Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Allah kimi hidayete erdirmek isterse.....

Uhud daðý

New member
Katılım
2 Tem 2007
Mesajlar
796
Tepkime puanı
39
Puanları
0
Yaş
40
“Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir” (En'am Suresi 6/125)
Bu ayeti kerime En'am suresinin son bölümlerinde yer almaktadır. Enam Suresi Mekke'de inmiş bir suredir. Tüm Mekke’de inen sureler gibi yoğunlukla inanç konusu üzerinde durmuştur. İnsanın bu dünya hayatında var oluşu ve bundan sonra ne olacağı meselesini ele almaktadır. Her insan inanç temeline göre bu hayattaki rolünü, kendisi ile olan ilişkilerini, yaratıcısı ile olan ilişkilerini, evrenle olan ilişkilerini ve evrendeki her şeyle ilişkilerini belirler.
İşte akidenin önemi buradan kaynaklanmaktadır. Kur’ân-ı Kerim inanca mekân ve zaman itibariyle pek büyük bir yer ayırmıştır, yani tüm surelerde, özellikle Mekkî ayetlerde ve Hz. Muhammed’in daveti boyunca inanç konusu her zaman en önemli yeri tutmuştur. Bu davette Hz. Muhammed (sav) 23 sene boyunca insanları sadece Allah’a (c.c) ibadet etmeye ona şirk koşmadan kulluğa çağırmıştır. Onun Rabliğine, tanrılığına ve tek oluşuyla bağdaşmayan her türlü özellikten uzak olduğuna inanmaya; meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kadere-hayır ve şer her şeyin ondan geldiğine- ahiret gününe ve ahiret günündeki dirilmeye, hesaba, mizana, sırata gelecek hayatta ya cennette sonsuza kadar ya da cehennemde sonsuza dek kalışa inanmaya davet etmiştir. Bütün bunların gerektirdiği, Allah'a itaat ile boyun eğme, Allah'a emrettiklerini yaparak ibadet etme, yeryüzünde halife olmanın gerekliliklerini güzel bir şekilde yerine getirme ve yeryüzünde Allah'ın adaletini ayakta tutma konularına da insanlığı çağırmıştır. Hz. Adem (a.s) babamızdan Hz. Muhammed Mustafa’nın (sas) gönderilişine kadar dinin mesajı bu olagelmiş, Yüce Allah’ın yeryüzüne ve üzerindekilere varis oluncaya (kıyamete) kadar da bu olmaya devam edecektir.
Dinin dayanak noktaları: Ya akait (inanç) gibi mutlak gaybdır veya ibadet konusu gibi mutlak ilahi emirlerdir yahut ahlak ve muamelat (insanlar arası ticari vb. ilişkiler) gibi hal ve gidiş prensipleridir. Bu konularda insanoğlu kendi kendisine doğru prensipler koymaktan acizdir. Bundan dolayı dinin dünya hayatında sağlıklı şekilde yer alması ve bu hayattaki mesajını gerçekleştirmesi için prensipler koyması mecburidir.
Din dört ana dayanak noktasıyla bir insan ürünü olamaz. Tam tersi insan din meselesinde rabbani hidayete (yol göstermeye) muhtaçtır. Bu hidayeti Yüce Allah (c.c) İslam adı altında aralıklarla peygamberler vasıtasıyla göndermiştir. Onu insanlara sayıları yüz yirmi binden fazla olan peygamberler ordusu aracılığıyla açıklamış; son nebi ve son elçi aracılığıyla gönderdiği son peygamberlik mesajıyla da tamamlamıştır. Gökten gelen peygamberlik mesajını Rabbimiz (c.c) korumaya söz vermiştir. Vahyolunduğu dil ile korunmuştur. İşte rabbimizin yedi kat gök ötesinden on dört asır önce şu sözlerle indirdiği ilahi karar buradan kaynaklanmaktadır: “Hiç şüphesiz, Allah katında hak din İslam'dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık ve hakka başkaldırma yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir” (Al-i İmran, 3/19) Yine Allah’ın (c.c) aynı suredeki şu sözü ile bu ilahî kararın vurgulanması buradan kaynaklanmaktadır: “Kim İslam'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır” (Ali İmran, 3/85)
Üzerinde konuşacağımız ayeti kerime de aynı hareket noktasındadır. Bu ayette Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır: “Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar” (En'am Suresi, 6/125)
İnsan Kur’ân’a ait bu mucizevî benzetme karşısında şaşkınlığı düşmektedir. Bu benzetmede rabbani hidayetten yüz çevirenlerin bu hidayet onlara hatırlatıldıkça yaşadıkları gönül darlığı gökte herhangi bir koruyucu araç olmaksızın yükselen insanın göğsünde oluşan darlıkla karşılaştırılmaktadır. Bu insanoğlunun ancak göğe çıktıktan sonra tüm boyutlarıyla anlayabildiği bir bilimsel gerçektir. Bu Kur’ânî benzetmenin bilimsel anlamının detaylarına girmeden önce dil açısından ve Kur’ân açısından ayeti kerimede belli sayıdaki lafızların işaret ettikleri anlamları açıklamak gerekir. Aşağıdaki satırlarda da detaylarıyla bunu açıklayacağız.
