Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Abese1-2 :Yüzünü ekşitip sırtını ceviren Hz.Muhammed(s.a.a)' mıdır?

Caferi

Forum Þairi
Katılım
23 May 2007
Mesajlar
574
Tepkime puanı
59
Puanları
0
Yaş
43
Konum
istanbul
Web sitesi
www.websitetasarim.com
Bir alıntı yapıyorum. Nihayet Ehli-sünnet kardeşlerimiz de bu ayetin muaatabının Hz.Muhammed olmadığını kabulleniyor.


‘ABESE VE TEVELLÂ’ İFADELERİNİN MUHATABI KİMDİR?
Yrd.Doç. Yener ÖZTÜRK
Kur’ân "Sen yüce bir ahlak üzerindesin" buyurarak tarif ettiği bir Peygamber’in, kendisinden bir şeyler dinlemek için saygıyla meclisine koşarak gelen bir mümine –üstelik a’ma olmaması cihetiyle şefkate ziyadesiyle muhtaç ve müstehak birisine – yüz ekşitip sırtını çevirmesi mümkün gözükmemektedir.

Yüzünü ekşitip sırtını çeviren kimdir? Dünden bugüne bu ayetle ilgili olarak yapılan yorumların büyük çoğunluğuna göre, bu ifadelerle Hz. Peygamber (s.a.s) kastedilmiştir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla, Musa Cârullah (ö.1949), M. Huseyn et-Tabatabaî (ö. 1981) ve Fethullah Gülen hocaefendi bu iki ifadeyle kastedilenin, Hz. Peygamber olamayacağını ve bu fiillerin muhatabının kibir ve istiğna içinde inkarında direnen, Kureyş’in önde gelen müşriklerinden birisi olduğunu belirtmişlerdir. (Bkz., M. Carullah, Kitabu’s-Sunne, s. 42; Tabatabaî, el-Mîzan fî Tefsiri’l-Kur’ân, XX, 199-202; F. Gülen, Sonsuz Nur, II, 209-215.)
Surede yer alan abese ve tevellâ ifadelerinin muhatabının neden Peygamberimiz olamayacağını beş farklı açıdan ele alıp değerlendirmeğe çalışacağız:
1. Efendimiz’in (s.a.s.) Yüce Ahlakı İtibarıyla
Her şeyden önce Kur’ân’ın “Sen yüce bir ahlak üzerindesin” (Kalem, 68/4.) buyurarak tarif ettiği bir Peygamber’in, kendisinden bir şeyler dinlemek için saygıyla meclisine koşarak gelen bir mümine -üstelik a’mâ olması cihetiyle şefkate ziyadesiyle muhtaç ve müstehak birisine- yüz ekşitip sırtını çevirmesi mümkün gözükmemektedir.
2. İlk İki Ayeti Takip Eden Cümlenin Tabi olduğu Gramer Açısından
Bu başlık altında surenin 3. ve 4. ayetini dilbilgisi kuralları ve anlam bütünlüğü açısından değerlendireceğiz.
Biz, burada surenin وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَى ayetleriyle ilgili olarak, son derece basit, ancak şimdiye kadar gözden kaçmış önemli bir hususa dikkat çekmek istiyoruz. Şöyle ki bu ayette geçen يُدْرِي fiili, “ أَدْرى ” fiilinin muzarisi olup, ‘bildirmek, haber vermek’ gibi anlamlara gelir. Müteaddî bir fiil olması sebebiyle de iki mef’ûl alır. وَمَا أَدْرَاكَ مَا يَوْمُ الدِّينِ ‘Din gününün ne olduğunu sana bildiren nedir?’ (İnfitar, 17/82) ayetinde görüldüğü gibi.Bu surede Hz. Peygamberin (s.a.s) Allah tarafından dikkatinin çekildiği açıktır. Ancak, bu duruma sebep olan husus, iddia edildiği gibi, O'nun, bulunduğu meclise kendisinden yararlanmak için gelen a'mâya (Abdullah İbn Ümmi Mektum'a) karşı, sergilemiş olduğu zannedilen bir yüz ekşitme ve sırt çevirme değildir.
