Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Aklınızın durduğu bir soru

S

ssss

Guest
ECMAİN OLSUN..
KİM RUHUNU TAM OLARAK ANLAYABİLMİŞ Kİ...
TABİ Kİ BİLMEDİĞİMİZ COK SEY VAR.
sanırım ruhumuzu anlayabilmenin yolu en baştaki soruda gizli.
onula konusmakta..
ve gıdası olan şeyleri ruhumuza vermekte saklı...
 

CCCCCC

New member
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
448
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
ruh komuta merkezi birşey yaptığımızda irademiz yani ruhumuz beyne belli sinyaller gönderiyor.bilgiler tamamen ruhumuzda saklı insanın içinin sıkılması deyimi size hangi içi çağrıştırıyor öyle değilmi ruhum sıkılıyor demeli aslında.dahada ilginç olan birşey daha var bir insanın parmağını organ nakli gibi bir başkasına ekleyemiyoruz neden derseniz ruh kabul etmiyor.Bunun bilimsel açıklaması yok araştırdım.Baktımki kolu kopan ömrü billah kolsuz dolaşıyor.
Evet ruh bunu kabul etmiyor.kesinlikle dna ile alakası yok
 
S

ssss

Guest
çok ilginç..
RÜYAYA yarı ölüm dendiğini duymustum.Ruh bedenden ayrılıp dolaşırmış;
bilmiyorum ne kadar doğru..
düşündükçe RABB'MİZE uzanan yollar ışıklanıyor...
İnsanın kendi yaratılışı hakkında düşünmesini gerektirn bir konu.
 

CCCCCC

New member
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
448
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
evet organ nakli oluyorda neden kol nakli olmuyor..ayrıca parmağı kopanın parmağını aynen getirsin doktorlar dikiyorlar ve oluyor.
 

CCCCCC

New member
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
448
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
neden her insanın ayrı bir parmak izi var ALLAH C.C insanları bilir.Yoksa ruhun benzersizliği mi?o zaman ruh bedene de yansır diyebilir miyiz.
 
S

ssss

Guest
Ruh-beden ilişkisinin bu kesilme şekline tıpkı elektrik düğmesinin kapanması gibi diyebiliriz.
 
S

ssss

Guest
yani ruh ve beden birbirine bağlıdır.tıpkı bir elektrik kesilmesinde olduğu gibi..
ruh giderse beden işlevsiz olur.
 

FEDAI

New member
Katılım
12 Nis 2007
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
İnsanın anlama, muhakeme etme ve kavrama gücüne akıl denir. Aklı “bilinenden yola çıkarak yeni bilgiler elde etme ve gelecek ile ilgili isabetli tahminlerde bulunma” şeklinde tarif edenler de vardır. Aklın bir fonksiyonu da zekadır. Akıl düşünce, muhakeme ve yorumlama kabiliyetleri ile zekadan daha geniş bir alana sahiptir. Güzellik, çirkinlik, kemal ve noksanı kavrama akıl sayesindedir. İnsana faydalı ve zararlı, hayırlı ve şerli olan her şey akıl sayesinde bilinebilir.


Bilgi akıl sayesinde kazanılmaktadır ve aklın gelişimine de büyük katkı sağlamaktadır. Bilgi arttıkça aklın anlama ve kavrama özellikleri de gelişme kaydetmektedir. “Zaruriyat” dediğimiz beş duyu ve hislerimizle kazanılan insanın olmazsa olmaz temel bilgilerini anlayan güç yine akıldır. Yüce Allah “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler, zira akletmezler”1 buyurarak bu hususa dikkatimizi çekmiştir.


Peygamberimiz (sav) “Allah akıldan daha yüce bir varlık yaratmamıştır. Hiç kimse kendisini hidayete götüren veya tehlikeden alıkoyan aklından daha faziletli bir şeye sahip değildir” buyurmuşlardır.2


Yüce Peygamberimiz (sav) kainatın yaratılışını Sahabelere anlatırken şöyle buyurdu: Allah önce aklı yarattı.3 Sonra ona ‘Bana yönel’ dedi, o da yöneldi. Sonra ona ‘mahlukata yönel’ dedi, o da varlığa yöneldi. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ‘Ben kendime senden daha sevgili bir şey yaratmadım. Seni nezdimde mahlukatımdan sevdiklerime vereceğim.4 Seninle alırım, seninle veririm. Seninle mükafatlandırırım, seninle cezalandırırım.’5
Allah’ın ilk aklı yaratması demek, kainatı akıl ölçülerine göre yaratması anlamına gelir. Zira kainatın bütün hakikatleri aklın ölçülerine göre hakikat olur. Akıl Allah’a yönelirse, akıl kemale erer. Şayet akıl mahlukata yönelirse mahlukat akıl ile kemale erer. Aklın hak ve hidayet yolunu görmesi ve göstermesi için vahyi dinlemesi gerekir. Ta ki, vahiy güneşinden kaynaklanan ışık ile kemale ererek gerçeği görebilsin. Hakkı hak bilsin, batılı da batıl bilsin. Bu durumda akıl ve din temel ve binaya benzer. Temel olmayınca bina olmaz, bina olmadan temel bir şeye yaramaz.
Nitekim yüce Allah kendilerine kitap ve ilim verilmiş olan ve kendilerini bilgin zannedenlere buyurdu: “Ey Ehl-i kitap! Size elçimiz geldi ki, kitaptan gizlediğiniz bir çok şeyi size açıklar. Gizlediğiniz bir çok gerçeği de sizin yüzünüze vurmadan tahsis eder. Gerçekleri açıklayan bir nur ve gerçeği apaçık beyan eden bir kitabı da size getirdi. Allah, kendi rızasını arayan kimseleri o kitap vasıtası ile selamet yollarına eriştirir. Allah’ın izin ve iradesi ile onları inkar karanlıklarından çıkarır ve dosdoğru yola iletir.”6 Bu ayet hak ve hidayete ulaşmanın ancak Allah’ın elçisine ve getirdiği kitap vasıtası ile olduğunu ifade eder. Aklın görevi ise vahyi anlamaya ve vahyin kainat ile münasebetini doğru şekilde kurmaya çalışmasıdır. Nasıl göz görme aleti ise akıl da anlama aletidir.

Akılla dinin birbiri ile alakasını gösteren diğer bir misal ve benzetme aklın kandil, dinin de bu kandilin yağı olması misalidir. Yağ olamayınca kandil ışık vermez. Bunun teyit eden Allah’ın şu sözüdür: “Allah göklerin ve yerin nurudur.”7 Bu ayete göre Allah’ın nuru olan vahiy, bu vahyin mübelliği ve mümessili olan peygamber ve onun getirdiği hak ve hidayet nuru olmazsa kainat ve içindeki her şey küfür, inkar ve cehalet karanlığı içinde kalır. Her şey anlamsız ve hiçliğe mahkum olur. Bunun için Hz. Ali (ra) “Akıl dindir ve din akıldır” demiştir. Bir hadiste Peygamberimiz (sav): “Allah ilk olarak nurumu yarattı” buyurdu. Bu demektir ki, akl-ı küll, akl-ı evvel, hakikat-ı Muhammediye’dir. Yani Allah kainatı ve kainattaki kanunları ve hak ve hikmet dediğimiz ilim ve hikmetin kaynağı olan her şeyi Peygamberimiz’in (sav) aklı üzere yaratmıştır. Ona uyan gerçeği bulmuş ve hakikate ermiş olur; onu ve onun yolunu terk eden de hakikatten ayrılmış ve sapmış olur.
Bunun için Allah akıl ile şeriatı nur yaptı. Din ve şeriat haricî akıldır. Bunun için yüce Allah inkarcıları akılsızlıkla damgalar: “Onlar düşünüp anlamazlar.8 Onların çoğunun akılları yoktur.9 Hakka kulaklarını tıkadıkları halde ‘işittik’ diyenler gibi olmayın! Onlar akıl ve idrakten mahrum olup yeryüzünde Allah’ın yarattığı en şerli canlılardır.10 Sen onları derli toplu sanırsın; halbuki onlar akıl ve idrakten mahrum bir topluluktur”11 buyurdu.