Ayeti Kerimenin Bazı Lafızlarının Dil Açısından İşaret Ettiği Anlamlar
Yüce Allah’ın (c.c) ‘göğsüne inşirah verir’ sözündeki “inşirah verme” fiili Arapçada “keşfetme, kolaylaştırma, kapalı olanı gösterme ve gizli olan manayı ortaya çıkarma” anlamındadır. Anlaşılmayan kapalı olan şeyi açıklama, kolaylaştırma ve gizli olan anlamlarını ortaya çıkartma demektir. “Allah göğsünü İslam'a açtı” demek insanın ilahi nura ve ruhi sekineye/sükunete karşı razı olarak içinin rahat etmesi demektir. Çünkü göğsü “şerh etmenin” anlamlarından birisi de onu genişletmektir.
Göğsün (gönlün) dar olması ve sıkıntıda olması ise şu şekilde anlaşılabilir: “Harac” (sıkıntı) kelimesinin aslı ağaç ve benzeri şeylerin bir arada bulunmasıdır. Buradan hareketle aralarında bir darlık olduğu tasavvur edilmiştir. Bundan dolayı darlığa harac denmiştir. Günaha da “harac” denmiştir ve “tahric” fiili “tazyik” yani “sıkıntıya düşülme” anlamında kullanılmıştır. Ağaçları birbirine sarmalanmış sık girilmesi zor olan ormana “harice” denir. Buna göre “harec” dilde “dar”, hatta “darın en darı” manasına gelir. Yer için kullanıldığında “dar ve ağacı çok yer” anlamındadır. Yine “harac” kelimesi günah anlamına da gelir. “Ahrece” demek onu günaha soktu demektir. “Teharrece” demek günaha girdi demektir. Birisi diğerine “harec” yaptı dendiğinde “onu yasakladı” veya “haram kıldı” demektir. “Münharic” “harecden ve günahından sakınan” manasınadır. “Göğsü harac oldu” dendiğinde “şiddetli bir şekilde daraldı” anlamındadır. Gökte yükselme ifadesine gelince: Yükselme kelimesinin Kur’ân’daki ifadesi olan “tesa’‘ud”, yahut “tesâud ve suud” “yüksek yere gitmek” veya “yükselmek” demektir. Alçalmanın tersidir. “Saide” fiili “merdiveni çıkma”, “merdivende yükselme” manasındadır. Dağa çıkmak için kullanıldığında yine dağ üzerinde yükselme manasınadır. Yer için kullanıldığında yerin üstünde yürüdü manasına gelir. Yine “suud” kelimesi “zor engel” için ve “her zorluk” için kullanılır. Vadi için de aşağı indi manasına gelir. (Suud aslında inmenin tersi manasında olmasına rağmen burada böyledir.) Sa'd ve Said aynı anlama gelir. Azap lafzına sıfat olarak kullanıldığında şiddetli anlamına gelir. Yine “said” üzerine çıkılan şey demektir. Sa'daa ise uzun nefes almadır. Nefes için kullanıldığında nefesin çıkışı zor oldu manasındadır. “Yessa'adu” kelimesinin aslı “yetesa'adu”dur, yani çıkmada zorlanır ama başaramaz demektir. Yine “tesa'ade” zor oldu manasındadır. “İs'ad” ise yerden uzaklaştırma demektir. Bu, gerek inerek olsun, gerek çıkarak olsun böyledir. “Sa'd” ise zor manasındadır. “Tas'adûne” denince vadide gidersiniz, düşmandan kaçarak gidersiniz manası anlaşılır. Bu da “is'ad” kelimesinden gelir ki o da yeryüzünde çıkılacak yerde gitmek ve ondan uzaklaşma demektir. Yeryüzü için kullanıldığında uzaklaşma manasına gelir.
Ayeti kerimenin bazı lafızlarının işaret ettiği Kur'ânî manalar
Şeraha fiili türevleri ile Kur'an-ı Kerim'de üzerinde konuşmakta olduğumuz ayeti kerimeye ilaveten dört yerde şu şekilde yer almıştır:
1- “Allah kimin gönlünü İslam'a açmışsa, o, Rabbi katından bir nur üzere olmaz mı?” (Zümer Suresi, 39/22)
2- “Senin gönlünü açmadık mı (şerh etmedik mi)” (İnşirah Suresi, 94/1)
3- “Dedi ki Rabbim göğsümü aç (şerh et)” (Taha Suresi, 20/25)
4- “Kim imanından sonra Allah’ı inkâr ederek gönlünü inkâra açar (şerh eder), göğsüne küfrü yerleştirirse, onlara Allah tarafından bir gazap, hem de müthiş bir azap vardır” (Nahl Suresi, 16/106)
Harece lafzı Kur’ân’da on beş yerde hukukla ilgili olarak darlık yahut genel olarak darlığın şiddetli oluşu manasında kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerim’de günah anlamında da yer almıştır. “Sa'ade” fiili ise değişik türevleri ile Allah'ın kitabında dokuz yerde şu anlamlarda kullanılmıştır:
Yükselme, kabul, Allah’tan rıza, vadide gitme ve kaçarak vadiden geçme, çok büyük zorlukla tırmanıp bunu başaramama, şiddetli ve zor, üstüne çıkılması zor olan yüksek engel, toprak olsun yahut başka tür olsun yerin görünen bölümü bir görüşe göre toprağın kendisi.
