Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Akıl ve Nakil Üzerine

chamdali

New member
Katılım
28 Nis 2006
Mesajlar
647
Tepkime puanı
123
Puanları
0
Yazan: Hikmet ZEYVELİ

İLMİN YOLLARI

Mustafa Sıbai, Isra/36 ayetiyle, ilmin elde edilebilmesi için gerekli üç esasın zikredilmiş olduğunu hatırlatır.[1]

Ayetin meali şöyle:

„Hakkında ilmin (hasıl) olmayan birşeyin peşinden gitme. Çünkü duyma (n), görme (n), ve muhakeme (n), -bunların hepsi- ondan sorumludur.“

Mustafa Sıbai’ye göre, ayyette, ilim’e ulaşmak için zikredilem üç esas şunlardır:

1- Sem’ (Duyma): Doğru haber (Haber-i Sadık).

2- Basar (Görme): Sağlam tecrübe ve müşahede (Havass-ı Selime).

3- Fuad (Akıl - muhakeme): Sağlıklı bir aklın muhakemesi (Akl-ı selim)

Gerçekte bu tespit, kelam alimlerince de kabul edilenin aynıdır.

Şimdi bu üç esası teker teker inceliyelim:

DOĞRU HABER

Yalın ifadesiyle „haber“; tecrübe ve müşahade edilmemiş bir olayın, bir gerçeğin şifahi nakliyle meydana gelir. Haberin ilme veri (done) olabilimesi için mutlaka „doğru“ olması esastır.

Verdiğimiz tanımda „tercrübe ve müşahade edilmemiş“ kaydını koymuş bulunuyoruz. Her zaman ve herkesçe tercübe ve müşahade edilebilecek olay ve gerçeklerin aktarılmasının bir gereği ve önemi yoktur. Örneğin; geçmişteki insanların tenasül yoluyla hayatlarını idame ettirdiklerini, yeme - içme ve hava teneffüsüyle yaşadıklarını, suyun aktığını, ateşin yaktığını.. birer haber olarak nakletmeğe hiç gerek duymayız. Çünkü bunlar, her toplumda bizzat gözlenen ve tercübe edilen gerçeklerdir.

O halde, „haber“ niteliğiyle bir naklin önem kazanabilmesi için, onun herkesçe ve herzaman tercübe ve müşahade edilemeyen bir özelliğinin olması gerekir. Bu tercübe ve müşahade edilemeyen gerçek ve olayları iki kısma ayabiliriz:

a) Tüm insanların tercübe ve müşahadelerinin sınırları dışında kalan gerçekler ve olaylar: Kainatın yaratılış prosesi, dünyamızın ve ilk insanın varedilmesi, varoluşun hikmeti ve gayesi, varlıkların veya insanlığın akıbeti, ölüm - ötesi gerçekler... Bütün bunlar, yaşamakta olan insan için tercübe ve müşahadesi imkansız olan konulardır. Ve işte bütün bunlar, ancak Yaratıcımızın ilminde olan (gaybi) gerçeklerdir ve ancak O’nun, Peygamberlerine - vahiy yoluyla - bildirdiği kadarını bilebiliriz. -Gaybi konularda Yaratıcının bildirdiklerine tam bir teslimiyetle inanmak kadar (Bakara /3), O’ndan başka herhangi bir beşerin bu konuları bilebileceğine inanmamak da (Neml / 27, En’am / 59) imanımızın gereğidir.

Bu tür gereçekleri nakleden haberlerin „mütevatir vahiy“ olması gereği ortaya çıkmaktadır. „Mütavatir“ terimiyle, sıhhatinden hiç şüphe edilmeyecek şekilde kollektif bir nakille gelmiş olmasını kasdediyoruz. İlahi vahiy iddiasındaki mesajlardan Kur’an’ın - yalnızca Kur’an’ın - bu vasfa mazhar olduğuna tahkiken ulaşmış bulunuyoruz.

O halde Kur’an’ın dışındaki hiçbir kaynağın „gaybi“ haberleri bize bildirmeye kabiliyeti ve yetkisi yoktur.