Aklın insan bedenindeki yeri konusunda İslam bilginleri ihtilaf etmişlerdir. Akıl ruhun en önemli bir fonksiyonu olmakla beraber bedendeki yeri dimağda veya kalpte olduğu hususu tartışılmıştır. Kalpten maksat yürek olmayıp hakikatleri anlayan manevi bir nurdur. Hz. Ali (ra) “Akıl dimağda olmakla beraber nurunu kalpten alır” demiştir. Hakikatler ancak aydınlanmış, nurlanmış, temizlenmiş kalplerde tecelli eder. “Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan” denilmiştir. Kalbin aydınlanması ve nurlanması ise, süflî arzulara boyun eğmemek, Allah’ın emirlerine ve Resulünün ahlakına uymakladır. Bu hususta tecrübe ve irfandan daha kuvvetli delil yoktur. Kim irfan ve vicdan yolu ile bunu kavrayacak durumda değilse, hiç olmazsa bunun böyle olduğunu tasdik etmelidir. Bu tasdik de imanın mertebelerinden biridir.

Aklın Fonksiyonları

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Kişiyi ayakta tutan aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur.”12 Böylece teklifin akla yapılacağını beyan etmiş oldular. Bundan dolayı bilginler: “Sahih nakil, sarih akla muhalif düşmez” demişlerdir. Her faziletin bir esası, her edebin bir kaynağı vardır. İnsanlardaki faziletin esası ve edebin kaynağı Allah’ın din için bir esas yaptığı ve dünya için direk kıldığı akıldır.

Hz. Enes’ten rivayet edilen bir hadiste: “Biri Resulullah’ın (sav) huzurunda birisini övdü. Peygamberimiz (sav): ‘Bu adamın aklı nasıldır?’ diye sordu. Sahabeler cevap verdi: ‘Ya Resulullah biz bu adamın iyiliklerinden ve ibadetlerinden bahsediyoruz. Siz aklını mı soruyorsunuz?’ dediler. Peygamberimiz (sav): ‘İnsanlar ahmaklığı ile günahkarlardan daha büyük hatalara düşerler. İnsanların yarın kıyamet gününde mertebeleri akılları nispetindedir.13 İnsan aklı gibi, hidayete eriştiren ve felaketten kurtaran bir şey kazanmadı. İşitmediniz mi, facirler cehenneme atıldıklarında ‘Biz aklımızı kullanmış olsaydık bu cehenneme düşmezdik’14 diye pişmanlık gösterisinde bulunacaklardır’15 buyurdular.”

Hz. Aişe (ra) bir gün Peygamberimiz’e (sav) sordular: “Ya Resulullah insanlar dünyada ne ile üstünlük kazanırlar?” Peygamberimiz (sav) cevap verdi: “Akıl ile..” Hz. Aişe sordu: “Herkesin kıymeti ameliyle ölçülmez mi?” Peygamberimiz (sav) cevap verdi: “Ya Aişe! Onlar akıllarından fazla bir şey yapabilirler mi? Allah’ın onlara verdiği akıl nispetinde ibadet ederler. Ondan sonra da amelleri nispetinde mükafatlandırılırlar.”16

Yine İbn-i Abbas’dan (ra) mervidir ki, Resulullah buyurdular: “Her şeyin bir aleti vardır: Müminin aleti akıldır. Her şeyin bir biniti vardır. Kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği vardır. Dinin direği akıldır. Her kavmin bir dayanağı vardır. İbadetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran vardır. Alimi ibadete çağıran akıldır. Her şeyin bir tamirci ustası vardır. Ahiretin tamircisi akıldır. Herkesin kendisinden sonra unutulmayacak bir eseri vardır. Sıddıkın eseri akıldır. Her yolcunun bir çadırı vardır. Müminin çadırı akıldır.”17

Yine buyurdular: “En akıllınız, Allah’tan çok korkanınızdır. En iyiniz Allah’ın emir ve yasaklarına riayet edeninizdir. Her ne kadar nafile ibadetleriniz az bile olsa.”18

Allah, Adem’i (as) yaratıp, Cennete koyduktan sonra ona Cebrail (as) vasıtasıyla üç şey gönderdi: “Akıl, İman, Haya.” Adem’den (as) bu üç şeyden birisini seçmesini istedi. Adem (as) aklı seçti. Cebrail (as) imana: “Haydi dönelim” diyince iman: “Allah bana akıldan ayrılmamamı emretti. Ben gelemem” dedi. Cebrail (as) bu sefer hayaya: “Haydi gidelim” dedi. Bu sefer haya da: “Allah bana imandan ayrılmamamı emr eyledi. Ben imandan ayrılamam” dedi. Böylece Adem (as) hem akıl, hem iman, hem de haya sahibi oldu.

Bu rivayet doğrudur. Çünkü “İman aklın gereği ve haya imanın neticesidir. Üçü birbirinde ayrılmayan ve iki cihan saadetini netice verecek olan, Allah’ın yarattığı en değerli ve en önemli üç cevherdir. Kim bu üçüne sahipse dünya da, ahiret de ona verilecektir.”19 Bundan dolayı Peygamberimiz (sav), Hz. Ali’ye hitaben: “Ya Ali! İnsanlar güzel amel ve iyiliklerle Allah’a yaklaşıyorsa sen de aklınla Allah’a yaklaş” buyurmuştur.20 Yine bunun içindir ki: “Allah akıldan daha değerli bir şey yaratmamıştır”21 buyurdular.

Evet, akıl Cennetten kıymetlidir. Zira kimse aklı verip, Cenneti almaz.

Aklın Mahiyeti22

Hz. Ali (ra): “İnsanı, şeref ve izzet sahibi yapan üç şey vardır. Bunlar: Akıl, din ve ilimdir”23 der. Akıl, iyiyi kötüden ayıran bir melekedir. Peygamberimiz (sav) buyurdular: “Akıl kalpte hak ile batılı ayırt eden bir nurdur.”24

Gazali’ye göre akıl göz gibi bir alettir. Onun görmesi için “Tevfik-i İlahi” denilen ilimle hayatlanmış ve “Vahy-i İlahi” denilen güneşle ona medet verilmiş olmalıdır. “Tevfikten ve dinden mahrum olan akıl, kamil akıl değildir. Kafirlerin aklı tevfiksiz akıldır” denilmiştir. Amir bn. Kays: “Aklın seni dinen yakışıksız söz ve fiillerden men ediyorsa, sen gerçekten akıllısın” demiştir. Nitekim Hz. Ömer (ra), Ubey bn. Ka’ab ve Ebu Hureyre (ra), Peygamberimiz’in (sav) huzuruna gidip, sordular: “Ya Resulullah! İnsanların en alimi kimdir?” Resulullah cevap verdi: “Akıllı olandır.” Tekrar sordular: “En çok ibadet eden kimdir?” Resulullah (sav): “En çok akıllı olan.” Bu sefer: “İnsanların en faziletlisi kimdir?” diye sordular. Resulullah (sav): “En akıllı olan...” Sordular: “Ya Resulullah akıllı kimse, mürüvvet sahibi, cömert, konuşmasını bilen ve hatırı sayılır kimse değil midir?” Peygamberimiz (sav): “Bu saydıklarınız dünyaya aittir. Ahiret ise muttakilerindir. En akıllı kimse ise muttaki olan kimsedir”25 karşılığını verdiler.