Sema lafzı ise Kur’ân-ı Kerim’de 310 yerde vardır. 120 si tekil olarak sema şeklinde, 190 yerde semâvat (gökler) şeklinde yer alır. Çoğul ifade yeryüzünün karşısında evrenin geri kalan kısmını kastedildiğini hissettirmektedir. Tekil lafız (sema) şeklindeki ifade ise 38 yerde genel özelliği ile atmosfer anlamında kullanılmış özellikle en alt katman (yahut iklim değişiklikleri veya dönüşüm yeri diye bilinen kısmı) kastedilmiştir. Bu kısım atmosferin maddesinin çoğunu ihtiva etmektedir. Yine 82 yerde sema lafzı tekil halde genel olarak Rabbimiz (c.c.) in gezegenler, yıldızlar ve burçlarla süslediği göğün en yakın bölümü anlamında kullanılmıştır. Bu ifadelerden göğün yediye bölünmeden önce toplu hali ve bazı yerlerde yediye bölünmesinden sonra ki şekli anlaşılmaktadır. Yine Kur’ân-ı Kerim'de göklere yerlere ve aralarındakilere yirmi yerde işaret edilmiştir. Bu ifadeden genel olarak atmosferin özellikle de alt kısmının kastedildiği anlaşılmaktadır. Bu Allah’ın şu sözünden anlaşılmaktadır: “Gök ve yer arasında emre hazır bulutların duruşunda…” (Bakara Suresi, 2/164) Kur’ân-ı Kerim birçok ayette suyun gökten indirilmesine işaret eder. Burada sema kelimesi ile kastedilenin bulut olduğu açıktır. Şayet Yüce Allah’ın: "Sanki semada yükseliyor gibi" ayeti kerimesinde eğer kastedilen atmosfer ise bunun imkânsızlık sınırına ulaşan zorlukları ve meşakkatleri vardır. Eğer kastedilen göğün yeryüzüne en yakın kısmı ise zorluklar ve engeller imkânsızın üzerine ulaşacak şekilde kat kat olurlar. Çünkü Allah (c.c) yeryüzünde ve atmosferinde insana, vücut yapısına ve değişik organlarının görevlerine uygun alanı sınırlandırmıştır. İnsan şayet bu alandan çıkarsa, tıpkı balığın sudan çıktığında öldüğü gibi can çekişerek ölür. Bu atmosferin alanının doğal ve kimyasal özelliklerinin incelenmesi ve araştırılmasında açık bir şekilde gözükmektedir.​
 

Uhud daðý

New member
Katılım
2 Tem 2007
Mesajlar
796
Tepkime puanı
39
Puanları
0
Yaş
40
Tefsir alimlerinin ayeti açıklamaları
Üzerinde konuştuğumuz ayeti kerimenin tefsirinde İbn Kesir (Allah kendisine rahmet eylesin) şunları söylemiştir: "Allah teala şöyle buyurmuştur: “Allah kimi hidayet etmek isterse göğsünü İslam’a şerh eder” yani hidayet etmek istediği kimseye İslam’ı kolaylaştırır. Bu kişiyi İslam’a karşı canlandırır ve müsait kılar. Bunlar hayra işaretlerdir. Tıpkı "Allah'ın göğsünü İslam’a şerh ettiği kimse rabbinden bir nur üzerinedir" ayetinde olduğu gibi. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fakat Allah sizlere imanı sevdirmiş ve onu kalplerinizde süslü kılmıştır." Abdullah b. Abbas ise, “Ayetin anlamı, kalbini tevhit için ve tevhide iman için genişletir” demektir demişlerdir. Resulullah’a (sav) şu sorulmuştur: Müminlerin hangisi daha akıllıdır? Şöyle cevap vermiştir: Ölümü en çok hatırlayan ve ölüm sonrasına en çok hazırlık yapan… "Allah kimin hidayet etmek isterse onun göğsünü İslam’a şerh eder" ayeti hakkında da: Ey Allah'ın elçisi nasıl göğsü şerh edilir? diye sorulmuş O da şöyle cevap vermiştir: “Göğsüne yerleştirilen bir nurdur. Göğsü bu nura şerh olur ve yer açılır.” Bunun tanınabileceği bir işaret var mıdır? diye sorduklarında, şöyle cevap vermiştir: “Sonsuzluk diyarına (dönüş) yönelme, geçici aldanma diyarından uzakta kalma ve ölümle buluşmadan önce ölüme hazırlık.”
