Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Allah ve Resülünü Sevme

medahms

New member
Katılım
11 Ara 2007
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
59
Selamün aleyküm


Yüce Mevlâmız bir âyet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor: “Ey Habibim, ümmetine söyle ki : Eğer babanız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resülunden ve onun yolunda cihat etmekten daha sevgili ise, o halde Allah emrini icra edinceye kadar bekleyin” (Tevbe Sûresi: 24)
Bu âyet, Peygamberimiz (s.a.v)’i sevmenin gerekli olduğuna teşvîk olarak da, tenbîh olarak da, delîl olarak da yeterlidir. Peygamber (s.a.v)’in kadrinin yüceliğini, bu sevgiye müstehak olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Allah Teâlâ; “Allah emrini icra edinceye kadar bekleyin” buyurarak malı, akrabâsı, çoluk çocuğu kendisine Allah’tan ve Resülü’nden daha sevimli olanların azâba müstahak olduklarını ve doğru yola giremeyeceklerini bildirmiştir. Hazret-i Resûlü Ekrem (s.a.v) de mübârek hadîs-i şerîflerinde:
“Ey ümmetim, sizden biriniz, tam mânâsıyla îmân etmiş olmazsınız, ta ki ben o kimseye canından, malından, evlâdından, anasından, babasından bütün akrabâ ve hısımlarından, bütün ahbaplarından ve bütün insanlardan daha muhabbetli (sevimli) olmadıkça” buyurarak kendisine olan sevginin ne derecede olacağı ve karşılığında ne kazanılacağını biz ümmetine bildirmiştir.
Yine bir hadîs-i şerîflerin şöyle buyurmaktadır:
“Üç haslet insanda bulunursa bu kimse îmânın lezzetini bulur: Birincisi, Allah Teâlâ ve Resûlü bu kimseye bütün mevcûdâttan daha ziyâde sevgili olur. İkincisi, sevdiği kimseleri Allah için sever. Üçüncüsü, küfre girmeyi, kendini ateşe atmaktan daha beter ve çok fenâ bilir” buyurmuştur.
O hâlde bu sözlerden anlaşıldığına göre insana ilk önce farz ve lâzım olan Allah Teâlâ’yı sevmek, sonra mahlûklardan en fazla Hazret-i Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e muhabbet etmektir.
Muhabbet etmek iki türlüdür: Biri ıztırârî, diğeri ihtiyârîdir. Iztırârî muhabbet, insanın irâdesiyle olmayıp belki tabîî ve yaradılıştan olur. Meselâ insanın evlâdına, anasına, babasına muhabbeti gibi. Bu muhabbete insan mecbûrdur, bunu terk ile insana teklîf câiz değildir. Zîrâ böyle bir teklîf, aklın kabûl etmeyeceği bir şeydir. Fakat ihtiyârî olan muhabbeti insan kendi irâdesiyle elde eder. Meselâ, insan âlim ve âmil bir kâmil insan bulur, sonra buna tâbî olur: Onun Kur’ân ve sünnete uygun emrine uyar, nehyinden kaçınır, hizmetine ihtimâm, kendine, evlâdına ve ahbâbına muhabbet ve tâzîm edip muârızlarını sevmez.
Bütün insanlar ve cinler işte böyle muhabbetle Allah Teâlâ’ya ve Resûlü’ne hâssaten bütün peygamberlere, meleklere, sahâbîlere, âlimlere, Sâlihlere, sahîh emirlere, mürşitlere, kâmil pîrlere muhabbet etmekle emrolunmuştur.
Resûlullah (s.a.v)’den şöyle naklolunmaktadır:
Peygamber Efendimiz’e şöyle bir soru soruldu:
“Ne zaman kâmil bir mümin olurum?” Resûlullah (s.a.v) Efendimiz bu soruya şöyle cevap verdi:
“Allah Teâlâ’yı sevdiğin zaman...”
“Allah Teâlâ’yı nasıl sevebilirim?” diye tekrar sorduğu zaman, Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Allah Teâlâ’nın Resûlü’ne tâbî olursan; o’nun sünnetine göre amel işlersen; o’nun sevgisine göre seversen; o’nun buğzuna göre buğz edersen; o’nun dostluğuna bakarak dost; düşmanlığına bakarak düşman olursan.”
“İnsanlar îmân cihetinden değişik dereceler alırlar. Onların bu dereceleri bana olan sevgiyle ölçülür. Yine insanların kâfir olanları da küfürde değişik durumdadırlar. Onların küfür şiddetli olanları ile, diğerleri bana karşı buğzları ile belli olurlar.