„ Gaybın anahtarları O’nun katındadır. O’ndan başkası onları bilemez...“(En’an/59)

„ De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gabı bilemez..“ (Neml / 65)

b) Muayyen bir zaman veya coğrafyada tercübe ve müşahade edilmiş olmakla beraber her zaman ve her yerde tekrarı mümkün olmayan veya çok zor olan olay ve gerçekler: Genellikle tarihin konusunu teşkil eden bu olay ve gerçekler, sebep - saik - sonuç münasebetlerinin bilinmesiyle yeni tercübe ve müşahadelere yardımcı olmaları açısından önemi büyüktür. Hz. Muhammed (a.s)’in risaletinin olayları, İstanbul’un fethi, Fransız ihtilali bu kabil gerçekler olup bizlere ancak „haber“lerle ulaşmaktadırlar. Bu haberler sahih ve mütavatir oldukları ölçüde ibretamizdirler.

Birinici şıkta verilen gaybi haberlerin doğrudan kaynağı Yaratıcı olmakla beraber, peygamber vasıtasıyla ilk tebliğden sonraki nakli de artık ikinci şıkkın konusu olmaktadır. Yani, vahyin inzali, tebliğ ve tatbiki de artık tarihen tercübe edilmiş bir olaydır ve sonrakilere haber (nakil) lerle ulaşmak zorundadır. Dolayısıyla bu şıkka giren haberlerin „sadık“ olabilmesi için hem aslının geçek olması, hem de dürüst nakledilmiş olması gerekmektedir.

Sonuç olarak „haber“e, geçmiş tercübe ve müşahadelerin sonraki nesillere iletim vasıtasıdır, diyebiliriz.

TERCÜBE VE MÜŞAHEDE

Toplum ve bireylerin doğrudan - doğruya algıdakları, gözledikleri, denedikleri olaylar ve gerçekler de ilme veri (done) teşkil etmektedir. Ancak bu deney ve gözlemlerin, sağlıklı duyular ve yeterli araçlar vasıtasıyla yapılmaları gereklidir.

Tercübe ve müşahadenin doğru verileri temin edebilmesi için; bunları yapanların, sağlıklı duyu organlarına sahip ve psikolojik yönden kusursuz olmaları gerektiği gibi, deney araçlarının yeterli ve doğru seçilmesi, gözlem ve deneylerin yeterli sayıda ve temsil edici niteliklerde olmaları da gereklidir.

Duyuların kusursuz olması, yine de, tabiattaki bürtün gerçekleri yeterli bir şekilde algılayabilecekleri anlamına alınmamalıdır. Çünkü her duyumuz, kendi alanın bütünüyle ihata edecek bir kapatisede yaratılmamıştır. Gözün görebildiği ışık dalgaları, kulağın işitebildiği ses dalgaları bütün alana nazaran çok cüz’i kalmaktadırlar. Gözümüz kızılötesi, morötesi, Röntgen... ışınlarını göremediği gibi kulağımız da mesela supersonik sesleri duyamamaktadır. Ayrıca piskolojik faktörler de deney ve gözlemlede hata yapma ihtimalini arttırırlar. Hele kitle pliskolojisi içinde müşahede yanılgıları yaygın bilinen bir gerçektir.



AKIL VE MUHAKEME

Akıl ve muhakeme, ilk iki esasla (haber ve tecrübe / müşahade ile) aynı türden değildir. Haber ve tercübe / müşahade, akla veri (done) sunarken akıl, o verileri değerlendirerek (muhakeme ederek) bir sonuca varır. Yani akıl bir kabiliyettir, bir malzeme, bir veri değildir. Muhakeme de bu kabiliyetin fonksiyonudur.

Akıl salt bir kabiliyet olunca, onun, verisiz hiçbir muhakeme yapamayacağı ve hiçbir sonuç üretemeyeceği gerçeği ortaya çıkar. Tıpkı program yüklenmemiş bir bilgisayar gibi.

Aklın doğuştan (fıtri) bir kabiliyet olduğu, ancak akıl sahiplerinin mükellef olabileceği veya akıl olmayanın dininin de olamayacağı hep kabul edilen gerçeklerdendir.