Yine buyurdular ki: “Muhakkak ki, akıllı kimse Allah’a inanan, Resulünü tasdik eden ve Allah’a ve Resulüne itaat ederek amelini şer’a muvafık kılandır”26 Aklın da üç mertebesi vardır. Birincisi: İfrat Diğeri: Tefrit İstenen ise: Vasat olanıdır. İfrattan “Cerbeze”, tefritten “Hamakat” ortaya çıkar. Gerçek akıl ise, aklın vasatı olan “Hikmet” mertebesidir ki, “Hakkı hak bilir, ona uyar; batılı batıl bilir, ondan da sakınır.”27 Bunun için Peygamberimiz (sav): “Allah’ım bana hakkı hak olarak bildir, ona uymayı nasip et. Batılı batıl olarak bildir, ondan sakınmamı sağla”28 diye dua ederdi.

Hz. Peygamber "Akıllı, nefsini kontrol altına alıp, ölümünden sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir."29 buyurmuştur.

Kaynak: http://www.risaleinurenstitusu.org/...ion=EnstituSayfasi&Date=15.10.2004&TextID=818

Buna göre Komuta Merkezi AKIL dır.

İnsanda 2 zıt kutup vardır.

1. si Ruh Daima iyiliği emreder. İslama uygun yaşamayı tavsiye eder.
2. Nefis Ruhun karşıtı. Daima kötülüğü emreder. Nefsin 2 başı vardır. Birisi iki kaşın ortası (İki kaşın arasında rabıta yapılması bu yüzdendir), birisi göbeğin altındadır. (Ki Belki de fazla yememeyi bunun için tavsiye etmemiş büyükler)
Nefsini bilen rabbini bilir.

İnsanda önemli unsurlardan brisi de KALP tir. Allah CC nın mekanıdır.

Yere göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım. (Hadisi kutsi)

“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.”

Kalbe 4 yerden bilgi gelir.

1. Allah CC dan ki rahmettir.
2. Melekten ki ilhamdır.
3. Şeytandan ki vesvesedir
4. Nefisten ki Boş hatıradır

İşte sizin söylediğiniz bu içinden geçenler aslında kalbe gelenlerdir. Kalb geleni akla yönlendirir. Akıl da kara verir.
Seninle alırım, seninle veririm. Seninle mükafatlandırırım, seninle cezalandırırım.

Alimler de bunu açıklamışlardır.

İnsanları sadece parmak izlerinden ayrılmazlar.

Her insanda

Parmak izi, Göz Retinası, Kulak Yapısı farklı farklıdır. ve bunlar şu ana kadar bilinenlerdir. Kimmbilir daha neler neler var ayrıldığımız.

Bunlar Allah CC nın mucizeleridir.

Milyarlarca belki trilyonlarca insanda 1 cm2 lik bir alan farklı farklı. Bu muazzam bir şey.

Allah CC Bizlere kendini ve yaratma sanatındaki ustalığı kusursuzluğu muhteşemliği haşmeti anlatmaktadır.

Tabi tüm bunlar AKIL SAHİPLERİNE...
 

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
Bismillah..

içimizdeki sesler bazen şeytanın telkinde bulunduğu nefsten gelir ki onu dinlersek sonumuz helakettir,bazen ise vicdanımız konuşur,onu dinlersek bize hep doğruyu söyler.İman ve İslam nefsi emmarenin baskısından vicdanımızı kurtararak hakiki bir insan eder,bizi,hürriyetimizi ilan ettirir.
 

lotus

New member
Katılım
30 Mar 2007
Mesajlar
407
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
iyi ile kötünün kavgasıda denilebilinir yani.
 

FEDAI

New member
Katılım
12 Nis 2007
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Rivâyete göre Ömer - Bin Abdülâziz (R.A.) der ki, «Sâlihlerden biri. şeytanın insanoğlunun kalbinin neresinde olduğunu kendisine göster-mesini Allâh'dan ister.Bunun üzerine rüyada içi dışından görünen yarı şeffaf bir insan vücudu görür, adamın başı omuz ile kulağı arasındaki boşlukta ve sol omuzu üzerinde kurbağa şekline girmiş olarak şeytanı görür, uzun ince bir hortumu vardır, onu adamın omuzundan kalbine uzat-mıştır, bu yoldan oraya vesvese akıtmaktadır. Fakat, adam Allah'ın adını andığı zaman kurbağa kılığına girmiş olan şeytan görünmez oluyor.» . Allah'ım! Lânetlik şeytanı ve kıskançların dilini üzerimize musallat eyleme, Peygamberlerinin sonuncusu olan Hz. Muhammed (SAV.) hür-metine sana zikir ve şükürde bulunmamıza yardım buyur.
Kaynak: http://www.zehirliok.com/mk/seytanin-dusmanligi.html

Şeytan

1. si direk kalbe vesvese verir
2. si nefisle beraber olur ki tehlikeli durumdur.

Ki bazı tarikatlarda vesvese geldiği anda mürşidin şeytanın hortumuna basıp ezdiğini düşün derler.
 

FEDAI

New member
Katılım
12 Nis 2007
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
iyi ile kötünün kavgasıda denilebilinir yani.
Adem babamız yaradıldğında Şeytan ve yılanla(şeytanı cennete almıştı) aramızda düşmanlık oldu.
Ve Allah CC

Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin

buyurdu.

Ve Şeytana Allah CC tarafından Kıyamete kadar MÜHLET VERİLDİ.

Adem Babamız HAK şeytan ise BATILDI.

Adem babamızla Şeytanın düşmanlığı HAK İLE BATILIN çekişmesiydi.

Buna göre

Olay iyi ile kötü den ziyada HAK İLE BATILIN çekişmesidir.

Adem AS Babamızdan beri vardır. Kıyamete kadar da varolacaktır.

Vesselam
 

lotus

New member
Katılım
30 Mar 2007
Mesajlar
407
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
46
Allah razı olsun bende bunu anlatmaya çalışmıştım ama sizin tanımınz daha uygun oldu
 

FEDAI

New member
Katılım
12 Nis 2007
Mesajlar
4
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Amin

Cümle ümmeti Muhammed SAV den inşaallah
 

CCCCCC

New member
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
448
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
hEPİMİZDEN ALLAH CC RAZI OLSUN.
 

CCCCCC

New member
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
448
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Peki görünmeyen akıl,duyguysallık,aşk,vicdan,iman,haya bunların hepsi Ruh tamı birleşiyor.Bunlar bedene bağlı olmadığına ve görünmediğine göre ve herkesin farklı bir yapısı ve imanı olduğuna göre kişide toplandığı belli öyleyse bunlar görünmediğine göre görünmeyen birşeyde toplanıyor diyebilirmiyiz yani Ruhta haydi bu soruya ilişkin araştırma yapalım.Ayrıca neden parmağı kesilen birinin pğarmağını getirdiğinde doktorun dikip eskisi gibi çalışabildiğini ama aynı anda parmakları kopan iki kişinin diğerinin parmağını doktorlar diktiği halde olmadığı kaynaşmadığı bir durum var.Sonuçta hücreler farklımı kanlar uyuşsa bile olması gerekmiyormu neden ayağı kopanlar organ nakli gibi ayak sahibi olamıyorlar haydi bunlarıda düşünelim

Saygılarımla konuya eşlik eden arkadaşlarımA ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum
 

CCCCCC

New member
Katılım
2 Şub 2007
Mesajlar
448
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
BİSMİLLAHİR RAHMANİR RAHİM.