Dikkat edin ! O’na (Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e muhabbeti olmayanın îmânı yoktur.
Dikkat edin ! O’na muhabbeti olmayanın îmânı yoktur.
Dikkat edin ! O’na muhabbeti olmayanın îmânı yoktur.”
Bu hadîs-i şerîfin sonunda üç kere; “Dikkat edin...” cümlesi kullanılmıştır ki bu işin önemini anlatır. Ayrıca “ONA” lafzı, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’i kast etmektedir. Bu hadîs-i şerîfte iki husûs önemlidir. Birincisi, Allah sevgisi, ikincisi ise Resûlullah sevgisidir.
Bilindiği gibi bir kimse sevdiği şeyi dâima tercîh eder, ona uygun davranır ve ona ters düşmez. Aksi takdirde sevgisinde sâdık olmaz ve bir iddiâdan ibâret kalır. Allah Resûlü’ne olan sevgisinde sâdık olan kimse bu sevginin belirtilerini gösterir.
Peygamber (s.a.v)’e olan sevginin ilk göstergesi ona uymak, sünneti ile amel etmek, söz ve fiillerine tâbî olmak, emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmak, rahatlıkta olsun, sıkıntı anında olsun, öfkeli veya huzurlu halde olsun ona karşı âdâbına uygun davranmaktır. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Habîbim deki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın”. ( Al-i İmran Sûresi: Âyet: 31)
Bu sevginin ikinci göstergesi de kişinin, Peygamber (s.a.v)’in dîndeki buyruklarını kendi nefs ve isteklerine tercîh etmesidir. Bu husûsta Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Muhâcirlerden önce Medîne’yi yurt edinip îmâna sarılanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir kaygı duymazlar, kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi onları kendilerine tercîh ederler.”
Yine bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur:
“Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar umduklarına erenlerdir.” (el-Haşr Suresi: Âyet; 9).
Üçüncüsü ise Peygamber (s.a.v)’e uyma husûsunda insanların öfke ve kınamasına aldırmayıp Allah’ın rızâsını tercîh etmektir. Enes b. Malik (r.a.) diyor ki; “Resûlullah (s.a.v) bana şöyle buyurdu: “Ey yavrucuğum! Eğer kalbinde kimseye haset ve kin beslemeden gece ve gündüzünü geçirmeye gücün yeterse bunu yap.” Sonra da şöyle buyurdu: “Ey yavrucuğum! Bu benim sünnetimdir, kim benim sünnetimi ihyâ ederse beni sevmiş olur, kimde beni severse cennetle benimle berâberdir.”
İşte bu özellikleri taşıyan kimse kâmil mânâda Allah’ı ve Resûlü’nü seviyor demektir. Bâzı durumlarda bu vasıflara ters düşenin sevgisi eksiktir, ama sevgisi yok demek değildir. Zîrâ içki içtiğinden dolayı cezâ verilen bir kimse hakkında insanların “Amma da çok içki içip ceza yiyor” diye konuşup lânetlemeleri üzerine Peygamber (s.a.v); “Ona lânet etmeyin. Çünkü O Allah ve Resûlü’nü seviyor” buyurdu. Peygamber (s.a.v)’i sevmenin alâmetlerinden dördüncüsü de o’nu çok hatırlamaktır. Bir kimse sevdiği şeyi hatırından çıkarmaz. Bir diğer belirti de Peygamber (s.a.v)’e kavuşmayı çok arzû etmektir. Zîrâ herkes gerçekten sevdiğine bir ân önce kavuşmak ister. Eş’arîler Medîne’ye gideceklerinde hep şu şiiri söylerlerdi.
“Yarın dosta kavuşacağız,
Muhammed ve ashâbını göreceğiz.”
Peygamber (s.a.v)’i sevmenin bir başka alâmeti de onu çok anmakla berâber kendisine tâzîm ve hürmet göstermektir. Anarken o’nu hep saygıyla anmak, huşû içerisinde bulunmak ve ismini duyunca içten bir ürperti duymaktır. İshâk et-Tucibî şöyle diyor:
“Peygamberin vefatından sonra ashâbı onu hudû’ ve huşû içerisinde vücudları ürpermeden anmazlardı. Her andıklarında sarsılır ağlarlardı. Tâbiîler de aynı şekilde bir kısmı Peygamber (s.a.v)’e olan sevgi ve muhabbetlerinden, bir kısmı da özlem, iştiyak ve saygılarından ürperip ağlarlardı.”

