımağa çalışırız.
Yânî, eserlerinde tecelliden isimleriyle tecelli etmesine geçerek kâinatı dolaşır, sıfatların tecelli ufkuna ulaşır; gaybdan şuhûda yükseliriz ve müşahede zevkimiz arttıkça, tecelli-i zât için sermest ve bîhûş çırpınıp dururuz. Gâh cemâl ve şefkât esintileriyle inbisât eder ve neşeleniriz; gâh celâl, mehâbet ve korku içinde ra'şedâr olup ürpeririz.
Görülüyor ki Zât-ı Bârî hakkında, bizim "ma’rûfumuz" ve "malûmumuz" ölçüsü içinde bir şey diyemiyoruz. O'nun, bilinmesini, kendine has lisan ve lehçesi içinde, şehâdet ve gayb âleminin birleşme noktası olan vicdâna bırakıyoruz. Evet, Allah isimleriyle ma'lûm, sıfatlarıyla muhât, zâtıyla mevcuttur; Hz. Sıddîk'ın ifâdesiyle: O'nu idrâk, idrâkten acz ifâdesi içindedir. Veya en büyük Tarifçiye isnad edilen bir sözdeki itirafla, "Seni hakkıyla bilemedik ey Ma i-ûf" ölçüsüyle bir ma'rûf ve malûm'dur.
Kur'ân-ı Kerim'in, O'nun ef âli ve icraatına dâir verdiği tariflerde ise, O'nu ef âl ve sıfatlarıyla bir Ma'bûd-u Mutlak tanır; kemâl sıfatlarla bilinebileceğine kalben yükselir, cemâlde (sonsuz güzellik kaynağı) olan kemâlini (mutlak eksiksizlik ve kusursuzluğunu) görürüz.
Öyle ise, ahd u peymânımızı bir kere daha yenileyerek, şöyle diyebiliriz: Ey Ma'bûd-u Mutlak!... Seni hakkıyla bilemediğimiz muhakkak; ama bizlere şah damarlarından daha yakın olduğu ve normo âlemdeki bu yakınlığın içinde, bütün bir semâvatı kitap sayfaları gibi açıp kapamadaki azametini, sineğin gözü ile güneş manzûmesi arasında va'zettiğin şürimsi âhengi, rûhumuza bir nurlu yol kabul ederek, binlerce, yüzbinlerce menzilde sana ait eserlerle zâtını tanıyor, tecellilerinle bütünleşiyor ve itmi'nana eriyoruz.