Arkadaşlar ayrıca size çok ilginç birşey söyleyeceğim.Mesela Birçok test sonucunda, beynin sol lobunun, konuşma,
matematiksel işlemler, diziler, sayılar ve analiz gibi
konularda çok üstün olduğu, mantıklı ve doğrusal
çalıştığı tespit edildi. Araştırma sonuçları beynin
sağ lobunda da, ritim, hayal kurma, renkler, boyut,
hacim, müzik gibi fonksiyonların icra edildiğini
ortaya koymaktadır. Beynin sol tarafı bilgiyi mantıklı
ve doğrusal olarak işlemekte, sağ lob ise artistik
tarafı oluşturmakta, detaydan çok resmin bütünüyle
ilgilenmekte ve bilgiyi şekil ve hayal gücüyle
işlemektedir.

Şimdi bunu neden anlattım derseniz şunu ifade etmek istiyorumki beynin işlevleri belli siz 2x2 düşünürken beyin bunu hesaplıyormu zannediyorsunuz tabiki hayır beyin 2x2 yi hesaplamaz ezberler hafızaya alır daha öncede söyledim bilim adamları beyinde hafıza yeri bulamadık demişti.Neye dayanarak söylüyorum,beyin sadece siz istediğiniz şeyleri bulur getirir.mesela 2x2 hafızanızda olsun cevabıda hafızanızda siz sadece bir bilgisayarın hardiski gibi önce beyninizin sol lobu çalışacak bu karmaşık matematiksel işlemler için bilgi toplayacak harddiskte böyle birşey gördümmü diye,varsa getirecek ve siz cevap söyleyeceksiniz.

Evet şimdi soruyorum eğer bilginiz olmasa,yeni doğmuş bir bebek gibi beyniniz boş dünyaya ne kadarda anlamsız bakardınız öyle değilmi matematik öğretmeni size o bilgileri öğretmese ve hafızanız dolmasa 4 işlem nasıl yapacaktınız.

Şimdi size söylüyorum.Beyin size matematiksel işlemler yapmaz sadece arasında bağ kurar ,size sonuç getirmez çarpmaz ve bölmez hafızada olanı getirir bu çok önemli daha önceden 8x7 yi gören kişi için hiç bir anlam ifade etmeyen bir çocuğa biz buna çarpma diyoruz bunun sonucu 56 diyen öğretmenin çocuğun 8x7 yi gördüğü her anda ben bunu biliyorum bunun cevabını hiç bir matematiksel işlem yapmadan 56 demesi olasıdır.

Ayrıca çok önemli birşey diyorum eğer beyin matematiksel işlemler yapsaydı ezber diye birşey olmazdı mesela bir çocuğa 2x2 yi öğrettikten sonra bir tanesi o kadar çok çalışıyorki beynin sol lobunu kullanarak geliştiriyor ve öğrenme gerçekleşiyor.Beynin sol lobu öyle bir gelişiyorki matematiksel işlemler artık hafıza senelerdir yer işliyor.İkinci çocuk sadece ezberliyor.Beyin sol lobundaki gelişmeler yawaş ilerliyor ve hafıza genişlemiyor bilgi az böylelikle zayıf hafızaya sahip olduğu için hem unutabiliyor hemde ezber olmuş oluyor

Şimdi gelelim sağ loba arkadaşlar sağ lob ayıt edicidir.Mesela sokakta kedi gördünüz sonra bir kaplan gördüğünüzde buda kedi olabilir mi dediğinizde kediyi hayal ettiniz o sırada ve bu kaplan ile ilişki kurdunuz.Mesela toplama işlemiyle çarpmanın sonucunu bulması yine sağ lobu ile yapacaktır.Aradaki ilişkileri ayırt etme açısından

Fazla yazmıcam zaten çok oldu.Buraya kadar okuyanlardan ALLAH C.C RAZI OLSUN.bİR SONRAKİ YAZIYI BEKLEYİN NEDEN BEYİNİ ANLATTIĞIMI TEKRAR ANLATACAĞIM
 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
Konuya geç rastladım.Katkıda bulunalım inşaallah.

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir (işlerindendir). Size, ancak az bir bilgi verilmiştir.” (17/İsrâ, 85)

Âyette “ruh”la ilgili temel özellik olarak ifade edilen, “Rabbın emri” konusunu irdelememiz gerekir. Kur’an’ın en sağlam ve birinci tefsiri yine Kur’an’la olacağından, bu âyette geçen “Rabbın emri” ifadesini Kur’an bütünlüğünden öğrenelim: “Onun (Allah’ın) emri, bir şeyin olmasını murad edince, ona sadece ‘ol!’ demektir, o hemen oluverir.” (36/Yâsin, 82) “Bizim emrimiz de ancak, göz açıp kapama gibidir (âni bir irâdeyle, kolaylıkla hemen oluverir).” (54/Kamer, 50) Ruhun Allah’ın emrinden olması, Allah’ın “ol!” emriyle hemen ortaya çıkan başka hiçbir şeye ihtiyaç duyulmadan yaratılan ilâhî sanat eseri olmasıdır.


Ruh-Beden İlişkisi


Ruh, emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanundur. Beden olmayınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisimdir. Rûhun kendi mâhiyetini bilmede de aczi vardır ki, bu âcizlik, nice hakikatlere pencereler açıyor. Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Beden hizmetçi, ruh ise efendi. Hizmetçi efendiye tâbi. Gözden akan yaş, üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi. Zira bedenin kederle bir ilgisi yok. Ruhtaki üzüntü, gözden yaş olarak dökülmekte.


Ters yönden giden bir arkadaşımıza, “Dur! Geri dön!” diye sesleniriz. Bu seslenişte muhâtabımız, ne onun kulak zarı, ne de ayaklarıdır. Kulak sadece bir âhizedir, ayaklar ise doğru veya yanlış yoldan anlamazlar. Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şu şehâdet âlemine hâkimiyetini temsil ediyor. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi, şu dünya da kendi keyfince dönmüyor. Göz, kendi arzusuyla bakmadığı gibi, güneş de ışığını kendi irâdesiyle vermiyor. Beden şu âlemdeki birçok olayın etkisinde kalır. Ama ruhun bedene tesiri bunların hepsinin üstündedir. Aşırı soğuk da sinir sistemi üzerinde olumsuz etki yapar; ama bu tesir, hiçbir zaman bir ihânetin, bir zulmün, bir vefâsızlığın tesiriyle kıyaslanamaz. Bazı gıdalar da tansiyonu yükseltici etkiye sahip; fakat bu yükseltme, üzüntünün, heyecanın etkileri yanında küçük kalır.


Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, sesle anlam arasındaki ilgiye benzer. Ses, mananın bedeni, mana ise sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda; ne içindedir, ne dışında. Mana, hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir. O, hâfızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana gelir, kalpte kelimesi bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedimi, işte o zaman, sese görev düşer. Ses, muhâtabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mana ise ondan sonra da varlığını sürdürür. Mana, sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten sonra da varlığını devam ettirmede.