Yüce Allah’ın: "Allah saptırmak istediğinin göğsünü dar ve sıkıntılı kılar" sözünde harac (sıkıntı) hidayetin hiçbir kısmını içine alamayacak kadar dar ve imanın herhangi bir parçasının kendisine ulaşmadığı ve nüfuz etmediği şey manasınadır. Hz. Ömer b. Hattab (r.a) çöl ehlinden Müdliç kabilesinden bir bedeviye “harice” kelimesinin manasını sormuştur. Adam ağaçlar arasında ne otlayan bir hayvanın, ne vahşi bir hayvanın ne de herhangi bir şeyin ulaşamadığı ağaçtır demiştir. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demiştir: Münafıkların kalbi o şekildedir. Hayırdan herhangi bir şey ona ulaşmaz. Abdullah b. Abbas da söyle der: Allah İslam'ı ona dar kılar. Hâlbuki İslam geniştir. Bu Allah’ın şu sözünden anlaşılmaktadır: "Allah dinde size bir sıkıntı kılmamıştır" yani İslam'da size bir darlık kılmamıştır. Mücahid ve Süddi Kur’ân’da yer alan “dayyıkan haracen” ifadesini “şüphede olan” diye açıklamışlardır. Atâ el Horasani ise “dayyıkan haracen” demek hayrın ona nüfuz edeceği bir nokta yoktur manasındadır demiştir. Abdullah b. Mübarek bu ifade için şöyle der: ‘La ilahe illallah ile dar ve sıkıntılı kılınmıştır öyle ki bu kelime (La ilahe illallah) kalbine giremez.’ "Adeta gökte yükseliyor gibi" ifadesini de ‘bunun o kişiye zor gelmesinden ötürüdür’ diye açıklar. Said b. Cübeyr bu ifade için “Ancak zor olan bir yol bulabilir” demiştir. Ata el-Horasani "Sanki gökte yükseliyormuş gibi" için derki: Bunun örneği gökte yükselemeyene benzer. Abdullah b. Abbas der ki: Nasıl âdemoğlu göğe ulaşamıyorsa Allah kalbine tevhidi ve imanı yerleştirmeden tevhide ve imana giremez. Evzai şöyle der: Allah'ın göğsünü dar ettiği kimse nasıl Müslüman olsun? İbn Cerir şöyle demiştir: Bu Allah'ın kâfirin kalbine imanın ulaşması konusunda darlığının şiddetli oluşuna Allah'ın verdiği bir örnektir. Onun imanı kabul etmekten imtina etmesi imanın ona ulaşmasına karşı dar olması gökte yükselmekten imtina etmesi ve yükselmekten aciz kalması gibidir. Çünkü onun imkânı ve gücü dâhilinde değildir.
Fi Zilal Tefsiri müellifi şöyle der: Allah kime hidayeti takdir ederse – bu takdir etme Allah’ın şu genel uygulamasına göredir: Hidayeti isteyen ve ona yönelen kişiyi hidayet eder. Kişinin istemesi ve yönelmesi kendisine imtihan amacıyla verilmiş seçme özgürlüğünü kullanarak olur- "göğsünü İslam’a açar" yani böylece göğsü dine karşı genişler, kolaylıkla ve istekle İslam’ı kabul eder, İslam’la etkileşim içinde olur, İslam ile huzur bulur ve İslam’a karşı güven ve gönül rahatlığı duyar. Allah kim için de sapıklık dilerse –Bu dileme Allah’ın şu genel uygulamasına göredir: Hidayetten kaçan ve fıtratını ona kapatan kimseyi saptırır- "göğsünü sanki göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar". Böylece göğsü doğru yola kapalıdır. Duyu organları körelmiştir. Bu yüzden İslam'ı kabul etmekte zorlanır, sıkılır. "Sanki göğe çıkıyormuş gibi" Bu göğe yükselirken meydana gelen nefesin daralması, göğsün sıkılması ve bitkinlik seviyesinde yorgunluk gibi somut bir şekilde ortaya çıkan psikolojik bir durumdur.
Kozmoloji (evren bilimi) bakışıyla gökte yükselme
Daha önce sema lafzının yerin karşısında evren anlamına geldiğine işaret etmiştik. Yine sema kelimesinin sözlük tanımının atmosferin alanından başlayarak evrenin hissedilebilir sınırlarına dek üstümüzde olan her şeyi kapsadığına işaret etmiştik.