A’raf / 172-173 ayetleriyle verilen (Qalu- bela / temsili istiaresiyle -sembolik anlatımıyla); insanın, fıtraten Rabbini bulmaya ve tanımaya kabiliyetli yaratıldığı ve bundan dolayı da „tevhid“e ulaşmasında hiçbir mazeretinin olmadığı ifade edilmektedir.[2]

AKIL / NAKIL TERCİHİ

Ötedenberi akıl ve nakil (haberin) çelişebileceği iddia ve kabul edilmiş, böyle bir durumda hangisinin tercih edileceği tartılmıştır.

Daha çok kelamcılarca benimsenen görüşe göre: „Akıl ile nakil tearuz ettiklerinde akl evvel, nakl muevveldir.“ (Akıl ile nakil çelişirse akıl esas alınır, nakil akla göre te’vil edilir.)

Bu görüş sahipleri, - kendilerince - akla aykırı gördükleri nakilleri, ya delaletinde veya subutunda hata yapıldığını ileri sürerek te’vil veya reddetmişlerdir.

Nakilciler (hadisçiler) ise aklın önceliğine karşı çıkmışlar, naklin rivayet yönünden „sahih“ görülmesi halinde, aklın artık söz sahibi olamayacağını savunmuşlardır. Bazılarına göre ise „zaif bile olsa naklin (hadis), kıyasa (akla) tercih edilmelidir. “

Örnek olarak: „ölen bir kimsenin oruç borcu varsa velisi onun yerine oruç tutar.“ mealindeki hadisi verebiliriz[3]. Bu hadis, hadisçilerce rivayet yönü „sahih“ görüldüğünden -kıyas muhalefeti itiraf edilmesine rağmen savunulmuştur.[4]

AKIL VE NAKİL ÇELİŞİR Mİ

Yukarda verdiğimiz tanımlardan, naklin (haberin) ve tercübe / müşahade’nin akla veriler sunduğunu; aklın ise, kendisine sunulan bu verileri değerlendirerek sonuçlar elde eden bir kabiliyet olduğunu; başka bir ifadeyle, aklın, ilk iki veri kaynağından farklılığını öğrenmiş bulunuyoruz.

O halde akıl, kendisiyle aynı türde olmayan birşeyle nasıl çelişebilir?

Sorumuza kuvvet kazandıracak bir benzetme yapalım:

Eşya’nın gözle görülebilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır;

a)Sağlıklı göz, b) Yeterli ışık.

Göz olmaksızın ışığın, ışık olmaksızın gözün eşyayı görmemize yeterli olamayacağı aşikardır. Bir kimse „ Eşyayı görmemizde göz ile ışık çelişirse hangisini tercih edelim?“ diye bir soru ortaya atsa herhalde çok abes buluruz. Hemen „ Gözle ışık nasıl çelişebilir ki? Bunlar hiçbir zaman çelişmeyeceği gibi herhangi birinin yokluğu da diğerini -görme konusunda- fonksiyonsuz bırakır. Bunlar birbirinin lazımı - melzumu (birdiğerini gerekli kılan) şeylerdir. Ancak göz bozuklukları veya ışık yetersizlikleri sözkonusu edilebilir ki bunların da çelişkisiyle ilgisi yoktur.“ gibi bir karşılık verebiliriz.

Benzer şeyler „Akıl ile nakil hiçbir zaman çelişmezler. Bir çelişme sözkonusu ise,bu akıl ile nakil arasındadır ya da gene akla mukaddime olmuş tercübe/ müşahade veriler ile nakil arasındadır. Akıl başka bir veri ile mukayese etmeden yeni verilerin doğru veya yanlış olduklarına da hükmedemez. Öncül verilerin doğru veya yanlışlığı, varılan sonucun da doğru veya yanlış olasına sebep olur.“

Şimdi, bu söylediklerimizi iki örneğe uygulayalım:

Ö r n e k : 1

·Allah’ın „sürekli yaratmakta ve yoketmekte olduğu“ şeklindeki dini inançla „ Hiçbir şey yoktan var olmaz, var iken yok olmaz: ancak enerji bir halden diğer hale dönüşür“ şeklindeki ifade edilen, maddenin veya enerjinin sakımı kanunu birbiriyle çelişmektedir. Bu durumda akıl - nakil çatışması mı sözkonusudur? Bizce hayır. Çünkü anılan fizik kanunu, doğrudan - doğruya aklın ürünü değildir. Tabiatta yapıldığı iddia edilen çok sayıda gözlem ve deneylerin verilerini kendine baz alan aklın „tümevarım“ yoluyla elde ettiği bir sonuçtur.