Dikkat edilirse ‘edrâ’ fiili burada iki meful almıştır. Birincisi ‘sana’ anlamındaki كَ zamiridir. Diğeri ise cümle halindeki مَا يَوْمُ الدِّين kısmıdır. Tabiatıyla bu fiilin özelliği, üzerinde durduğumuz ayet için de geçerlidir. Yani bu ayette de كَ zamiri yine birinci mefuldür. İkinci meful ise لَعَلَّهُ يَزَّكَّى أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَى cümlesidir. İzahına çalıştığımız bu durumdan hareketle ayete verilmesi gereken meal şöyle olmalıdır: “(Ey Nebi), onun belki arınacağını yahut alacağı öğüdün kendisine bir yarar sağlayacağını sana ne/kim bildirdi?” (İnfitar, 82/17) Nitekim Kadî Beyzavî, bu ayetle ilgili olarak kabul edilen görüşü aktardıktan sonra, ikinci bir tevcihten bahseder. Bu tevcihe göre, وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكى ayetinin, ‘lealle’ kelimesinde geçen zamir, ‘kafir’ kişiye raci olup Hz. Peygamber’e şu mesaj verilir: ‘Ey Nebi, o kafirin kendini İslam ile arındıracağını veya senden alacağı öğütten yararlanacağını ummaktasın/beklemektesin. Umup beklediğin bu sonucun gerçekleşebileceğini sana ne/kim bildirdi? (ve ma yudrike..?) (Bkz. el-Beyzavî, Envaru’t-Tenzîl, IV, 524)
Şarih Şeyhzâde, Beyzavî’nin bu ikinci tevcihindeki ‘ma yudrike?’ kalıbının “lâ yudrike şey’un” anlamında olduğunu belirtir (Aynı yer). Beyzavî’nin tefsirinde ‘ve kîle..’ şeklinde yer alan bu tevcih hariç, görebildiğimiz kadarıyla tefsirlerimizde -edrâ fiili için düşünülmesi gereken ikinci mefulün dikkate alınmasıyla yapılmış- başka bir yoruma rastlamış değiliz.
Durum böyle iken, aynı zamanda birer dil uzmanı olan müfessirlerimiz bu hususu gözetmeksizin zorlamalı farklı bir tercihe neden başvurmuşlardır? Bizce bunun sebebi, onların ‘abese’ ve ‘tevellâ’ fiilleriyle kastedilen kişinin ‘Hz. Peygamber olduğu’ ihtimalini, aksini düşünmeyecek şekilde kabullenmiş olmalarıdır. Böyle bir ön kabul ise, onları bu cümlenin anlamıyla ilgili olarak zorlamalı tercümelere sevketmiştir; iki mef’ûlüyle birlikte tek bir cümle olarak düşünülüp tercüme edilmesi gereken ayeti, zorunlu olarak iki ayrı cümle şeklinde ele almışlardır. Buna bağlı olarak –İbn Ümmi Mektum kastedilerek- ayete, ‘Ne bilirsin, belki de o arınacak, yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti.’ veya ‘Onun halini sana kim bildirdi! Belki de o temizlenecek…’ şeklinde anlamlar vermişlerdir.