Sema kelimesinin atmosfer anlamına gelmesi
Yerküre kütlesi yaklaşık beş bin milyon kere milyon ton (5,2x1510 ton) olarak takdir edilen atmosfer ile çevrilidir. Atmosferin kalınlığı deniz seviyesinden itibaren birkaç bin kilometre olarak düşünülmektedir. Basınç deniz seviyesinde bir santimetre kareye bir kilogram oranında iken atmosferin en üst seviyesinde bu miktarın milyonda biri oranına kadar düşer. Atmosfer şu iki ana kısma ayrılmaktadır:
A-Atmosferin alt kısmı:
Bu kısım nitrojen, oksijen ve öteki gazların moleküllerinin karışımından oluşmaktadır ve homosfer (homojen) alan diye bilinmektedir. Aşağıdan yukarıya doğru şu şekilde bir birinden ayrı üç bölgeye bölünür:
1- Hava değişimleri ve iklim yahut dönüşüm alanı (Troposfer)
Bu, kalınlığı az olan alandır. Doğrudan yerküreye temas etmektedir. Deniz seviyesinden 16-17 km ekvator çizgisi üzerine kadar ulaşmaktadır. Kalınlığı kuzey ve güney kutuplarının üstünde 6-8 kilometrelere kadar düşmektedir. Kalınlığı orta enlemler üstünde havanın şartlarına göre değişmektedir. Düşük basınç bölgelerinde 7 km.nin altına düşmekte, yüksek basınç bölgelerinde 13 km.ye kadar ulaşmaktadır. Sıcak hava kütleleri ekvator çizgisinden kutuplar istikametine doğru hareket ettiği zaman bu ortadaki eğim üstünde istikrarsızlık gösterir. Yerkürenin kendi ekseni etrafında güneşin önünde batıdan doğuya dönmesinin etkisiyle doğu istikametine doğru havanın sürati artar. Bu fevkalade yüksek bir hızla olur. Bu hızdan ötürü hareket eden hava kütlelerine “jet akımı” adı verilir. Bu alan atmosferin üçte birlik (% 66) kütlesini oluşturur. Bu alanda sıcaklık derecesi sürekli yükselme ile birlikte azalır. (Ortalama her kilometre yükseklikte 6 ˚C miktarınca düşüş olur. Tropopoz seviyesi diye bilinen zirve noktasında sıfırın altında 60 ˚C ye kadar düşer) Bunun sebebi hava basıncının bu bölgede deniz seviyesindeki basınçtan yaklaşık onda bir oranına kadar düşmesi ve yer kürenin yüzeyinden olan uzaklıktır. Zira yer küre bu bölgeye yükselen ısının kaynağıdır. Bu bölge yerden yükselen su buharının yoğunlaştığı, bulutların oluştuğu, yağmur, dolu ve karın yağdığı, gök gürültüsü ve şimşeğin meydana geldiği, rüzgârların hareket ettiği, fırtına ve hortumlarla taşıyıcı hava akımlarının ve diğer hava tezahürlerinin oluştuğu bölgedir. Bu alanda atmosfer temel olarak nitrojen (hacmi % 78,1 oranında) ve oksijen (hacmi % 21 oranında) ve (hacmi % 0,93 oranında) argon, (hacmi % 0,03 oranında) karbondioksit moleküllerinden oluşmaktadır. Bunlara ilaveten çok düşük oranlarda su buharı ve çok az miktarlarda metan, nitrojen oksit, karbon monoksit, hidrojen, helyum, ozon ve argon gibi bazı sabit gazlardan oluşmaktadır.


2- Stratosfer
Tropopoz seviyesi üstünden, yani deniz seviyesi üstünde 16-17 km.den yaklaşık deniz seviyesi üstünde 50 km.ye kadar uzar. Böylece kalınlığının yaklaşık 33–34 km. olduğu tahmin edilmektedir. Strotopoz seviyesi ile son bulur. Bu alanda sıcaklık derecesi tabanındaki -60 ˚C den daha düşük sıcaklıktan zirvesinde yaklaşık +3 ˚C ye kadar ulaşır. Bu sıcaklık yükselişindeki sebep güneş ışınları ile birlikte gelen mor ötesi ışınlardan bir miktarının bu alanın (Deniz seviyesi üstünde 18 ve 30 km.ler arası) alt kısmında yoğunlaşan ozon molekülleri tarafından emilmesidir. Ozon molekülleri bu alanın seçkin bir bölümünü oluşturur ve ozonosfer tabakası adıyla bilinir. Bu tabakada bu önemli gaz % 0,001 oranında bulunmaktadır. Bu yeryüzünü ve üstündeki hayatı mor ötesi ışınların zararlarından korumak için yeterli bir orandır. Mor ötesi ışınlar yeryüzündeki hayat şekillerinin tümünü yakıcı ve yok edici özelliktedir. Şayet ozon tabakası var olmasaydı, Yüce Allah ozon tabakasına mor ötesi ışınları emme ve dönüştürme gücü vermeseydi, yeryüzünde hayatın varlığı imkânsız olurdu. Stratosfer alanında basıncın düşmesi tabanından tavanına kadar devam eder. Öyle ki zirvede basınç deniz seviyesindeki basıncın binde biri seviyesine düşer.