Yani „madem ki şu kadar deneyle madde / enerji’yi varedemedik ve yokedemedik; madem ki şu kadar gözlemle madde /enerji’nin varoduğuna ve yokolduğuna şahit olamadık, o halde hiçbir şey yoktan varolamaz...“ mantığı.

Biz ise, yine aklımızla, bu genellemedeki büyük cür’eti ve hayatı görebiliyoruz:

Bütün bir kainata (evrene) teşmil edilen böyle bir sonuç çıkarmamıza esas olacak gözlem ve deneylerin; bütün kainatı temsil etmeye yeterli bir alanda, yeterli sayılarda, yeterli deney ve gözlem araçlarıyla yapılması - aklen - gerekmez mi?

Bütün bir kainata nazaran işkal ettiğimiz, deney ve gözlemlerimize sahne olan alanın boyutu nedir?

Kainata nazaran bu sonsuz küçük alanda, sonsuz küçük sayıda ve sonsuz küçük imkanlarla yapılan deney ve gözlemlerin sonuçlarından yola çıkarak bütün bir kainata teşmil edilecek bir kanun nasıl çıkarılabilmiştir?

Günümüzün birçok bilim adamı bu kabil genellemelerin yanlış olacileceğini, istisnaların her zaman bulunabileceğini artık kabul etmek zorunda kalmışlardır[5]:

Örneğin „Termodinamiğin İkinci Kanunu“ nun şumulu hakkında tereddütler ileri sürülmektedir artık:

„Termodinamik yalnızca istatistiki bir ifadedir ve istisnaları mümkündür.“[6]

„Kainatta vuku bulan herşeyden haberimiz yok. Müşahade ettiğimiz değişimlerin tamamı entropinin arttığı istikamette maydana gelmektedir. Buna rağmen kainatın herhangi bir yerinde anormal şartlara bağlı bazı değişmeler olabilir ve şimdiye kadar hiç incelemediğimiz azalan entropi yönündeki olaylarla karşılaşılabilir.“[7]

Varolma - yokolma konusunda da tereddütler gözlenmektedir.

„Kainatın maddesi nereden gelmektedir? Eğer 0 = +1+(-1) ise, „0“ olan birşey +1 ve -1 de olabilir. Belki sonsuz bir hiçlik denizinde artı ve eksi enerji yığınları eşit büyüklükte çiftler halinde devamlı olarak teşşekkül etmekte, evrime maruz kaldıktan sonra bir kere daha birleşerek kaybolmaktadırlar. Bizler hiçlikler arasında bir zaman aralığında, bu yığınlardan birisinin içindeyiz ve merakla bekliuoruz.“[8]

Görüldüğü üzere, örneğimizde nakli ile bizzat akıl çelişmemektedir. Akıl, yetersiz bir öncülden hareket ederek nakle (vahye) aykırı yanlış bir hükme varmıştır.

Yaratıcımız, yarattıkları hakkında yanlış bilgi vermekten münezzehtir.

Ö r n e k : 2

Yukarıda zikredilen „ Ölen bir kimsenin oruç borcu varsa velisi onun yerine oruç tutar.“ hadisiyle amel etmeyi reddeden müctehidlerin gerekçeleri de mücerred aklın kendisi değildir.

İmam Ebu Hanife (r.a.) - adeti vechiyle - hep Kur’ani verilerle mes’elelere bakmaktadır. Kur’an’da ise „ Hiçbir günahkar başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan için çalışmasından (amelinden) başka bir istihkakı yoktur.“ (Necm/39-40) buyurulmaktadır. Bedeni bir borçun mali bir borca benzetileceyeceği gene Kur’an’dan çıkarılabilecek bir sonuçtur.