Ruh, Allah’ın kanunu, beden O’nun mahlûku. Bu bedeni, o kanunla tanzim ve idare ediyor. Allah’ın mahlûkata benzemekten münezzeh olduğundan gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda, birçok Rabbânî hakikatlere işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik ederken, çok dikkatli olmak gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli. Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında bir benzerlik kurmak cehâlettir. Bir yazı, kâtibini gösterir, onun sanatına delil olur; fakat, kâtibi yazıya benzetmek veya yazının özelliklerinde yazarın sıfatlarını aramak anlamsızlıktır. Meseleye bu şuurla nazar ettiğimizde, ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler bulabiliriz:


Ruh, beden ülkesinin yegâne sultanıdır. Ruh, bedenin hiçbir cüz’üne, hiçbir organına benzemez. Ruhun zâtı, bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına benzemez. Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında benzerlik düşünülemez. Ruh, doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar, hep bedenin, maddenin özellikleridir.


Ruhu, mâhiyetiyle kavramak mümkün değildir. Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesâda gider. Bedenin eliyle ne alınırsa alınsın, şükür daima ruha yapılmalıdır. Ruhun bedendeki icraatı, güneşin gezegenlerini döndürmesi gibi, dokunmaksızın, temassız yapılır. Bir hücreyi idare etmekle, bütün hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir fark düşünülemez; birincisi ona daha hafif, ikincisi daha zor değildir.


Bir başka açıdan: Bedeni kafese, ruhu ise kuşa benzetirler. Bu güzel teşbihten alacağımız çok ders var. Bunlardan birkaçı: Beden ruh içindir, ruh beden için değil. Kafesin boyanmasıyla kuş güzelleşmez. Beden sıhhati de ruhun olgunluğuna delil olamaz. Kafesi büyütmekle kuşu geliştirmiş olamazsınız. Onun büyüme yolu daha başkadır. Kuş, kafesten dışarıyı seyreder, ama gören kafes değildir. Kuşsuz kafesi kimse evinde barındırmaz. En yakınımızı bile ölümünden sonra kaç gün misafir ediyoruz? Kuş, kafesten önce de vardı, kafesten uçtuktan sonra da varlığını devam ettirir. Şu koca kâinat sarayı, ruh için bir oda gibi. Beden ise kafes. Ruh kafesten uçtuğu gibi, saraydan da çıkar gider, daha geniş âlemlere kavuşmak üzere. Kafeste boğulmayan, odaya aldanmayan, kendini unutmayan ruhlara müjdeler olsun! (8)


“Ruh, nasıl bir şey?” diye soranlara, doğru cevap: “Bilmiyorum!” olmalı. Ya da, en doğrusu ve en güzeli olan, Kur’an üslûbunu ölçü alarak, “çok az şey biliyoruz” denilmeli. Böyle demekle sorunun gerçek cevabı verilmiş olmakla kalınmaz, insan kendini ve haddini de bilmiş olur. Mâhiyeti bilinmezler hakkında en ileri ilim, “bilmiyorum” kelimesinde ifadesini bulur. Böyle demeyip de, onun hakkında birtakım tahminlerde bulunulsa, “uzundur” veya “kısadır” denilse, “bedenin şurasında veya burasındadır”, “şu veya bu renktedir” gibi lâflar edilse, kişi aldanmış ve aldatmış olur. Çünkü ruh, beden cinsinden değil. Biri ev, diğeri misafir; biri tezgâh, beriki usta.


Beden ve evren. Her ikisi de kesif ve maddî. Ruh ise latîf ve nûranî. O halde ne beden, ne de şu âlem bize ruhun mâhiyeti hakkında bir bilgi vermez. Onlara dayanarak yapacağımız bütün tahminler, yanıltıcı olmaya mahkûm. Toprağa bakıp yer çekimi hakkında tahminler yürütmek gibi bir şey. Ruh, zâtıyla bedene benzemediği gibi, onun gördüğü işler ve yaptığı icraatlar da bedeninkiyle karşılaştırılamaz. Penceremizin perdesini elimizle açıp kaparız; göz kapaklarımızı ise elsiz açar kapatırız; ama nasıl? Konuşurken ses tellerimizi dokunmaksızın titreştiririz; ama nasıl? Yere düşen kalemimizi elimizle tutup kaldırırız; kolumuzu ise bir yerinden tutmaksızın kaldırırız; ama nasıl?


Bu soruların cevabı, ruhun tarif cümlesinde geçen “Rabbın emri”, kanun-ı emrî ifadesinde saklı. Emir âlemine ait bir kanun. Tâbiri câizse, idare edenler âlemine “emir âlemi”, idare edilenlere ise “halk âlemi” diyoruz. Toprak, halk âlemindendir, yer çekimi ise emir âleminden. Güneşin cirmi halk âleminden, câzibesi ise emir âleminden. Halk âlemi, en mükemmel şeklini insan bedeninde bulduğu gibi, o bedenin idarecisi de en mükemmel bir kanun olacaktır; o ise ruhtan başkası değil.


Med-cezir olayında Ay, denize dokunmaksızın dalgaları kaldırır ve indirir. Dünya da Ay’ı yine dokunmaksızın etrafında döndürür. Atom çekirdeklerinin elektronlardaki tasarrufu da bunun bir başka örneği. İşte bu sayısız örneklerin en mükemmeli, ruhun bedendeki icraatı ve tasarruflarıdır.


Ölüm kanunu ile bedenden göç eden ruh, aslî fonksiyonlarını çok daha mükemmel olarak yerine getiriyor. Uyanıkken karşımızdaki apartmanın arka tarafını göremediğimiz halde, rüyada kıtalar ötesini görebilmemiz bunun ilk işareti değil mi?


Daha önce verdiğimiz örnekle ifade edersek, kafesle kuş, ayrı birer varlık. Kafesi sökmekle kuşu parçalamış olamazsınız. Can kuşu denilen ruh ile beden kafesi arasında da benzer bir ilgi mevcut. “Ceset ruh ile kaimdir. Ruh onunla kaim değildir. Ruh, kendiliğinden kaim ve hâkim olduğundan, ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun bağımsızlığına zarar vermez.” İnsanoğlu “ben”, “ben” der durur. Yaptım, ettim, gittim, geldim gibi laflar eder. O “ben” derken bilerek veya bilmeyerek ruhunu kasdetmektedir. Dolayısıyla ağzından çıkanı kulağı işiten bir insan ruhu inkâr edemez.


Birisinin koştuğunu görsek, “acelesi var” deriz; “ayaklarının acelesi var” demeyiz. Ağlayan birisinin kederli olduğundan söz ederiz; gözlerinin üzüntülü olduğunu söylemeyiz. Öfkeli bir şekilde el kol hareketleri yapan kimse için de, “kollarının âsâbı bozulmuş” demeyiz. Aynı şekilde, “şu koku burnumun çok hoşuna gitti”, yahut “şu manzarayı gözüm çok sevdi” de demeyiz. Heyecandan kalbin çarpmasını, korkudan ellerin titremesini, üzüntüden rengin kaçmasını ifade ederken de bedeni değil; ruhu ön plana geçiririz. Bütün bu tür konuşmalarımızda bedeni; mahkûm, irâdesiz, ilimsiz, sevgisiz, korkusuz... olarak tanır, bütün bu ve benzeri fonksiyonların o bedende misafir olan ruha ait olduğunu çok iyi bilir ve kelimelerimizi ona göre seçeriz. Ruha inanmayanların, konuşma düzenlerini de bu inançsızlık istikametinde ayarlamaları gerekir. Böyle yaptıklarında saçmalamış olacaklarını çok iyi bilir ve bu yola girmezler. Ama bu hal, ruhu inkâr etmek kadar gülünç olmaz.


