Neler yeni
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

1400 Yıl önceki dünya

sinang

New member
Katılım
10 Eyl 2006
Mesajlar
1,628
Tepkime puanı
276
Puanları
0
Konum
bezm-i ezelden
بســـم الله الرحمن الرحيم


Bir an için gözlerinizi kapayın ve 1400 yıl önce dünyanın durumunu gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bu nasıl bir dünya idi?

İnsanlar arasındaki haberleşme ve ulaşım araçları yok denecek kadar azdı. Milletler ve ülkeler arasındaki ilişkiler son derece yetersizdi. İnsanların bilgisi ne kadar sınırlıydı!.. Düşünceleri çok eksikti! Tersine batıl inançları ve evhamı o kadar çoktu! Cehalet ve bilgisizliğin karanlığı, ilim ve faziletin aydınlığını alabildiğince zayıflatmıştı! Dünyâda ne telgraf vardı, ne telefon. Ne radyo vardı, ne tren veya uçak. Ne matbaa vardı, ne yayınevleri. Ne çok okul vardı, ne de üniversite. Ne gazete ve dergiler çı*kardı ne de kitaplar yayınlanırdı. O çağın bir âlimi ve düşünürünün bilgisi ve bilgi kaynakları bugünkü yazar ve bilim adamından çok daha sınırlıy*dı. O devirde yüksek tabakaya ait bir soylunun hayat seviyesi bugünkü bir işçiden daha düşüktü. O devrin en aydın kişisinin görüşleri bugünkü belki de en kültürsüz insanın görüşlerinden daha eksikti. Bugün herkesin bildiği şeyler geçmişte yıllarca süren, araştırma ve incelemenin sonunda öğreni*lebilirdi. Bugün küçük bir çocuğun kısa sürede edindiği bilgiler, o devir*lerde yüzlerce kilometrelik yolculuk ve bazen ömür boyu süren inceleme*lerin sonunda zorlukla elde edilebilirdi. Bugün evham ve hurâfe olarak bi*linenler, o çağda birer "gerçek”ti. Bugün medeniyetten uzak ve vahşi ola*rak adlandırdığımız pek çok hareket, eskiden yaşantının birer parçasıydı*lar. Bugün vicdanımızın nefretle karşıladığı bazı ahlâki saplantı ve adet*ler, o devirde en ufak bir tiksinti uyandırmazdı. İnsanın düşünceleri o ka*dar alçalmıştı ki, olağanüstü, Mu'cizevi, garip, örf ve adetlere aykırı ve şa*şırtıcı olmayan bir şeyin varlığı veya büyüklüğüne inanmazdı.

3.2.2. Arabistan'da Durum

Bu karanlık çağda, dünyanın bir köşesinde karanlık biraz daha faz*laydı. O çağın medeniyet seviyesine göre Arabistan en alt sırada yer alı*yordu. Çevresindeki ülkelerde meselâ, İran, Bizans imparatorluğu ve Mı*sır'da bilim, teknoloji, uygarlık ve kültür hiç olmazsa belli bir düzeyde idi. Ancak büyük sahra ve çöller yüzünden Arabistan bu medeni ülkelerden hayli kopuktu. Arap tacirleri develeriyle aylarca yolculuk ederek bu ülke*lere gidip mal satar veya oralardan mal satın alırdı. Bu ticaret kafileleri*nin tek amacı alış-veriş olduğu için, Arap tüccarları ülkelerine dönünce ilim ve kültür türünden çok az şeyi yanlarında getirirlerdi. Arabis*tan'da ne bir okul vardı ne de kütüphane, İnsanlar ne okuma yazma ile il*gileniyorlar ve ne de başkalarından bir şey öğrenmeye gayret ediyorlardı. Bütün ülkede okuma yazma bilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az*dı. Bu okumuş kişiler de öylesine âlim ve bilgin sayılmazdı. O devrin ilim ve kültüründen hemen hemen yoksundular. Şüphesiz, güçlü bir dile sahip*tiler. Bu dilde her türlü derin konular ifade edilebilirdi. Araplar edebiyat ve özellikle şiire de çok meraklıydılar. Ne var ki bize gelen edebiyat ör*neklerinden haklarında, sağlıklı bir karar vermemize imkân yoktu. Zira, ilk bakışta zevklerinin pek iyi olmadığı, ilgilerinin de sınırlı olduğunu se*zebiliriz. Bu edebiyat örnekleri, medeniyet ve kültürlerinin çok düşük se*viyede olduğunu, düşünce ve hayal güçlerinin pek yüksek olmadığını örf ve adetlerinin ne kadar ilkel olduğunu, ahlâk kurallarının ne kadar bozul*duğunu, kısacası, ne kadar cehalet içinde olduklarını açıkça ortaya koyu*yor.

Arabistan'da bir hükümet düzeni, hatta bir siyaset düzeni yoktu. Dev*let kavramı da kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Her kabile özerkti. Bütün ülkede bir anayasa ve belli başlı kanunlar bulunmadığı için bir hukuk devleti tasavvuru hemen hemen hiç yoklu. Her yerde orman ka*nunu uygulanıyordu demek daha doğru olur. Yasa ve kurallar, güçlü olan*dan ve kaba kuvvetten yanaydılar, kim daha güçlüyse başkasının hakları*na tecavüz eder, mal ve mülküne konardı. Bir Arap bedevisi için kabile*sinden olmayan bir kişiyi öldürmekten ve malını gasbetmekten daha do*ğal bir şey yoklu.