Esra Özcan
 

medahms

New member
Katılım
11 Ara 2007
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
59
Kur’ân’da Hazret-i Muhammed (s.a.v)


Resûlullah (s.a.v) bir beşerdir. Ama kendisine vahiy gelen bir beşer!... İnsanlığın hidâyeti için, aldıklarını tebliğ etmekle görevli bir mürşid... Gözlerin görmediği, akılların almadığı yüce ufuklarla irtibatı olan seçilmiş kimseydi... Kur’ân-ı Kerîm, Resûlullah (s.a.v)’in şâhsiyetinden bahsederken “beşer” sıfatını zikreder. Resûlullah (s.a.v)’in şöyle söylemesi istenir: “De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, ilahınızın, sadece bir ilah olduğu vahy olunuyor.” (Kehf/110; Fussilet/6)
Bu yüzden Efendimiz (s.a.v) hiç bir zaman kendisini beşerî fıtratın dışında tutmamıştır. Hatta sahâbe, Resûlullah (s.a.v)’i övmeye kalkıştığında, onları îkaz ederek şöyle buyurur: “Hıristiyanların Îsâ’yı övdüğü gibi beni övmeyiniz. Ben, Allah’ın kuluyum. Siz de Allah’ın Kulu ve Elçisi deyin.” derdi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 24)
Eskiden beri, bilhassa inanmayan insanların peygamberlere yönelttikleri îtirazlar da, aşağı yukarı hep aynıdır. Bu îtirazların başında, peygamberlerin insan olmaları gelmektedir. Hâlbuki Kur’ân, bütün peygamberlerin yemek yediğini ve sokaklarda gezdiğini çok açık bir şekilde beyan etmiştir: “Onlar şöyle dediler: “Bu ne biçim peygamber ki, (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bulunan bir melek indirilmeli değil miydi?” (Furkân/7) Aslında, kâfirlerin bu şekilde inkâra gitmelerindeki sebep; “Gurur ve kibirlerini yenememeleri”dir. Kâfir ve müşriklere göre; “Nasıl olur da falanın oğlu Peygamber olabilir? O, bilinen (herkesin tanıdığı) falanca değil mi? Niçin Allah (c.c) ona vahiy indirsin ki? Kendileri gibi yiyip içen, uyuyan, sokaklarda gezen birisi, yüce bir âlemle ilişki kurabilir mi; kendileri neden bu kâbiliyete sahib değildirler!...” Bu gibi saçma (akıl dışı) bahâneler öne sürerek gerçeği kabûllenmek istemiyorlardı.
Kâfirlerin bu gibi fikirleri Furkân Sûresi 21. âyette şöyle açıklanmaktadır: “Bize kavuşmayı ummayanlar, “Bize ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi görmeliydik?” dediler. And olsun ki onlar kendileri hakkında kibre kapılmış ve azgınlıkta pek ileri gitmişlerdi. (Fakat) melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiç bir sevinç haberi yoktur ve (size sevinmek) yasaktır, yasaklanmıştır.” diyeceklerdir.”
Cenâb-ı Hakk, bütün peygamberlerin insan olduğunu, yiyip içtiğini, çarşılarda dolaştığını şöyle beyan etmektedir: “(Resûlüm) Senden önce gönderdiğimiz Peygamberlerde, şüphe yok ki istisnasız yemek yerler, çarşıda dolaşırlardı. (Ey İnsanlar!) Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan (vesîlesi) kıldık. Bakalım sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.” (Furkân/20)
Resûlullah (s.a.v) bir çok yerde kendisini “beşer” olarak tanıtmıştır. Buna istinâden sahâbeden bazıları; “O bir beşerdir, kızgınlık ve sevinçli anlarında konuşur” diyerek, Resûlullah (s.a.v)’den duyulan her şeyin yazılmamasını ileri sürmüşler ve Efendimiz (s.a.v) de bunu duyduğu vakit parmaklarıyla ağzını işaret ederek, hadîslerini yazmak isteyen sahâbîye; “Yaz, vallâhi ondan Hakk’tan başka bir şey çıkmaz” buyurmuştur. (Ebû Dâvud/İlim: 3)