Ruh, zâtında hayat ve şuur sahibi; girdiği cismi de hayata kavuşturan özelliktir. Cahil bedene şuurlu işler yaptırır. Yol, iz tanımayan ayakları diyar diyar gezdirir. Akılsız beyin hücrelerinden bilgi fışkırtır. Bir şey bilmeyen dudaklardan ilim ve hikmet akıtır. Gerçeği böylece tespit eden ruhlar, varlık âlemini çepeçevre kuşatan ve akıllara durgunluk veren rahmet, kudret ve hikmet tecellîlerini ibretle seyrederler. Bunu başaramayanlar ise, bedende kaybolur, tabiatta boğulur ve mahvolurlar. Bir cenazenin kabre konulmasından sonra, böcekler bedene ilişinceye kadar, hısım akraba da tâziyelerini hemen hemen bitirmiş oluyorlar. Daha sonra, mirasçılar mal bölüşme görüşmelerine, böcekler de bedeni parçalamaya koyuluyorlar. Her iki faâliyet de bir bakıma, birlikte yürütülüyor. Beden tüketiliyor, servet dağıtılıyor. Bu hali hayretle seyreden ruh, birçok yaptıklarına şimdi pişman olarak elini dizine vurmak istiyor, ama ortada artık ne el kalmıştır, ne de diz! (9)


Ruh ile beden arasındaki ilişki, elektrikle mükemmel bir fabrika arasındaki ilişkiye benzer. Ruh-beden ilişkisinin konumunu düşündüğümüzde, ruhun bedene dahil olmadığı gibi, hariç de olmadığını görürüz. Bir şeye dahil ve hariç olma, cisim ve maddenin özelliğidir. Ruh ise, maddenin sıfat ve özelliklerinden soyulmuş bir varlıktır. Dahil ve hariç meselesini bir örnekle açıklayabiliriz: Bilindiği gibi, elektrik, ışığa dönüştüğü avizeye dahil olmadığı gibi hariç de değildir. Çünkü, elektriğin ışığı onda ortaya çıkmaktadır. Dahil de değildir. Çünkü kırıldığında, onun parçalarında elktrik bulunmaz. Buna başka bir örnek: Bir fabrikadaki bütün çarkları çalıştıran elektriktir. Elektrik kesilince, faaliyetin duracağı muhakkaktır. Elektrik, o fabrikaya vücut veren maddelere dahil değildir. Zira, aynı fabrikanın çarklarında elektrik yoktur. Ancak, fabrikayı çalıştıran o olduğundan, elektrik o âlet ve çarkların dışında da değildir. Çünkü, fabrikaya hareket veren odur.


Ruh, aynen elektrik gibi, bazen gördüren, bazen işittiren, bazen kimyasal ve bazen fizik bir enerjidir. Elektrik de ruh gibi bazen ısı, bazen ışık ve bazen hareket enerjisidir. Hayat, ruhun canlılardaki tesiridir.


Ruhun madde ve bedenle ilişkisi, kanunidir. Yani, çoğa-aza, büyüğe-küçüğe bir bakar, farklı bakmaz. Meselâ, yerçekimi, en küçük bir çakıl taşını nasıl çekiyorsa, en büyük dağı da öyle etkilemektedir. Çünkü yerçekimi bir kanundur. Ruh bir piyanisttir; beyin ise bir piyanodur. Vücut ruhun emirlerine, piyanonun piyanistin komutlarına uyması gibi kolaylıkla uyar ve itiraz etmez.


Davranışlarımızın ortaya çıkması açısından ruh ile biyolojik yapı arasındaki ilişkiler şöyle anlaşılmalıdır: Biyolojik yapının enerjisi ruhtur, onu çalıştırır ve kullanır. Ancak davranışlarımızın kaynaklarının tam karşılığı biyolojik yapı değildir. Bu, aynen şuna benzer: Bir sürücünün davranışını etkileyen otomobilinin bazı özellikleri vardır. Hızı, yakıtı ve konfor gibi özellikleri. Ancak, sürücünün her hareketini bu otomobil düzenlemez. Bazen otomobilsiz de sürücü hareket eder. Bu örnekteki sürücü ruhtur. Misal olarak; rüyada ruh, beden verilerinden etkilenir. Ancak, yalnız da hareket edebilir. Bedenin karşılamadığı, görmediği insanlarla konuşur. Maddî bedenin kullandığı zamanı pek kullanmaz. Hareketlerinde yer ve zaman darlığı ve zahmeti yoktur. Yeme, içme ve istirahat gibi ihtiyaçları yoktur.


Ancak onu rahatlatan, Allah'a kulluk ve itaat, nizam ve intizam, sâlih amel, insanlık yararına yapılan şeyler, fedâkârlık ve sükûn gibi moral değerlerdir. Bunu hissetmemiz zor değildir. İhtiyacı olan bir insana, karşılıksız bir yardım elini uzatın. Kötü olarak bilinen bir alışkanlığı yapmayın. Ne hissedeceksiniz? Sebebini anlayamadığınız bir mutluluk. Acaba, çok zor durumda kaldığınız zaman, yalan söylemediğinizde organik yapınız ve maddeniz için ne yapmış oldunuz? Bir mazluma infak olarak yardım elinizi uzatın. Bedeniniz ne kazandı? Allah yolunda kurşuna hedef oldunuz. Maddeniz ne kazandı? Aldığınız haz neye aittir?


Bugüne kadar insan davranışını açıklayan sayısız model vardır. Öğrenme, davranışçı, sosyal, mekanik, biyolojik ve mistik. Bunların hepsi de eksiktir. Her model, insanın bir kuvvetini alıp diğer sıfatlarını inkâr eden modeldir. Modern psikiyatrinin “biyopsikososyal” kavramıyla bütünleştirip topladığı model kavramsal olarak, mükemmeldir. Ancak, vahyi reddeden anlayışların tümünde neyin biyolojik, neyin psikolojik ve neyin sosyal faktör olduğu belli değildir. Herhangi bir tek modelle insan davranışlarını anlamak mümkün görünmemektedir. Bu olay, körlerin bir fili tanımlamalarına benzer. Filin hortumunu tutan biri filin bir borudan ibaret olduğunu, kuyruğunu tutan biri filin uzun kıllardan ibaret olduğunu ve Freud gibi filin cinsel organanından tutan biri de filin sadece cinsel organdan ibaret olduğunu ve filin diğer yapılarının bu organa hizmet ettiğini iddia etmesi gibi bir şeydir.

 

Mücahid

New member
Katılım
17 Mar 2007
Mesajlar
2,553
Tepkime puanı
223
Puanları
0
Yaş
57
Konum
Tr
RUHA AİT KUVVETLER


Ruhun temel özelliği olarak üç ayrı görünüşten bahsedilir. Bunlar da, hareket, hayat ve idraktir. Bunların tümü, evrendeki yaratıklar içinde detaylı olarak insanda vardır. Bitkilerde, kendilerine gerekli olan gıdayı almak, büyümek ve tohum saçarak üreme özelliği olarak en basit şekilde ruhun eseri/kuvveti görülür. Hayvanlarda bunlara ek olarak canlı özelliğinin biraz daha gelişmişi olan serbestçe hareket edip bir yere bağlı kalmama, neslini devam ettirmek için cinsî zevk alma ve kısmî ve basit şekilde de olsa şuur. Bu özelliklerin en gelişmiş şekliyle insan ruhunda teşekkül ettiğini görüyoruz. İrâde, şuur, akıl yürütme, faydasını zararını idrak edebilme, Yaratanı ve sayısız nimetler vericisini tanıyıp şükredebilme, Allah'a irâdesiyle ibâdet edebilme/kulluk özellikleri... Acı duyma, tad alma, hoşlanma, nefret etme gibi duyusal kuvvetler; idrak, düşünce, tasarı ve tasavvurlar gibi zihinsel ve aklî kuvvetler; istek ve irâde gibi harekete geçirici kuvvetler olmak üzere ruhun üç ana kuvvenin kaynağı olduğu bilinmektedir. İnsan ruhu denilirken, bağlı bulunduğu bedeni ve kendi kendini hareket ettirebilme, canlılık ve idrâk gibi özelliklerin üçü birden gözönünde bulundurulmalıdır. Ruha ait bu temel görünümlerden farklı olarak ruhun bazı kuvvetlerinden bahsedilir.