Böyle bir tevcihte ‘ve ma yudrîke?’ cümlesindeki edrâ fiilinin mef’ûlü mahzuf olarak düşünülmektedir. Buna göre cümleye kaçınılmaz olarak bilinen meal verilmektedir: ‘Ey Nebi, gelen a’mânın durumunu/akıbetini sana ne bildirdi? Ne bilirsin belki de o arınacak…..’ Muhyiddin Derviş, İ’râbu’l-Kur’âni’l-Kerîm adlı tefsirinde, bu cümlenin her iki ihtimal açısından da irabını yapmaktadır. Hatta o irabında önceliği bizim tercih ettiğimiz tevcihe (yani edrâ fiilinin iki mefulüyle birlikte düşünülmesini gerekli kılan tevcihe) vermektedir. Ancak, buna rağmen o da yorumlarını genel kabul istikametinde yapmaktadır. Şu kadar ki M. Derviş, -ilgili ayetlerin tefsirinin sonunda- Şerif Murteza’nın ‘yüz asıp sırt çevirmek Efendimiz’ in düşmanlarına karşı bile göstermediği sıfatlardır, nerde kaldı ki o bu tavırları dinini öğrenmek için gelen birisine karşı sergilemiş olsun’ cümlesini hatırlatmak suretiyle ‘yüzünü asan ve sırtını çevirenin’ müşrik kişi olabileceği ihtimaline kapıyı açık tutmuş görünmektedir. (Bkz., M. Derviş, İ’râbu’l-Kur’ân, X, 375-377.)
Biz, bu ayete bu şekilde meal verilmesinin isabetli olamayacağını, bir sonraki ‘surede yer alan bazı karineler açısından’ başlığı altında ayrı bir açıdan yeniden ele alacağız.
Surenin, 3. ve 4. ayetleriyle ilgili durum açıklık kazandıktan sonra şimdi ilk iki ayete tekrar geri dönelim. Burada عَبَسَ وَتَوَلَّى أَن جَاءهُ الْأَعْمَى ayetiyle ilgili iki ihtimal söz konusudur: 1. Gerek ‘abese’ ve ‘tevallâ’ fiillerinin tahtında müstetir iki gaib zamir, gerekse ‘câe’ fiiline bitişik ‘ هُُ ’ zamiri Hz. Peygamber’e racidir. 2. İlgili zamirler, müstağni/kibirli müşrik kişiye racidir.
Şimdi sırasıyla bu ihtimaller üzerinde duralım. Birinci ihtimali dikkate aldığımızda ayetin anlamı şöyle olacaktır: “Yanına a’mâ (biri) geldi diye (Peygamber) yüzünü asıp sırtını döndü.” Meal olarak tercih edilen böyle bir yaklaşım, –surenin 3. ve 4. ayetlerinin gramatik yapısı açısından anlamını dikkate aldığımızda- geçerliliğini yitirmiş olmaktadır. Diğer taraftan bu şekil bir tercümede, surenin muhatabının Hz. Peygamber olduğu hususu unutulmuş bulunmaktadır. Burada demek istediğimiz şudur ki, madem ki bu sure, İbn Ümmi Mektum’dan ötürü Hz. Peygamber’in dikkatini çekmek için indirilmiştir, o zaman ilk ayetlerde de Hz. Peygamber’in –ğaib sigasıyla değil de- doğrudan muhatap alınmış olması gerekmez miydi? Yani, iddia edildiği gibi, eğer, yüz ekşitip sırt çeviren Hz. Peygamber ise, o zaman ifadenin ‘Ey Nebi, sana bir a’mâ geldi diye yüzünü ekşittin ve sırtını çevirdin…’ şeklinde başlaması gerekmez miydi? Kur’ân’ ın hikmetli ve mübîn üslubuyla da örtüşen böylesi değil midir? Bu noktada ilgili sorularımıza cevap mahiyetinde birisi şöyle diyebilir: ‘Kur’ân’ın böyle gaibden muhataba geçişi (iltifatı) vardır.’
Bizce Kur’ân’da zaman zaman görülen bu türden bir geçişin/iltifatın burada da söz konusu olduğunu düşünmek makul olmasa gerektir. Çünkü bunun için hikmetli ve matlup bir mananın olması gerekir, bu olmadıkça Kur’ân gaipten muhataba iltifat etmez.