3- Mezosfer
Tropopoz seviyesinden (yani deniz seviyesinin üstünde yaklaşık 50 km.den) aynı seviyenin 80–90 km. üstüne kadar uzanır. Kalınlığı ise 30-40 km arasındadır. Stratosferde sıcaklık derecesi yaklaşık her 1 km. yükseklik için ortalama üç derece düşer. Öyle ki en üst noktasında ve mezopoz diye bilinen en üst sınırında sıfırın altında 100 dereceye kadar ulaşır. Yine de bu sıcaklık derecesi sürekli iklim mevsimlerinin değişmesi ile değişir. Aynı şekilde yükselme ile birlikte hava basıncının düşüşü de sürer. Öyle ki bu alanın zirvesinde deniz seviyesindeki hava basıncının milyonda dördüne düşer.
B) Atmosferin üst kısmı
Atmosferin bu bölümü alt bölümden tümüyle farklıdır. Bu yüzden “heterosfer” (farklılık bölgesi veya ayrışma bölgesi) diye bilinmektedir. İçerisinde onu oluşturan maddelerin molekülleri güneş ışınlarının ve evrendeki ışınların etkisiyle atomlara ve iyonlara ayrılır. Aynı şekilde içerisinde Hidrojen ve helyum gibi hafif gazların atomları oksijen ve nitrojen gibi nispeten yoğun gazların atomlarına galip gelir. Sıcaklık derecesi bu alanda da yükselmeye devam eder, öyle ki 2000 dereceyi aşar. Hava basıncı bu alanın zirvesinde deniz seviyesindekinden milyonda birinden daha az bir orana ulaşıncaya kadar düşer. Bu bölüm biri birinden farklı iki bölgeyi içerir. Bunlar aşağıdan yukarı doğru şu şekildedir:
1-Termosfer:
Mezopoz seviyesinden (yani 80–90 km. arası deniz seviyesi üstünde yükseklikten) ortalama deniz seviyesinin üstünde birkaç yüz kilometreye kadar uzanır. (Termopoz seviyesinde) Bu alanda sıcaklık dereceleri yükselmeye devam eder. Bu alanın en alt seviyesinde yaklaşık 100 ˚C den deniz seviyesi üstünde 120 km. yükseklikte 227 ve 500 ˚C arası sıcaklığa ulaşır. Deniz seviyesi üstünde 300 ile 400 km. arası yükseklikte sıcaklık yaklaşık 500 ˚C de sabit kalır. Ardından bölgenin sonuna kadar 1500 ile 2000 ˚C arası değişen derecelere fırlar ve güneşin aktif olduğu zaman aralıklarında fazlalaşır.
2-Egzosfer:
Bu alan termosfer alanının hemen üstündeki alandır. Bu alanda sıcaklık derecesi belli oranda sabittir. Bu sebeple bazen bu alana izotermalosfer (Sıcaklığın eşit olma alanı) adı verilir. İçerisinde basınç azalır ve gazlar büyük oranlarda genleşir. Molekülleri yörüngelerinde tam bir hürriyet içerisinde hareket ederler. Böylece kendi aralarında buluşma imkânları azalır. Bu durum kritik yükseklik yahut baropoz (basınç durgunluğu) veya egzobeyz (yer dışı evrenlerin tabanı) diye adlandırılan bir yükseklikten itibaren meydana gelir. Bu sınırda atmosfer göğün en alt katmanı yahut gezegenler arası madde diye bilinen bölge ile buluşmaya başlar. Atmosfer bazen bu bölgenin içine girer. Bunun sebebi yer çekiminin bu bölgenin üst kısımlarındaki gazların atomları üzerindeki etkisinin azalmasıdır. Bu durum bu atomların yer çekiminin etkisinden kurtulma güçlerini ve yerküre ve atmosferinden uzaklaşma güçlerini arttırır. Mezosferin zirve noktası bölgesinden (yani yaklaşık 120 km. yükseklikten) atmosferin en uzak sınırlarına dek -mor ötesi ışınlar, güneş ışınlarıyla birlikte gelen X ışınları ve kozmik ve güneş ışınlarının parçacıklarının bazılarının tesiri ile- gazların atomları iyonlaşır (yani elektrik yüklenir). Bu kalınlığa iyonosfer adı verilir. İyonların enerjisinin sıcaklık enerjisinin üzerine çıktığı bölgede iyonlar yer çekimi alanı güçlerinin çizgileri arasında hareket ederler. Bu hareketleriyle yerin magnotosfer manyetik alanı diye bilinen seçkin bölgeyi oluştururlar. Bu alan atmosferin sonuna dek uzar. Gezegenler arası maddenin içine zaman zaman girebilir. Yine iki çift radyasyon kuşağı keşfedilmiştir. Bu kuşaklar yerküreyi çift hilal şeklinde çevrelerler. Ekvator çizgisinde fark edilir şekilde bu kuşaklarda kalınlaşma artışı olur. Kuzey ve güney kutuplarında ise ileri düzeyde incelirler. Bu kuşaklarda iyonlar ve maddenin ilkel yapı taşları (protonlar ve elektronlar gibi) hapsolunurlar. Yerkürenin manyetik alanı bunları yakalar. Böylece bu manyetik alan içerisinde yerin bir kutbundan ötekine ve tersi istikamette sürekli hareket ederler. Radyasyon kuşaklarından olan iç çift kuşak deniz seviyesinin 3200 km. yüksekliğinde yer alır. Dış çift kuşak ise 25000 km. yükseklikte yer alır.