Devamlı değişimlere, dağılmaya, hastalıklara ve felâketlere mâruz, birçok ihtiyacı olan ruhun yaşayabilmesi için bedeni ve ruhu yaratan Yaratıcı, bedene bazı kural ve kuvvetler koymuştur. Bu kuvvetler “ben”e (“ego”ya) bağlı kuvvetlerdir. Yani, ben’in üç önemli sıfatı ve kuvveti vardır. Ben, sosyal, kültürel ve mistik çevreyle ve başka yapılarla olan ilişkilerini bu kuvvetlerle sürdürür. Ayrıca biyolojik yapı ile ben’in ilişkisi ve etkileşimi bu kuvvetler yoluyla olur.

BİRİNCİ KUVVET: İnsanı maddî ve manevî menfaati elde etmeye yönelten kuvvettir. Kâinatta öyle bir düzen ve Yaratıcının öyle bir ikramı var ki; her canlı, yaşamının devamını sağlamak zorunluğunu duymakla, Allah’ın ruha bahşettiği bu özellik sayesinde, kendine olan görevinde büyük bir lezzet alır. Öyle ki bir varlığın kendine hizmetinin mükâfatı, hizmetin içine konulmuştur. Yaptığı fonksiyon ve icraatın kendisi âdeta ücret ve hazdır. İşte bu sır nedeniyle, canlılar, hatta cansız nesnelerin dahi, tâbi oldukları kanunlara uymaları, o kuralı tatbik etmeleri, ileri ve gelişmiş bir şevk ve bir çeşit lezzettir. Arıdan, sinekten, tavuktan tutun da güneş ve aya kadar her şey, ileri bir lezzetle vazifelerine çalışıyor. Demek ki hizmetlerinde bir haz var ki, akılları olmadığından, sonuç ve neticeleri düşünmeden, mükemmel bir şekilde görevlerini yerine getiriyorlar.

Görevin haz verdiğine bir delil de; horoz veya yavrulu tavuk gibi hayvanların vazifelerinde gösterdikleri fedâkârane tutumlarıdır. Horoz aç olduğu halde, tavukları kendine tercih edip bulduğu rızka onları çağırır, kendisi yemez, onlara yedirir. Bir haz ve gururla o vazifeyi görür. Demek ki o hizmette, yemekten daha fazla bir lezzet bulmaktadır. Küçük yavrularına çobanlık eden tavuk da, yavrularının hatırı için ruhunu feda etmeye hazırdır; yavrularına zarar vereceğini zannettiği kendinden çok güçlü olanlara bile saldırır. Kendini aç bırakıp yavrularını doyurur. Demek ki bu hizmetten öyle bir lezzet almaktadır ki, açlık acısına ve ölmek elemine bu hazzı tercih etmektedir.

Anne hayvanlar, yavrularını küçükken, vazifeleri bulunduğundan lezzetle himayeye çalışır. Büyüdükten sonra görev kalkar, lezzet de gider. Yavrularını bazen dövdükleri, elinden yiyeceği aldıkları görülür. Ancak, insanoğlunun annelerinin görevleri bir derece devam eder. Çünkü; insanlarda, zaaf ve acziyet itibariyle, daima bir çeşit çocukluk vardır. İnsan, her yaşında, her zaman şefkate muhtaçtır. İşte tüm hayvanların annelerine baktığımızda, onların kendi hesabına ve kendi menfaatlerinden dolayı o vazifeyi yapmadıklarını görürüz. Görevleri; onları o vazife ile görevlendiren ve o hizmetlerde rahmetiyle bir lezzet koyan, nimetleri ikram eden Razzak, Rab ve Rahman olan Yaratıcıları namına, nesillerini devam ve koruma için yapıyorlar. Bu görevleri yaparken tarif olunmaz bir haz alıyorlar.

Hizmetin kendisinde ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki; bitkiler ve ağaçların dağıttıkları kokular, müşterileri olan hayvan ve insanların arzularını kamçılayacak ziynetlerle süslenmeleri ve sümbülleri, meyveleri çürüyünceye kadar kendilerini fedâ eder pozisyonlar takınmaları, onların kendilerine verilen görevden lezzet aldıklarını gösterir. Çünkü akıllları yok ki, neticeleri düşünsünler. Meselâ, hindistan cevizi ve incir gibi meyveler, süt gibi bir gıdayı alır, meyvelerine yedirir. Ağacın kendisi çamur yer. Demek ki bundan büyük bir lezzet alır.

Kâinattaki her nesnede görülen bu kanunun sırrındandır ki, işsiz, tembel, istirahatte yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, genellikle çalışanlardan daha çok zahmet ve sıkıntı çekerler. Çünkü daima işsizler hayatından şikâyet eder, eğlence ile ömürlerinin çabuk geçmesini isterler. Sonra da dikkatleri kendi bedenlerine döner, kendini koruma dürtüsüyle değişik ruhsal bozukluklara yol açılır. Sonuçta o rahat ve istirahat döşeğinde yatamaz ve o kanuna mecburen uyma yoluna şifa arama davranışıyla girer. Sonuç değişmez, onlar da kâinatın diğer fertlerinin devamlı uydukları kurallara uyacaklardır. Bu sebepledir ki; psikiyatride meşguliyet, çok önemli bir tedavi şeklidir. Gayret eden ve çalışan ise, genelde halinden memnundur. Ömrünün geçmesini istemez. Bundan dolayı da “İnsanın rahatı zahmette; zahmeti rahattadır” ifadesi, bu gerçeği vurgulayan önemli bir sözdür. Tabii, zahmetler, gayret ve çalışmalar ne kadar meşrû ve Allah için, O’nun razâsı doğrultusunda olursa; ruhun tatmini, haz ve lezzeti o derece büyük olur.