Resûlullah (s.a.v), hayatta karşılaştığı hâdiseler karşısında son derece tabiî davranmıştır. Mesela; oğlu İbrâhîm’in vefâtında gözleri yaşarınca; (Resûlullah (s.a.v)’in peygamber olduğu için ağlamaması gerektiğini düşünerek) ağlamasının sebebini sorarlar. O zaman Efendimiz (s.a.v), onlara şöyle cevap verir: “Elbette göz yaşarır, kalb üzülür...” (Müslim/Fedâil: 15)
İnsanoğlu yaratılış olarak çok yönlü bir varlıktır. Korku, ümit, sevgi, nefret, acelecilik, kızgınlık vb. motiflerle donatılmıştır. Yani insan bütün özellikleri olduğu için insandır. Bir beşer olarak; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz de sevinmiş, üzülmüş, korkmuş, ümit etmiş ve kızmıştır. Bu gibi hâllerini yorumlarken dâima “kendisinin de bir beşer” olduğunu hatırlatmıştır. Meselâ bir defasında: “Muhammed (s.a.v) de bir beşerdir, beşer gibi o da kızar ...” (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., c. 2, s. 493). Başka bir zaman ise; “İnsanların kızdığı gibi ben de kızarım...” (Müslim/Birr: 95; Ebû Dâvud/Sünnet: 10) ifâdesini kullanmıştır. Resûlullah (s.a.v) bir beşer olarak kendisini insanlardan üstün görmemiş, insanlar gibi yediğini ve herkes gibi oturduğunu söylemiştir.
Bir gün konuşmak üzere Resûlullah (s.a.v)’e bir adam gelir. Fakat korkudan titremeye başlar. Efendimiz (s.a.v), son derece müşfik bir tavırla adamı teskin eder: “Sıkılma. Ben kral değilim. Ben, güneşte kurutulmuş tuzlu et yiyen bir kadının oğluyum!” buyurur. (İbn Mâce/Et’ıme: 30)
Resûlullah (s.a.v) beşer olduğunu söylerken, kendisi diğer insanlar gibi değildir. Çünkü Efendimiz (s.a.v) en başta Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesinden geçmiş bir insandır ve ayrıca âdemoğullarının efendisi olarak, kendisine ilk şefaat hakkı verilecek bir peygamberdir ve ümmetini kevser havuzunun başında bekleyecektir. (Müslim/Fedail: 25)
Allah Teâlâ’nın insanlara kendi cinslerinden bir insanı peygamber olarak göndermesi çok anlamlıdır. Çünkü böyle bir Peygamber insanların duyduklarını duyar, zevk aldıkları şeylerden zevk alır, tercübelerini değerlendirir, arzu ve sıkıntılarını fark eder... Bu yüzden onlar güçsüz düştüklerinde merhamet gösterir, yardım eder ve onların eksiklerini gördüğünde tamamlar. Resûlullah (s.a.v) ümmetinden bir ferd gibi yaşamış, rızkını onlar gibi temin etmiştir. (Buharî/İcâre: 2; Müslim/Îmâm: 302) Eğer öyle olmasaydı, geçimini temin edemeyen ve bu yüzden de sıkıntı çeken kimselere örnek olamazdı. İnsanlar, Efendimiz (s.a.v)’in sunduğu gerçekleri kabûl etmemek için hiç bir bahâne bulamamalıydı. Maîşet derdi düşünmüyor da, ondan dolayı inançlarıyla baş başa kalıyor, diyememeliydiler. Resûlullah (s.a.v) hem çalışıyor, hem de geçim engelini mazeret olarak ileri sürmüyordu. Ümmetine bu biçimde en güzel şekilde örnek oluyordu.
“Size içinizden bir peygamber geldi ki zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür: mü’minlere çok merhametli


Abdülcelâl Emanet

 

medahms

New member
Katılım
11 Ara 2007
Mesajlar
3
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
59
Peygamber Efendimiz’in Ashâb-ı Kirâm ile Olan Münâsebet Ölçüleri