İkinci ihtimali dikkate aldığımızda ise, ilk iki ayetin anlamı şöyle olacaktır: “O (kibirli müşrik), yanına a’mâ (biri) geldi diye yüzünü astı ve sırtını dönüp gitti.” Gerek Hz. Peygamber’in yüce ahlakı, gerekse bazı delil ve karineler açısından birinci ihtimalden daha isabetli bulduğumuz böyle bir meal ile ilgili olarak burada birkaç noktaya değinmek istiyoruz:
Açıktır ki a’mânın, müşrik kişinin yanına gelmesi ondan istifade etmek için değildir, zira İbn Ümmi Mektum, Peygamber’ini dinlemek için o meclise gelmiştir. Nitekim bu husus surenin “sana saygıyla koşarak varana gelince..” ayetiyle tasrih edilmiştir. Burada önemle hatırlatmak istediğimiz nokta şudur. Abdullah İbn Ümmi Mektum söz konusu meclise geldiğinde Hz. Peygamber o sırada müşriklerin büyüklerinden birisiyle ikili olarak görüşmektedir. (Bkz., Muvatta, Tefsiru’l-Kur’ân, 8; Tirmizî, Tefsiru sure (80), 1.) Öyle anlaşılıyor ki, kibrine yenik düşen bu inkarcı, maddi imkan ve konumu itibariyle fakir ve de a’mâ olan İbn Ümmi Mektum’un yanında bulunmasından rahatsız olmuştu. Zira o, kendi düşünce dünyasına göre, büyük ve çok önemli birisiydi, yanına (bulunduğu meclise) sıradan/fakir insanlar gelmemeliydi. İşte o kibirli inkarcı bu durumu bir gurur meselesi yapıp surat asmış ve sonra da sırtını dönüp oradan ayrılmıştır.
Bu cümleden olmak üzere diyebiliriz ki bu surede Allah (c.c.), önce ilk iki ayetle hadiseyi bizzat yaşayan Hz. Peygamber’e, o gün müşrik kişinin sergilemiş olduğu tavrı hatırlatarak başlıyor, sonra ona hitaben “(Ey Nebi), onun belki arınacağını veya alacağı öğüdün kendisine bir yarar sağlayacağını sana ne/kim bildirdi?” buyuruyor. İlk dört ayetle birlikte tablo bir bütün olarak ele alındığında ise, Allah (c.c.), Peygamber’ine, -onu inkarcı kişi üzerindeki ısrarından vazgeçirmeye yönelik olarak- şu mesajı veriyor: (Ey Nebi, sen de bizzat gördün ki) o, kibirli inkarcı yanına a’mâ biri geldi diye rahatsız olup surat astı ve sonra da sırtını dönüp gitti. Şimdi bunu görüp bilmene rağmen, o kişinin hidayeti hususunda ümidini korumaya değer, sana, şimdi veya önceden bildirilmiş bir şey mi var ki onun üzerinde böyle ısrar ediyorsun? Ümitlenip onda ısrar etmene gerek yoktur, çünkü o, sana tabi olmaya ihtiyaç hisetmeyen bir tavır içindedir. Nitekim bu ayetlerin hemen ardından Hz. Peygambere hitaben, “أَمَّا مَنِ اسْتَغْنَى فَأَنتَ لَهُ تَصَدَّى (O istiğna gösterene gelince, sen ona yöneliyorsun)” denilerek bu hususa dikkat çekilir. Bu ayeti takip eden bir sonraki ayette ise, Hz. Peygamber’in, -kibrine takılıp kalan müşrik karşısında- vazife endişe ve hassasiyetiyle bir sıkıntı duymasına gerek olmadığını vurgulamak üzere وَمَا عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّى (Onun arınmamasından sana ait bir sorumluluk yoktur) denilir.
3. Surede Yer Alan Bazı Karineler Açısından
3. a. ْوَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَى ayetindeki zamirlerin İbn Ümm-i Mektum’a raci olduğunun ileri sürülebilmesinin şu noktadan da makul olamayacağı görülmektedir. Şöyle ki; Bu zatla alakalı olarak وَأَمَّا مَن جَاءكَ يَسْعَى وَهُوَ يَخْشَى (Sana (kalbi) haşyet/saygı içinde koşarak varana gelince..) denilmektedir.