Evet, kâinatta hayat sahiplerinin ödev ve fonksiyonlarını yapmaları, onlara verilen değişik vazifeleri sonunda alacakları lezzet ve ihtiyaç çeşitleriyle yazılan pusulaya bağlıdır. O pusula ile Yaratan, bir nevi emirleri hükmünde olan kanunlarla ilgili program ve hizmet listesini onlara vermiştir. Dikkat edilecek olursa, Yaratan, kendi ilim kitabından, meselâ arının vazifesine ait miktarını bu emir pusulasında yazmış ve arının beynindeki hâfızaya koymuş, yani arıya vahyetmiştir. (Bkz. 16/Nahl, 68). Arının belleğindeki bilgilerin anahtarı, arıya has bir lezzettir. Belki de arının yönlenişi tamamen zevke meyletme ve uyarılma derecesiyle ilgili olabilir. Hayvanlardaki bu vaziyeti “içgüdü” şeklinde bir kavram uydurarak çözdüğümüzü sanmamız, düşünme ve araştırma yapmaya kapıları kapamak olduğu gibi, kolaycılığa kaçmaktır da. Neden acaba arı durup dururken içgüdüsünü çalıştırıyor; Uygun çiçeklere yöneliyor, çok uzaklaşsa da kovanını bulabiliyor?! Bazen de bu içgüdü sayesinde arı kendini fedâ eder. Acaba tavuğa yavruları için köpeğe atlayıp onun pençeleri altında hayatını kaybettiren içgüdü, vazifesinin icrâsındaki haz ve lezzet dışında, neyle ifade edilebilir? Bu içgüdü denen bilgi fihristleri ve reçetelerini kim, neden koymuştur? Her bilgiyi bir hayvan neden takip eder, ona uyar? Ayrıca bu hayvanlar bu görevlerini icrâ ederlerken, evrendeki düzene katkıları olan ödevlerini nasıl düşünebiliyorlar? Tüm bunlar, haz ve lezzetin kâinatta çok esaslı bir gerçek olduğunu gösteriyor. İnsan davranışlarının da bu gerçeğin dışında kalmayacağı açıktır. Haz ve lezzet, evrende canlı ve cansızların davranış ve hareketlerinden sorumlu olduğunu, haz ve lezzetin sadece cinsel nitelikli olmadığını görüyoruz. Cansızlarda bile neticesi bilinmeden yapılan baş döndürücü hareketin temelinde Yaratıcının eşyaya koyduğu kurallara uymanın verdiği lezzetten bahsetmek gerekir.

Eşyanın kendi mâhiyetindeki ilâhî emirler olan kanunlara şevk ve lezzetle uyduğunu müşâhede ediyoruz. Atomdaki esrarengiz, çok karmaşık, insanı çıldırtan faâliyet ve yıldızlardaki mistik danslar, hep bu lezzetin ipuçlarıdır. Aksi halde, akılsız güneş bu kadar vazifesini nasıl düşünsün, inek insanı düşünerek nasıl süt versin? Hepsi bebek gibi olan insanoğlunun ihtiyaçlarına niçin titresinler? Bütün bunlar, Yaratıcı’nın eşyaya koyduğu kanun ve emirler sâyesinde olmakta ve arzın efendisinin, yeryüzünün halifesinin insan olduğunu, diğer yaratıkların ona hizmet ettiğini göstermektedir. İnsanın da âfaktaki ve enfüsdeki tüm hârika düzeni görmesi ve Yaratanına şükretmesi gerekmektedir.

İnsanın, davranışları sayısınca haz ve lezzet çeşidinden bahsetmek mümkündür. Ruhu koruyan diğer iki kuvvette de olduğu gibi, bu kuvvetin üç mertebesi vardır: Aşırı oluşu, vasat/orta oluşu ve yetersiz oluşu. Bu kuvvetlerin her çeşidinde bu dereceler sözkonusudur. Aşırısı ve yetersiz oluşu patolojik, orta derecesi sağlıklı olanıdır. Her davranışını zevk ve haz almaya göre şekillendiren insan, bu kuvveti fazla kullanmaktadır, böylece aşırılığın getirdiği anormallik ve problemlere yuvarlanmaktadır. Meselâ, yeme zevkinin aşırısı, birçok yönden zararlıdır. Beden ağırlaşarak hareket kabiliyeti azalır. İnsanı, bedenî hastalıklara açık hale getirir. Yenmeyecek şeylere iştah şeklinde artış olursa, örneğin, bağımlılık yapan maddeleri hele aşırı şekilde tüketirse hem organik ve hem de ruhsal sağlığı bozulacaktır. Yeme, içme ve diğer zevklerin yetersizliği ise organik sağlığın ve bunun sonucunda da ruhsal sağlığın bozulması demektir. Sağlıklı olan, mubah ve doğru olan ise, orta derecedir. Gereksinimler vücut için zararlı olmayacak ve yeterli derecede, toplum ve insan haysiyetini ortadan kaldırmayacak kadar mûtedil tarzda karşılanmalıdır. Aslında insan davranışlarında hazzın nedeni, ihtiyacın giderilmesidir. İnsanoğlunun davranışlarını, ihtiyaçlarının türü belirler. İhtiyacın hissedilmemesi sosyal ve doğal çevre ile alışverişin sonlanması ve ilişkinin bitmesi ve dolayısıyla uyumun sona ermesi demektir.

İKİNCİ KUVVET: Ruhu koruyan insan davranışlarının ikinci kaynağı, öfke kuvvetidir. İnsanın bedensel ve ruhsal bütünlüğüne karşı yönelen tehditleri ortadan kaldırmaya yönelik bir kuvvettir. Öfke, genel olarak negatif yönleriyle anılan bir davranıştır. Ama gerçekte böyle değildir. Öfke, saldırganlık ve şiddet kuvvetinin hiç bulunmaması ve yetersizliği, uyumu bozar, patolojiktir. Öfkenin yetersizliği durumunda, çaresizlik ortaya çıkar. Bunun sonucunda fobi denen, korkulmaması gereken korkma hastalıkları görülür. Hastalık hastalığında da esas bozukluk, agresif/öfkeye dayalı kuvvet yetersizliğidir. Kişi, bu hastalıkta, mantıksız şekilde hasta olmaktan korkar. Normali ise, sağlığına dikkat etmek, temiz olmaktır. Aşırı derecede artmış saldırganlık kuvveti de bozukluktur, dengesizliktir.

ÜÇÜNCÜ KUVVET: Ruhu koruyan bir diğer özellik de “akıl”dır. Akıl; maddî olan ile maddî olmayanı idrak eden, anlayan bir kuvvettir. Akıl; tasavvurları, düşünceleri ve arzuları seçip mantık kurallarına göre eşya ve olaylar arasındaki müşterek noktaları bulup tahlil ve tesbit ederek bir sonuca varır. Böylece mevhumlarla dıştaki varlıklar arasında mutabakat temin eder. Kıyas ve karşılaştırma yoluyla, bildikleri yardımıyla bilmediklerini öğrenir. Hem basitten komplekse, hem kopleksten basite doğru düşünüp neticeler çıkarır.


Aklın algılayıcı fonksiyonları beş dış ve beş iç olmak üzere ayrılırsa, anlaşılması kolaylaşabilir. Ayrıca beyin, vücudun otonomik fonksiyonlarının icrâsını ve hareketi de gerçekleştirir. Akıl kuvvetinin kaynağı ruh (Kur’an, buna “kalp” der) ve beyindir. Şöyle ifade etmek daha doğrudur: Ruh, aklî eylemlerini beyin yoluyla gerçekleştirir. Beş dış kuvvet; görme, işitme, dokunma, tatma ve koku gibi dış duyulardır. Bu algılar yoluyla beyne çevreden bilgiler taşınır. Fakat dış algılar, bir aynanın önüne geleni gördüğü gibi görür ve algılar. Aynadaki görüntüyü etkileyen birçok sebep vardır. Aynanın cinsi, rengi, büyüklüğü ve ışık durumu gibi. Ayna, önündeki her şeyi alıp değerlendirdiği ve birçok dış ve iç nedenin, gerçeği değiştirdiği gibi, beyne ulaşan bilgiyi birçok durum değiştirir. Beş duyudan herhangi birinin tıbbî hastalığı, algılamayı engeller. Ruhsal hastalıklarda da algılanma engellenmese bile bozulur ve değişir; illüzyon ve hallüsinasyonlar şeklinde, olmayan nesnelerin algılanması gibi anormallikler ortaya çıkabilir. (10)




 
Üst Alt