Ahlâk ve kültür ile ilgili düşünce ve kavramları garip ve son derece ilkeldi. Temiz ile pis, helâl ile haram, câiz ile câiz olmayan arasındaki far*kı hiç bilmezlerdi. Pislik içinde yaşarlardı. Hareketleri vahşiydi. Zina, ku*mar, içki, soygun, cinayet ve kan dökmek Arapların günlük yaşantısının ayrılmaz parçaları haline gelmişti. Çıplaklık ayıp değildi. Ulu orta çıplak dolaşma bir adetti. Kadınları bile çıplak vaziyetle Kâ'be'yi tavaf ederlerdi. Kızlarını, başkalarına vermemek gibi cahilane bir düşünce ile, doğar doğ*maz canlı canlı gömerlerdi. Araplarda, babalarının ölümünden sonra üvey anneleriyle evlenmek de bir gelenek idi. Yemek yemek, konuşmak ve gi*yinmek konusunda da en basil kurallara riayet etmezlerdi.

Dinî inançlarına gelince, Araplar'ın durumu, o çağın diğer milletleri*nin içinde bulunduğu cehalet ve dalaletin derin karanlığından pek farklı değildi. Putperestlik, ruhlara tapma ve yıldızlara tapma, kısacası, Allah'a inanmanın dışında ne kadar çok inanç ve ibadet aklınıza gelebilirse hepsi o çağın insanlarında vardı. Eski çağ peygamberlerinin öğretileri hakkında doğru dürüst hiçbir bilgileri yoktu. Araplar yalnız Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.)ın ataları olduğunu bilirlerdi. Fakat bu baba-oğul peygam*berlerinin dininin en olduğunu ve kime ibadet ettiklerini bilmezlerdi. Ad ve Semud'un öyküleri de yaygındı. Fakat bunlarla ilgili olarak Arap tarih*çilerin kaleme aldıkları hikâyelerde Hz. Salih (a.s.) ve Hz. Hûd (a.s.)un ta*limatına hiç rastlayamazsınız. Araplar, Yahudi ve Hıristiyan vatandaşları vasıtasıyla Beni İsrail Peygamber’lerinin hikâyelerini de az çok öğrenmiş*lerdi. Ama bu bilgiler fevkalâde yüzeyseldi. Bunların ne olduğunu öğren*mek isteyenler müslüman müfessirlerin İsrail Oğullarının rivayetleri hak*kında anlattıklarına göz atabilirler. Bu kayıtlardan, Arap'ların İsrail Oğul*larının Peygamberleri hakkında ne kadar sınırlı ve yanlış bilgilere sahip oldukları açıkça anlaşılıyor.

İşte böyle bir devirde ve böyle bir memlekette bir insan doğuyor. He*nüz küçükken annesi, babası ve dedesi vefat ediyorlar. Şartların bu kadar ağır ve imkânların bu kadar sınırlı olduğu bir dönemde bir Arap çocuğu, hakkı olduğu aile himayesinden de mahrum kalıyor. Biraz büyüyünce be*devi çocuklarla çobanlığa başlıyor. Gençliğinde ticaretle meşgul oluyor. Yukarıda özelliklerini sıraladığımız bir ortamda yetişiyor. Herhangi bir âlim veya vâizin yanında da görülmüyor. Zâten o devrin Arabistan'ında âlim kabilinden kimse yoklu. Evet, birkaç defa Arabistan'ın dışına çıkma fırsatını buluyor ama yolculuğu sadece Şam'a kadar uzanıyordu. Bu yol*culuk da o dönemde Arap tacirlerinin yaptığı ticari seyahatlerden farklı değildir. Şimdi bir an için Resul-ü Ekrem'in bu ticari yolculuklar sırasında bir iki kez bilgi ve kültür kaynaklarından yararlandığını farzetsek bile, bu şekilde bölük pörçük elde edilen bilgi ve gözlemin gayet yüzeysel ve sı*nırlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür parça parça ve acil durumlarda elde edilen bilgiyle kimsenin kişiliği değişemez. Bu noksan bilgilerin, bir kişi*yi çevresinden koparacak ve hatta kendisini bambaşka bir insan yapacak çapta olduğunu söylemek abestir. Okuması yazması olmayan bir bedeviyi, sadece bir ülke değil, bütün dünyanın ve bir çağın değil, bütün çağların li*deri ve önderi yapacak bilgilerin bu tür ayak üstü sohbetlerle elde edilece*ğini sanmak gerçekten saflıktır. Kendisinin yabancılardan" bir ölçüde bilgi alış-verişinde bulunduğunu kabul etsek bile, bu bilgi ile kimsenin o çağda bilemediği herhangi bir emsalini göremediği ve halta hiçbir yerde bulun*mayan din, ahlâk, medeniyet ve kültürün en alâsını sunacak ve şahsen temsil edecek ve yaşayacak hale gelmesine inanmak zordur.
 
Üst Alt