İmam Malik (r.a.)’ in ise, „sünnet yurdu“ olan Medine’deki uygulamayı esas alarak bu hadisle ameli reddettiği bilinmektedir.

Ayrıca bu hadis hükmünü reddeden sahabe fetvaları da vardır.

Görüldüğü üzere gene nakle karşı duran, nakille çelişen mücerred akıl değil, akla mukaddime olan nakil ve gözlemlerdir.

AKILSIZ OLUR MU?

Akıl; vahiy dahil her çeşit haberi, her çeşit tecrübe ve müşahade sonuçlarını değerlendiren yegane kabiliyet olduğuna göre akılsız hiçbir doğruya ulaşılamaz.

Akletmeden bir peygamberi bir şarlatandan ayırdetmemiz, akletmeden vahyi kavramamız, akletmeden iman etmemiz, akletmeden tevhide ulaşmamız mümkün değildir.

Bu ifadelerimizle vahyi ikinci plana atarak küçümsüyor muyuz? Asla! Akıl göze, vahyi de ışığa benzeten örneğimizi hatırlatsak akıl olmadan vahyin, vahiy olmadan da aklın - sorumlu insan için - hiçbir değer ifade etmeyeceğini zorunlu olarak kabul ederiz. Şunu da hatırlatalım ki, Allah’ın sözlü ayetleriyle (vahiyle) muhatap olmayan akıl - Kur’an’ın tekrar tekrar hatırlattığı - tabiattaki (sözsüz) ayetlerden her zaman faydalanabilir. Yani faal akıl mutlaka ayetleri bulabilecek ve tevhide ulaşabilecek imkan ve kabiliyete sahiptir.

Aklı için sözkonusu olabilacek bir zaaf varsa, onun faal edilmemesidir ve bu faaliyetsizlikten irade sahibi insan sorumludur. Kur’an’ı Kerim, aklı faal tutma yönünde teşvik ve uyarılarla doludur. „Akletmez misiniz ?“ (14 yerde), „...ki akledesiniz.“ (8 yerde), „akleden bir toplum için...“ (9 yerde), „ eğer aklederseniz...“ „(Allah) pisliği (azabı/rezilliği) akılarını kullanmayanlara verir...“ (Yunus / 100 )

„Derler ki: Eğer (vahye) kulak vermiş veya akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin halkı arasında bulunmazdık.“ (Mülk / 10)

„....Onları birlik -beraberlik sanırsın, oysa kalbleri birbirinen ayrıdır. Bu, onların akletmeyen bir topluluk olmalarından ötürüdür.“ (Haşr /14)

Allah’ın emirlerine uyarak aklımızı faal tutmamız kulluğumuzun gereğidir.



--------------------------------------------------------------------------------

[1]Dr. Mustafa es-Sıbai- Es - Sünne.. (1.B.) Kahire, 1961, s. 49

[2]Fahreddin er -Razi / Mefatihu’l - Gayb, Tahran, tsz. cüz.15,s. 46-53

[3]Buhari K: 30, B: 42: Muslim, K: 13 B: 27

[4] M.N. el -Elbani - El - Hadis .. (3.B:) Kuvayt, 1400 H, s. 39-40; Ibn Hacer el - Asqalani Fethu’l - bari Beyrut tsz. c. 4. s. 194.

[5]Bertrand Russel - Bilimden Beklediğimiz (Varlık Yy.), Ist. 1969, s. 69-80

[6]Dr. Henry M. Morris - Yaratılış Modeli, (M.E.B.Yy) Ank. 1985. s.46 (Kaynağıyla !. H. Rush’dan naklen)

[7]Aynı eser, s. 47

[8]Aynı eser s.36
 
S

seha

Guest
Mesele budur. Konu bu kadardır. Allah razı olsun. Bende eklemek isterim:
Kesinleşmiş bir hükümdür. Akıl ile nakil tearruz ettikleri yani mübareze ettikleri vakit akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.
Baki selam
 
Üst Alt