İnsanoğlu dünyaya geldiğinde, ilim sâhibi olarak gelmemektedir. Bu nedenle insan, hayâtının her ânında, yani “beşikten mezara kadar” bir öğrenme gayreti içindedir. Bu öğrenme gayreti, bilerek veya bilmeyerek de olsa devam eder. Şöyle ki; insan kendisini eksik hissettiği bir alanda
yine kendi çabasıyla bilgi ve beceri eksikliğini giderebilir. Bu öğrenme şekli bilinçli öğrenme kapsamına girer. Hızlı giden ve trafik kurallarına uymayan bir sürücünün bu davranışı netîcesinde kaza yaptığını gören insan, bunu, o araç sâhibinin trafik kurallarına uymamasına bağlar. Ve trafik kurallarına uyulması gerektiği sonucuna varır. Bu tarz öğrenme ise irâde dışı öğrenme kapsamında değerlendirilebilir. Çünkü insan bu tür bir öğrenmede aktif unsur değildir. Öğrenen insan pasif durumdadır. Sonuçta bilgi (ilim), öğretim faaliyeti ve birtakım çalışmalar sonucunda edinilen tecrübeler sâyesinde kazanılmaktadır.
Yukarıdaki örneklerin ışığında Ashâb-ı Kirâm’ın kıyâmete kadar insanlara ışık tutacak olan İslâm’ı hangi şartlarda ve ölçülerle öğrendiklerine dikkat edelim. Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’den önce tek hâkim, tek yaratıcı ve tek bağışlayıcı olan Allah Teâlâ’ya îmânı ve sevgiyi, ardından kendisine îmânı ve tasdik etmeyi öğrendiler. Bu aşamadan sonra Ashâb her fırsatta Resûlullah (s.a.v)’in etrafında pervâne olup onu dinlemek, ona soru sormak için âdeta yarışıyorlardı. Peygamber Efendimiz ne zaman otursa onunla birlikte oturup ilim meclisi oluştururlardı. Özellikle sabah namazını müteâkip, o’nun etrafında halka olup o’nu can kulağıyla dinlerlerdi. Resûlullah da zaman zaman ashâbının sıkıntılarını, rüyâlarını dinler; sorularını cevaplandırırdı.
Peygamber Efendimiz müslümanların devlet yöneticisi, câmide imamları, mahkemede hâkimleri, ayrıca her türlü sıkıntı ve problemlerini güvenle paylaşabildikleri dostları idi. Bütün bu üstün vasıflarıyla müslümanların her şeyi olan Peygamber Efendimiz (s.a.v) kendi sıkıntılarından çok sahâbenin sıkıntılarını kendisine dert edinmiş, onlara hep yardımcı olmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.v) konuştuğu zaman o’nun yanında bazen tek kişi, bazen de bir topluluk bulunabiliyordu. İster tek, ister topluluk hâlinde insanlarla görüşürken Peygamber Efendimiz (s.a.v), tatlı sesiyle, insanların bulundukları seviye ve durumu dikkate alarak konuştuğunu öğreniyoruz.
Ashâb-ı Kirâm’ın bütün işi-gücü, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in yanında durmak değildi. Buna Peygamber Efendimiz (s.a.v) de karşıydı. Çünkü her insanın, hayâtını devam ettirmek için yapmakla yükümlü olduğu başka işleri ve sorumlulukları da vardı. Âile reisi, âilenin geçimini sağlamakla yükümlü, anne de çocuklarının eğitimiyle ilgilenmek ve eşine karşı olan görevlerini yerine getirmek durumundaydı. Bunlar, aksatılmaması gereken vazîfelerdir. Bunun bilincinde olan Ashâb-ı Kirâm bu ölçüyü çok iyi ayarlamışlardır. Bu konuda Peygamber Efendimiz (s.a.v) bazı sahâbîleri orta yolu tutmaları konusunda uyarmıştır.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) herhangi bir olay vukû bulduğunda, âyet-i kerîmelerle o olayı derhâl çözüme ulaştırıyordu. Çünkü vahy-i ilâhî devam ediyordu. Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v) herhangi bir konuda hüküm (çözüm) vereceğinde, sâdece âyet-i kerîmelerle hareket etmiyordu. Bazen de vahyin açıklayıcısı ve ayrılmaz parçası olan sünnet-i Resûlullah’tan, yani içtihaddan yola çıkarak hüküm veriyordu. Ne de olsa “O, kendi hevâ ve hevesinden konuşmaz”dı. (Necm/3)