Bu ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki a’mâ olarak kendisine atıfta bulunulan bu zat, Hz. Peygamberin sohbetine arzulu/istekli birisidir. Bunu يَسْعَى ifadesinden anlıyoruz. Keza, bu kişi aynı zamanda içinde haşyetin/saygının hakim olduğu birisidir. Bunu da وَهُوَ يَخْشَى cümlesinden anlamış oluyoruz. Bu ise şu anlama gelir: A’mâ kişi, kendisine الذِّكْرَى (öğüt/mesaj)’nın fayda verdiği birisidir. Bu itibarla a’mâ kişi düşünülerek, “nerden bilirsin, belki de o arınacak veya dinlediği öğüt kendisine fayda edecektir” şeklinde verilecek olan bir meal tutarlılığını yitirmiş olacaktır. Tefsirlerimizde de yer aldığı şekliyle, burada birisi itiraz mahiyetinde şöyle diyebilir: Bu, iman etmiş zatın (a’mânın) dinine ait diğer hususları da öğrenerek daha derin bir arınma ve yararlanmayı ifade eder. Bizce böyle bir yaklaşım da asla problemi çözücü bir özellik arzetmez. Zira bu tür bir yaklaşımdan hareketle verilecek olan bir meâl, Hz. Peygamberin İbn Ümm-i Mektum’a zikranın/öğüdün fayda edip etmeyeceği konusunda sanki şüphesi varmış da Allah da ona ‘bu konuda şüphen olmamalıydı, ona hemen öğüt vermeliydin’ demiştir, gibi bir tabloyu karşımıza çıkarır. Bu ise vakıaya ters düşen bir durum olur, zira, bu zat gerek ilk müslümanlardan olması, gerekse Hz. Hatice’nin dayısı oğlu olması cihetiyle, Hz. Peygamber tarafından yakından tanınma imkanı olan bir sahabiydi. (Bkz., İbn Hacer, el-İsabe, II, 523.) Yani Nebî’nin yabancı olduğu birisi değildi; yakınında olması hasebiyle hakkında şüphe taşınılamayacak bir kişi konumundaydı.
3. b. Yezzekkâ fiilinin 3. ayetten sonra 7. ayette tekrarlanması da bizim için bu noktada önemli bir ipucu olmaktadır. Bu fiil ilk olarak surenin baş tarafında مَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّى ayetinde geçmektedir. İkinci geçtiği yer ise وَمَا عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّى ayetidir. Bu ikinci ayetteki yezekkâ fiiliyle kastedilen kişinin müşrik adam olduğu hususu şüphe götürmez bir açıklığa sahiptir. Bu da bir karine olarak bize, tekrarlanan bu fiille aynı kişi üzerinde durulmuş olma ihtimalini pekiştirmektedir. Zira bir pasajda aynı fiille, iki farklı insanın (yani hem saygı içinde Peygamber’e koşup gelen bir müminin, hem de inkarında direnen müstağni bir müşrikin) kastedilmesi, Kur’ân’ı hikmetli üslubuyla örtüşebilecek bir yaklaşım olma özelliğine sahip görünmemektedir. Hâsılı, surenin kontekstine biraz dikkatlice baktığımızda, Kur’ân’ın yezzekkâ fiilliyle aynı kişi üzerinde durduğunu rahatlıkla anlamış olacağız.
4. Abese Sûresinde Geçen Fiillerin Müddessir Suresinde Yer Alan Fiillerle Karşılaştırılması
Bu başlık altında ise biz önce Müddessir suresinin 18-25 ayetlerini ele alarak üç hususa dikkatleri çekmeğe çalışacağız.