Atmosferin yeryüzündeki hayata uyumluluğu açısından taksim edilmesi
Atmosfer yerdeki hayata uygun olması açısından şu bölgelere ayrılır:
1- Yeryüzündeki hayata tam uyum gösteren bölge
Okyanusların derinliklerinden (ortalama deniz seviyesinin 3800 metre altında) başlayıp atmosferin içerisinde deniz seviyesi üzerinde 3 km.yi geçmeyen bir yüksekliğe kadar uzayan yaşam alanıdır. Bu yaşam alanının hava içeren kısmı insan hayatına tam uyum gösteren çevre alanıdır. Yani insanın sağlık tehlikeleri yaşamadan yaşayabileceği alandır. Zira bu bölgede atmosferin kimyasal bileşimi ve oksijenin varlığı, hava basıncının ve sıcaklık derecelerinin orta seviyede olması gibi doğal özellikleri insan vücudunun doğasına ve vücudundaki organlarının ve sistemlerin görevlerine uygundur. Karanın ortalama yüksekliği doğal ve kimyasal değişikliklerin muhtemel olduğu deniz seviyesi üstü bu yüksekliğe ulaşamaz. Bu sebeple bu tür yüksekliklerde yaşayan yahut bu yüksekliklere ulaşan insanlarda, -sıcaklık derecesindeki düşmeye ve su gibi bir sıvının seyrinde bu yalçın yüksekliklerde bazı değişikliklere rağmen- herhangi bir oksijen eksikliği yahut basınç eksikliği müşahede edilmez.
2- Yerdeki yaşama yarı uyum alanı
Bu alan, deniz seviyesinden üç kilometre yükseklikten başlar, deniz seviyesi üstünde 16 km.ye kadar uzanır. Tam yarısında yeryüzünün en yüksek zirvesine yaklaşır. (8848 m.) Oksijende peyderpey bir eksilme ve fark edilir oranlarda hava basıncının eksilmesi özelliklerine sahiptir. İnsanın bu alanın alt kısımlarında ancak büyük zorlukla yaşaması mümkündür. Çünkü nefes alma zorluğu ve hava basıncının düşmesi neticesinde insan vücudunun organlarının bazı görevlerinde bozukluk söz konusudur. Böylece insan üzerinde oksijeni eksilmesi (hipoksiya) ve hava basıncının düşmesi (disparizm) arazları görülebilir.
3- İnsanın tam koruyucu etkenler olmaksızın yaşamasının imkânsız olduğu bölge
Deniz seviyesinin üstünde 16 km.den başlayıp atmosferin sonuna kadar uzanır. Bu alan insanın buranın tehlikelerinden yeterli koruyucu etkenler olmaksızın yaşamını sürdürmesinin imkânsız olduğu alandır. Yeterli koruyucu etkenler şöyle olur: İnsanı çevreleyen havanın basınç, sıcaklık derecesi ve rutubet açısından uygun hale getirilmesi; yeterli derecede oksijenin ulaştırılıp karbondioksitten temizlenmesi ve öteki zararlı sonuçlardan korunması, ayrıca sürekli sağlık durumlarının kontrol edilmesi. Bu koruma insanın uzay astronotlarının elbiselerine benzeyen elbiseler giymesi ile olur. Bu elbiseler, hava basıncında ve oksijen oranında şiddetli düşüşün, sıcaklık derecelerinde şiddetli değişikliklerin meydana geldiği bu gibi tehlikeli ortamlarda insanın hayatını sürdürebilmesini tam olarak destekleyen cihazlarla donatılmıştır. Uzay astronotlarının uzay araçları içerisinde giydikleri ve insan doğasına uygun şartlara göre hazırlanmış elbiseler son derece sağlam hazırlanmış hava ve kozmik ışınları geçirmeyen insan vücudunun sağlığı için gerekli olan hava basıncı ile doldurulmuştur. Bu elbiselerin içerisinde basınç dış kapaklıklarla basıncın kontrol edilebildiği basınç cihazlarıyla kontrol edilmektedir. Ayrıca insan vücudunun salgılarının ve vücuttan çıkan sıvıların toplanması için boşluklarla donatılmıştır. Aynı zamanda vücuda gerekli durumlarda tedavi etmek için tıbbi iğnelerle (enjektörlerle) ulaşma imkânı verir. Uzay araçları dışında atmosferde giyilen elbiselerde uzay astronotları uzay cihazlarında kullanılan elbiselerden daha karmaşık çevre ayarlamalarıyla donatılmış elbiselere ihtiyaç duyarlar. Bu elbiselerin taşınabilir yaşamı destekleyen ayarlamalarla donatılmasıyla olur. Buna taşınabilir (portatif) yaşamı destekleyen sistemler adı verilir. Uzay araçları içerisindeki elbiselere ilaveten portatif oksijen sağlayıcı kaynaklara sahiptir. Bu kaynakların biri nefes alma, diğeri nefes verme için iki borusu vardır. Yine telsiz iletişim cihazları hava klima birimi, basıncı kontrol etme panoları, sıcaklığı yalıtan ve güneş ışınlarını ve kozmik ışınları yalıtan miğfer ve örtü, uzun boğazlı ayakkabılar, sıcaklığı ışınları ve son derece ufak uzay cisimlerini engelleyen eldivenler içerir.