Peygamber efendimiz (s.a.v) 23 yıllık tebliğ ve irşad döneminde, kendisinin ve ashâbının karşılaştığı hâdiselere yönelik o kadar çok hüküm vermiştir ki, bunlar büyük bir kapsam ve yekûn oluşturmaktadır. Çünkü “sünnet” kapsamı içerisinde o’nun sözleri, fiilleri ve takrirleri girmektedir. Hayâtı dolu dolu geçen ve “Âlemlere ve Rahmet” olan Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in bu zengin yaşantısını elbette birkaç hadîsle hatta hadîs kitabı ile sınırlandırmak mümkün değildir. Zaten yüce Kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’de Allah (c.c)’ın, çoğu zaman hüküm koyma yetki ve salâhiyetini, önemli ölçüde Resûlullah (s.a.v)’e bıraktığını görüyoruz. Çünkü İslâm’ın hükümleri o kadar geniş kapsamlı ki, bunları sadece âyet-i kerîmelerle sınırlandırılmamalıdır. Bunu akıl da kabûl etmez. Eğer bu şekilde düşünülürse ve İslâm’ın hükümleri (helâl, haram, farz, vâcib, sünnet...) Kur’ân-ı Kerîm’de bir araya getirilmeye çalışılsa yüzlerce cilt, bize kâfî gelmeyebilirdi.
Bu durumun örneklerini vermek, pek de zor olmasa gerek. Allah (c.c)’ın bizlere farz kıldığı namaz, oruç, zekât gibi İslâm’ın temel dinamiklerine ilişkin ayrıntıları Kurân-ı Kerîm’de göremiyoruz. Tabiî bu husus -hâşâ- Kitâb’ın eksik olduğu anlamına gelmemelidir. Aksine, Allah Teâlâ Kurân-ı Kerîm’de “Bugün sizin dininizi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçtim” buyurmaktadır. (Mâide/3)
Bu konudaki inceliği çok iyi kavramak gerekir. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Allah (c.c)’ın emir buyurduğu namazı nasıl edâ edeceğimizi, namazı kaç rekât kılacağımızı, namazı neyin bozup neyin bozmadığını vb. daha birçok hükmü beyan etmektedir. Dolayısıyla vahyin açıklayıcısı ve örnekleyicisi olmuştur.
Bütün bunların netîcesinde biz müslümanlara düşen, Kurân-ı Kerîm’i ve hadîs-i şerîfleri çok iyi öğrenmektir. İslâm dîninin ayrılmaz ve vazgeçilmez bir parçası olan sünnet-i Resûlullah’ı çok iyi öğrenip, hayâtımızı ona göre tanzim etmemiz gerekir.
Asırlardır hayatlarına tek ölçü olarak Allah (c.c)’ın Sevgili Peygamberi’ni örnek alan İslâm büyüklerini değerli kılan tek sebep budur. Çünkü Allah (c.c) kendisine inanan ve Peygamberi’ne tâbî olan kullarını yüceltir. Onlar büyük-küçük, önemli-önemsiz demeden hayatlarının her safhasında o’nu tek örnek kabûl etmişlerdir. Bu konuda, İkinci Bin Yılın Müceddidi ve Peygamberimiz’e uymanın en şerefli bir makam olduğunu her fırsatta belirten İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne kulak verelim:
“Sizin Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e tâbî olmanız gereklidir. Ondan sonra da hidâyet bulan ve bulduran Hulefâ-i Râşidîn’in yolunu izlemelisiniz. Çünkü onlar, Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’den sonra hâdî (hidâyet edici) ve mehdî (hidâyet edilmiş) zâtlardır. Hidâyet yıldızlarıdır, velâyet güneşleridir. Bir kimse, onlara tâbî olmak şerefine ererse, büyük bir nâiliyete ermiş olur. Onların aksine hareket etme yolunda duran ise derin bir delâlet bataklığına saplanmış olur.”

Muhammed Mâsum
 
Üst Alt