4. a. Dikkat edilirse, Müddessir suresinde bir muannid inkarcı için kullanılan fiillerin hepsi Abese suresinde aynıyla veya müradifiyle yer almıştır. Şimdi, Müddessir suresinde geçen fiillerin karşısına Abese suresinde geçen fiilleri yazarak karşılaştıralım:
عَبَسَ : عَبَسَ وَبَسَر
وَتَوَلَّى : أَدْبَرَ
اسْتَغْنَى : وَاسْتَكْبَرَ
Bu tablo bize, iki ayrı surede aynı anlama gelen fiillerle söz konusu edilen zatın aynı kişi olduğunu veya aynı karakterde iki ayrı kişinin olduğunu göstermektedir. Burada hangi şıkkın daha doğru olabileceği hususunda kesin bir şey söyleyememekle birlikte, kanaatimiz, aynı kişiden bahsedilmiş olmasıdır. Bu cümleden olmak üzere biz şimdi yerleşik kanaati savunanlara şu soruyu yöneltmek istiyoruz: Yüzünü ekşitti/surat astı anlamındaki ‘abese’ tabirini Kur’ân bir yerde inatçı bir kafir için kullanırken diğer yerde nasıl olur da Efendimiz için kullanır? “Kur’ân nasıl olur da birbiri ardına böyle iki fiille Habîbullah’ı anlatmış olur ve bu fiilleri O’na isnad eder? Ve yine nasıl olur da kafire geçirdiği aynı külahı bir de Efendimiz’e geçirir?” (F. Gülen, Sonsuz Nur, II, 212)
Tevellâ fiili için de durum bundan çok farklı değildir. Kur’ân-ı Kerim bu fiili Hz. Musa’nın (as) sunduğu mesajları reddeden Fir’avun ve erkanının durumlarını ifade için kullanır: “فَتَوَلَّى بِرُكْنِهِ وَقَالَ سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ Firavun erkanıyla birlikte yüz çevirip ‘o bir sihirbaz veya mecnundur’ demişti.”(Zariyat, 51/39.) Gerçi bu fiil sadece Firavun için kullanılmamıştır, ancak, Kur’ân’ın bu üslup içerisindeki yaklaşımı hep Firavun karakterliler için olmuştur. Kur’ân nasıl olur da birbiri ardınca böyle iki fiille, Hz. Peygamberi anlatmış olur ve bu fiilleri ona isnad eder? Ve yine nasıl olur da Kur’ân-ı Hakîm, dine/imana karşı direnen inkarcıları nitelediği sıfatlarla dinin temsilcisi bir Peygamber’i vasfeder?
4. b. Diğer taraftan bu iki sure arasında, karşılaştırılması gereken bir başka nokta daha söz konusudur. O da her iki surede de söz konusu edilen şahsın lanete/kahrolmaya müstehak bir insan olarak tanıtılmasıdır. Şöyle ki, Müddessir suresinde sözü edilen inkarcı şahsa ثُمَّ قُتِلَ cümlesiyle değinildikten sonra ardından onun ‘bu ancak yapıla gelen bir sihirdir; bu, ancak bir beşer kavlidir’ sözleriyle vahyî gerçekleri inkar ettiğine vurguda bulunulmaktadır. Abese suresinde ise, bu iki husus doğrudan bir cümlede dile getirilmektedir ki o da şu ayettir:
قُتِلَ الإِنْسَانُ مَا أَكْفَرَهُ (Kahrolası kafir insan, ne nankördür o.) Bu da gösteriyor ki, her iki surede de söz konusu edilen şahıs, aynı inkarcı kişi veya aynı karakterde iki ayrı inkarcı şahıstır.
4. c. Kur’ân’ın, tevellâ fiilini, inkarcıların durumunu yansıtan ifadelerle birlikte zikretmesi de bize onun bu üsluptaki anlam içeriğiyle ilgili bir fikir vermiş olmaktadır. Mesela, عَبَسَ وَتَوَلَّى cümlesinde görülen bu birlikte zikredilişكَذَّبَ وَتَوَلَّى ve أَدْبَرَ وَتَوَلَّى şeklinde gelen (Me’aric, 70/17) ayetlerde de görülmektedir. (Ayrıca bkz., Bakara, 2/205; Taha, 20/48; Necm, 53/33; Mearic, 70/17; Ğaşiye, 88/23; Leyl, 92/16; Alak, 96/13.) Dikkat edilirse tevellâ fiili bu gibi yerlerde ‘vahyî gerçeklere ve onu tebliğ edene sırt çeviren’ anlamında kullanılmaktadır.
 
Üst Alt