İnsanın gökte gerekli koruma olmadan yükseldiği zaman yüzleştiği zorluklar.
Eğer insan deniz seviyesinin üstünde 8 km. yüksekliği aşarsa, çok sayıda problemlere maruz kalır. Bunlardan birisi oksijenin eksilmesinden ve hava basıncının düşmesinden ötürü nefes alma zorluğudur. Bu uçuş tıbbında uzmanların oksijen ihtiyacı (hipoksiya) diye isimlendirdikleri hastalıktır. Bir diğeri hava basıncının düşmesi ile ortaya çıkan problemlerdir. Bu da disbarizm diye bilinir. Maruz kalınan bu iki durumda insan vücudu hayati görevlerini yerine getiremez. Vazifeleri art arda durmaya başlar. Burada insanın o yüksekliklere yeterli koruyucu hazırlıklar olmaksızın yükselirken uğramış olduğu göğüs darlığı işte bununla açıklanabilir. Çok şiddetli bir yorulma hissi ve sürekli baş ağrısı, uyuma isteği başlar. Hava basıncındaki eksilme sonucu vücudun dokuları ve değişik boşlukları içinde saklı bulunan gazlar genleşmeye başlar. Vücudun dokularına ve boşluklara şunlar örnek gösterilebilir: Solunum sisteminde ciğerler, nefes borusu, bronşlar, burun ve sinüsler; kan dolaşım sisteminde kalp, toplardamarlar ve atar damarlar; işitme sistemi ve özellikle orta kulak; sindirim sisteminde mide, ince bağırsaklar ve kalın bağırsaklar, özellikle kolon, ağız, dişler, azı dişleri, diş etleri… Bu durum vücudun bütün kısımlarında şiddetli ağrılara, ciğerler ve kalp üzerine şiddetli baskıya ve hücrelerinin ve dokularının yırtılmasına sebep olur. Yine göğüste daralma hissine ve can çekişme hırıltısına sebep olur. Aynı şekilde vücudun bütün sıvılarında ve dokularında erimiş olan gazlar ayrılmaya ve vücuttan dışarı yükselmeye başlarlar. Bu gazların en önemlisi nitrojendir. Bu gazın hacmi yetişkin bir insanın vücudunda yaklaşık olarak bir litreye kadar ulaşır. Kanda ve vücudun değişik dokularında dağınık haldedir. Bu gazlar kabarcıklar halinde çok yüksek bir hızda dışarı çıkarlar. Bu da hücrelerin ve dokuların yırtılmasının artmasına sebep olur. Yine göğüste ve eklemlerde şiddetli ağrıların ve nefes almada ileri derecede sıkıntının oluşmasına sebep olur. Bu, nitrojen kabarcıklarının ciğerlerin dokularındaki kılcal damarlardan ve bunların çevrelerindeki dokulardan, deriden, sinir sisteminin dokularından ve hücrelerinden yükselmesi sonucu olur. Kişinin görmesi etkilenir, dengesi bozulur, şiddetli bir baş ağrısı olur. Ardından ya tam bir bayılma ya bir sinir travması ya da kısmi veya tam felç meydana gelir. Vücutta morarma olur ve ölümle sonuçlanır. Çünkü kalp ve ciğerler durur, sinir sistemi yıkılır ve diğer vücut organlarının görevleri tamamıyla durur. Allah tealanın şu buyruğuyla kastettiği de muhtemelen budur.
“Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir” (En'am Suresi, 6/125)
Bu gerçekleri insanoğlu her ne kadar on sekizinci yüzyılın sonlarında hissetmeye başlamışsa da ancak 20. yüzyılın son on yıllarında öğrenebilmiştir. On dört yüzyıl önce kahir ekseriyeti okuma yazma bilmeyenlerden oluşan bir ümmet içerisinde okuma yazma bilmeyen bir Peygamber'e (s.a.v.) indirilmiş olan Allah'ın kitabında yer alması, Kur'ân-ı Kerim’in yaratıcı Allah'ın sözü olduğunu, yine bu son Peygamberin vahiy aldığını ve göklerin ve yerin yaratıcısı tarafından öğretildiğini teyit etmektedir.
 
Üst Alt